Bu Hadise Osmanlı'yı 150 Yıl Geriletti

Her müslüman fâtih için ideal olan İstanbul’u fethetme gâyesi, Yıldırım Hân’ın da en büyük arzusu idi. Bu yolda takdîre şâyan gayretleri oldu.

Dört kez İstanbul’u kuşattı. Dördüncü kez yaptığı kuşatmada Bizans, olgun bir meyve gibi ellerine düşmek üzereydi. Zira Fâtih’in fethettiği şartlardan daha uygun şartlara sahip bulunan Yıldırım, bunu değer­len­dirmiş ve fethe iyice yaklaşmıştı. Fetih, çok kolay bir şekilde gerçekleşecekti. Ancak o sırada Anadolu’yu kasıp kavurmaya başlayan Timur gâilesi, bu büyük ve kudsî teşebbüsü akìm bıraktı. Zira Timur, Osmanlı ile arasındaki bir iki anlaşmazlığı bahâne ederek aslında kuru bir cihangirlik adına Anadolu’ya girmişti. İslâm’ı yüceltmek yolunda ilerleyerek muhteşem bir mevkiye yerleşmiş bulunan Osmanlı’yı yenmek sûretiyle kendi şöhret ve azametini artırmak niyetinde idi. Öyle ki, bu nefsânî maksat uğruna kazandığı zaferden sonra aklen mâlûl bulunan Fransa kralına yazdığı bir mektupta Osmanlı’yı ortak düşman îlân etmesi, gâyet düşündürücüdür.

TİMUR'U OSMANLI'YA KIŞKIRTTILAR

Vâkî olan hâdiseler tahlîl edildiğinde, ilk bakışta her iki sultan da karşılıklı tahriklere kapılmış görünmekteyse de, Timur’un yaptıkları, onun ta­rih önünde ne kadar büyük bir hatâ işlediğini göstermektedir.

Târihî bir gerçektir ki Timur, Osmanlı’yla harp etmek husûsunda büyük ölçüde papalığın tahrikine kapılmıştır. Bu tahrik, direk olarak değil, yanına müslüman kılığında sızmış bulunan casuslar vâsıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu casuslar, zâhirde Timur’un aşırı taraftarı gibi görünmüşler, böylelikle gizliden gizliye yaptıkları casusluk faâliyetlerinde başarılı olmuşlardır.

Dinle

Niğbolu hezîmetini bir türlü hazmedemeyen, ancak elinden de bir şey gelmeyen Papa, Hristiyan âleminin rahat nefes alabilmesi için Timur’u sürekli olarak Osmanlı’ya karşı kışkırtmıştır. Dolayısıyla bu tahrike kapılmak, hamâkatten başka bir şey değildir.

OSMANLI DA KİM OLUYOR?

Tahrikçilerin diğer kanadını Bizans teşkil eder. Bütün bunlara beyliklerin bitip tükenmez hırsları da eklenirse, Timur’un, dört bir yandan gelen tahriklere hangi sâikle kapılmış olduğu rahatça anlaşılır.

Bu tahriklere kapılış ise, Timur’un rûhunu sarmış bulunan benliği ortaya koymaktadır. Eğer Timur, fütûhâta niyetlendiğinde evvelâ kendi benliğini fethetmiş olsaydı, yani bir nefis tezkiyesinden geçseydi, vuku bulan hâdiselerin istikâmeti bambaşka olurdu. Yani Timur, benliğini yenememiş ve dün­yanın hâkimi olma yolunda «Osmanlı da kim oluyor?» düşüncesiyle hareket etmiştir. Zira iki tarafın arasının açılmasına sebep olan istekler, devamlı Timur’dan gelmiş, yine ordusunu peşine takarak rakibinin üzerine yürüyen Timur olmuştur.

Osmanlı üzerine yaptığı seferde Timur, etrafında bulunan kıymetli ulemâ ve umerânın sözlerini ve îkazlarını duymaz bir hâldeydi. Zira onların re’yi, ekseriyetle müslümanlar arasında ehl-i küfürle yaptığı gazâlar sebebiyle büyük muhabbet kazanmış olan Osmanlı’yla harp etmenin yanlış olduğu yolunda idi.

