Bu Kaçış Nereye?
Kişinin elinde doğru ve yanlışın, iyi ile kötünün sağlam ölçüleri olmadığında ahlakilik benliğin emrine giriyor ve neyin doğru neyin yanlış olduğunun karar mercii benliğin, hevâ ve heveslerin ta kendisi oluyor... İnsanlar kendilerini kutsadıkça, Allah’tan ve ahlâktan kaçmak istiyor. Kutsal değerler keyfi davranmaya mani olduğu için bunlardan kurtulmaya çalışıyor. Peki bu kaçış nereye? Hiç düşündünüz mü?..
Her insan benzeri potansiyellerle dünyaya gelir. Zamanla aile, çevre ve dış tesirler insanın gelişmesinde ciddi farklılıklar meydana getirir. Çevremizin bizde olan etkilerine bütün olarak kişisel gelişim diyebiliriz. Burada mühim olan, bizim bu gelişimden ne kadar olumlu ya da olumsuz etkilendiğimizdir. Doğru bir kişisel gelişim, insanın kendi ihtiyaçlarını bilmesi, belirlemesi ve sınırlaması ile başlar. Marifet içimizdeki kötü düşüncelerden kurtulup bunların yerine, yenisini, daha olumlu ve güzelini koyabilmektir. Kişisel gelişimi, psikolojinin insanı tanımak için ortaya koyduğu kuralların kişiselleştirilmesi ve bunların bireyselleştirilerek sunumu diye de tanımlayabiliriz.
Psikolojide incelenen ruh, belki onun ten kafesine bürünüp masivâya bulaştıktan sonra nefs adını alan boyutudur. Psikoloji bu tür ruhsal davranışların sebep ve sonuçları üzerinde durarak neticeler çıkarmaya çalışır.
Batıdan ithal kişisel gelişimle ilgili programlarda “Bu beden benim”, “Bu hayat benim” “Bedenime dokunma”, “Beden benim değil mi istediğim gibi kullanırım.” şeklinde empoze edilen düşünceler, bazı insanları derin bir yanlışa ve geri dönülmez bir çıkmaza sürüklemektedir. Hayatımız, bedenimiz, aklımız, gözümüz, kulağımız, gençliğimiz ve sağlığımız bize emânet olarak, imtihan gâyesiyle verilmiştir. Kendimizi ve bedenimizi biz yaratmış olsak, onu canımızın istediği gibi tepe tepe kullanmak hakkımızdır diye düşünebiliriz. Eğer bütün bunlar bize Allah tarafından lütfedilmişse, o zaman bu emânetleri, canımızın istediği gibi değil Allah’ın istediği gibi kullanmak zorundayız.
DUYGULARIMIZIN SESİYLE BİZİ AVLIYORLAR
İnsanın kendini tanıması, yaratılışından beri ilgi duyduğu bir konudur. “Kendini bilen Rabbını bilir.” sözü bu anlayışın temelidir. İnsanın içinde başlayan ve içinde biten seyrin farkına varması, kişisel gelişim açısından arayış, uyanış ve niyyet gibi kademelerden geçmeyi gerektirir. Tasavvufta da yakaza, taleb, tevbe ve inâbe basamakları vardır.
Yakaza kulun hilkatinin ve fıtratının farkına varması, günah ve kusurlarından sıyrılmaya çalışmasıdır. Böyle bir Yakaza ve uyanış kişinin yaratılış sırrını kavraması anlamına gelir. Ardından bu çıkmazdan sıyrılma arayış ve isteği ortaya çıkar. Geçmişe sünger çekerek geleceğe günahsız bir yürüyüş ve seyr ü sülûk başlar.
Bizler kas geliştirir gibi kişilik geliştirmeye çalışıyoruz. Sadece şuuraltı ile ilgilenen psikologların dikkatle dinlenildiği seminerler, “yaşam koçluğu” ve batı kültürünün kolaycı formülleriyle şişirilmiş kişisel gelişim kitaplarının etkisiyle kendimizi geliştirmek için çırpınıyoruz! Bu gelişimin hangi yöne, nasıl ve nereye doğru olması gerektiği konusunda bir hedefimiz yok. Modernizmle birlikte içimizde bizi sürekli kötülüğe sevkeden ve kolaycılığa teşvîk eden iç benliğin, heva ve heveslerin egemenliğine şâhit oluyoruz. Bu benliğin hayatı tek başına sarması ve insanın duygularının sesine kulak vererek yaşaması gerektiği düşüncesi kişisel gelişim diye bizi günah labirentlerine sürüklüyor.
ÖZGÜRLEŞEN KİŞİLER
Bir kültürel kurgu olarak kişisel gelişim, benliğin yükselişi ile ortaya çıkmış ve popüler psikoloji eliyle yaygınlaştırılmıştır. Terapi kültürü teoloji kültürünü bir kenara iterek; bize benliğimize yakınlaşmamızı telkin ederken, benliklerinin esiri olan bireyler de; aile baskılarından, sosyal rollerden, toplumsal dayatmalardan ve başkalarının beklentilerinden kurtulan ve özgürleşen kişiler diye tanımlanıyor.
Modern toplumda sapasağlam, sosyal katmanlar tarafından benimsenmiş değer ölçüleri yoktur. Değerler, sorumluluktan haklara doğru bir dönüşüm sergilemiş, ahlaki görevler yasallıkla yer değiştirmiştir. Yaygın şüphecilik, ahlaki bir izâfîliğin tanınması, toplumsal değerlere karşı çıkan sözde din adamlarının takdir görmesi, yanlışlara doğru diye fetvâ veren hocaların benimsenmesi ve toplumsal bir kabule mazhar olması bunlardan birkaçıdır. Ahlakilik bize doğruyu ve yanlışı göstermek üzere bazı kurallar koyar. Modernizmle beraber ahlakilik mevzisini yitirmiş, ahlaki davranış ve özdenetim fikri, kişinin kendisini ifade etmesi söz konusu olduğunda kolayca feragat edilecek bir şeyler haline getirilmiştir.