FİLLERLE SAVAŞAN ORDU

Timur, o zamanın tankları olan fillerle Sivas kalesini muhâsara ettiğinde kalede bulunan Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Şehzâde Ertuğrul, şehir eşrâfını topladı ve onlara şöyle dedi:

“–Benim va­zi­fem sizleri muhâfaza etmek yolunda gayret sarf etmektir. Timur’un kuvvetleri kıyas edilemeyecek derecede bizden çok olabilir. Bu bir kader-i ilâhîdir. Bana düşen, onun saldırısını yiğitçe göğüsleyip sizleri ve kaleyi şânımıza yaraşır bir şekilde müdâfaa etmektir. Biliniz ki Timur, bizim cesetlerimizi çiğnemeden aslâ bu şehre giremez...”

Bu sözlerinin ardından Şehzâde Ertuğrul, dediği gibi hareket etti ve bir avuç yiğidiyle koca Timur ordusuna karşı inanılmaz bir mukâvemet gösterdi. Kahramanca vuruştu. Ancak sel gibi akan bir ordunun önünde cengâverleriyle birlikte nihâyet şehâdet şerbetini nûş eyledi.

Şehzâdeyi bertaraf eden Timur, kaledekilere, teslim olurlarsa kimsenin kanını dökmeyeceğine dâir haber yolladı. Fakat bu söze güvenerek teslim olan bütün kale müdâfîlerini hunharca öldürdü.

Durumu haber alan Yıldırım Bâyezîd, hem bir kalenin düşmesi hem de birçok yiğitle birlikte evlâdını kaybetmenin acıları içerisinde derin bir mâteme büründü. O sırada Uludağ sırtlarındaydı. İleride hiçbir şeyden haberi olmayan bir çoban, kavalıyla içli içli havalar çalmaktaydı. Koca Sultan, bir müddet kavalı dinledikten sonra çobana derin bir teessür içinde:

“–Çal, çoban çal!.. Keyif de senin, rahatlık da senin... Ne derdin var ki? Sivas gibi kalen mi gitti, Ertuğrul gibi yiğit evlâdın mı öldü?.. Çal, çoban çal!..” dedi ve ardından atını hızla Bursa’ya doğru sürüp gitti.

OSMANLI'DA FETRET DÖNEMİ

Bâyezîd Han, Timur’un mektuplarına her ne kadar sert mukâbe­le­lerde bulunduysa da, gerçekte buna ve daha sonra harbe Timur tarafından mecbur bırakılmış bulunmaktaydı. Onun, Sivas muhâfızı Malkoç­oğlu Mustafa Bey’e söylediği şu sözler, bunu gâyet açık bir şekilde ifâde eder:

“–Malkoç Bey! Bunca insanı, husûsiyle de hiçbir şeyden habersiz çocukları dahî feryâd ü figân içinde helâk eyleyen Timur gibi bir zâlim ile benim sulh yapacağımı hatırına bile getirme!..”

Yıldırım Bâyezîd’in başına gelen en tâlihsiz hâdise, hiç şüphesiz ki muhteris bir hükümdar olan Timur ile yaptığı Ankara Muhârebesi’dir. Bu muhârebe, Osmanlı’nın hazin mağlûbiyeti ile neticelenmiş ve acı bir fetret döneminin başlangıcı olmuştur. Kuru bir inatlaşmanın neticesi, bütün Anadolu tekrar eski karışıklığa düşmüş ve batıda yapılan İslâm fütûhâtı bir müddet için de olsa durmuştur. Bu itibarla Timur, her ne kadar şahsî hayatında dindar bir hükümdar olsa da bu inatlaşmanın sonunda yaptığı işler, hiç de bir müslümanın inanış ve hissiyâtıyla bağdaşır bir iş değildir. Zira Sivas’ta insanları dehşetli bir şekilde öldürmesi ve benzeri davranışları, hiçbir mâzeretle te’lif edilemez.

Diğer taraftan Timur gâilesi, Osmanlı’nın batıdaki fütûhâtını en az elli yıl geriye atan bir felâkettir.

Takdîr edilir ki, bir âile reisinde benlik olsa, bu menfî husûsiyet, sadece âile fertlerine zarar verir. Ancak bir devletin başında bulunan kimselerde en ufak bir benlik bulunduğu zaman, bu da, büyük bir millet kitlesinin zarar görmesine ve toplum fâcialarına sebep olmaktadır.

İşte Timur’daki husûsiyet de bu benlikten başka bir şey değildir. O, «Bütün cihâna ben hâkim olacağım» gâyesiyle hareket etmiştir. Yoksa Osmanlı’yla arasında çıkan ihtilâflar, o kadar büyük me­se­leler değildir.

Kaynak: Osmanlı, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.