DOĞRU ÖLÇÜLER İSLAM'DA
Terapi kültürü “önce kendinle barış, kendini sev” diyerek kişiye en üstün amaç olarak yine kendini kabulü göstermiş ve ahlakilik buna boyun eğdirilmiştir. İnsanlar öfkelendiklerinde, öfke kontrolü yerine duygularını hiç frenlemeden olduğu gibi açıklamaya teşvik edilmiştir. Toplumun geçirdiği ekonomik ve toplumsal travma, ahlakiliği sosyal hayatın vazgeçilmez bir vasıtası olmaktan çıkarmıştır. “Olduğunuz gibi olun ve kendinizi olduğunuz gibi kabul edin, duygularınızı ahlak ölçülerini dikkate almaksızın açıklayın ve yaşayın” diyen bir entelektüel mantık, ahlakiliği neredeyse ortadan kaldırmıştır. Günümüzde pek çok insan, davranışlarının meşrûiyet kaynağı olarak kendileri için en iyi olanı ve onlara en fazla tatmini sağlayanı gösteriyor .
Kişinin elinde doğru ve yanlışın, iyi ile kötünün sağlam ölçüleri olmadığında ahlakilik benliğin emrine giriyor ve neyin doğru neyin yanlış olduğunun karar mercii benliğin, hevâ ve heveslerin ta kendisi oluyor. Bu görüşe göre kişinin kendi arzularını, duygu ve düşüncelerini bastırması psikolojik sıkıntı ve ruhsal hastalığın kaynağı diye değerlendiriliyor. İnsanın kendisi olmak için gerektiğinde bütün bağlarını koparıp herkesi karşısına alarak başına buyruk hareket edebilmesi telkin ediliyor. Dinin, ahlakın ve geleneğin kaybolması bir değer boşluğu yaratmıştır. Ahlakilik her zaman çıkarları denetim altına almayı ve benliği aşmayı ister. Oysa bireysel özgürlüğü teşvik eden dünya, insanı kendine yabancılaşmaktadır. “Sadece kendin ol” düsturu benliğin bir gereği olarak sunulmaktadır.
Batı kültüründe kendinizle “barışık olmak”, kendinizi iyi hissetmek, kendinizi olduğunuz gibi kabullenmek gibi düsturlarla işlenen popüler yaklaşımlar; din, gelenek ve ahlakın geri çekilmesiyle “terapi kültürü” neticesinde ortaya çıkmıştır. Teoloji kültürünün yerine geçen terapi kültürü, toplumsal dayanışmanın aşınması, günlük hayatın parçalanması ve ahlak kodlarının kaybolmasına sebep olmuştur. Teolojinin dili itibar kaybederken, psikoloji ve terapi kültürü, kişiliği anlama ve geliştirme konusunda tek alternatif gibi sunulmuştur.
Günlük hayatta benliğin üzerindeki sınırların önemi kalkmış ve popüler kültür benliğin kendisini gerçekleştirmesine engel oldukça onu gayr-ı meşru ilan etmiştir. Bazı batılı psikologlar işin nereye varacağını gördükleri için: “Eğer arzularımızla taleplerimizi kesin biçimde sınırlamayı, çıkarlarımızı ahlâki ölçülere tabi kılmayı öğrenmezsek, insan doğasının en kötü yanları dişlerini göstererek bizleri paramparça ediyor.” “Bir kişilik, benlikten daha yüksek değerlere yönelmemişse, kaçınılmaz olarak bir yozlaşma ve çürüme kendiliğinden baş gösterir.” diyorlar.
ZİNDANA ÇEVRİLEN HAYATIMIZ
Ele geçirerek değil, ele geçirmeyi reddederek ancak manevi doyuma ulaşabiliriz. Başka bir deyişle: Kendi kendini ve ihtiyaçlarını sınırlayamayan insanların hem ekonomik, hem günlük hayatlarını nasıl kararttıklarını çevremizde sürekli görüyoruz. Hiç te gerekli olmadığı halde bize zarûretmiş gibi takdim edilen tüketim çılgınlığı, erkeklerde karizma, kadınlarda güzel görünme gereği artan ya da artırılan ihtiyaçlar hayatımızı zindana çevirmiştir.
Batı kültürü mutluluğu maddî ayaklar üzerine kurmuş, birer tüketim tapınağı olarak dizayn ettiği AVM’lerden aldığımız şeylerle tamamlandığımızı düşünmek, en büyük yanılgılarımızdan birisi olmuştur. Hayatı haz eksenli kurguladığınızda, o hazzın bitişi insanı dehşete düşürüyor. Ruhumuzdaki boşluk büyüdükçe, yerini maddi olanla doldurma gibi başka bir yanlışın içine düşüyoruz. Bugün diyet endüstrisi, kozmetik endüstrisi ve plastik cerrahi; beden oymacılığı yaparak insanı değiştireceklerini sanıyorlar. Beynelmilel kapitalizmde kadınlar, tüketim çılgınlığının önemli bir figürü olarak kullanılıyor. Çünkü bu suflör, kadına ancak bedeniyle var olduğunu, narin ve güzel göründükleri zaman sevileceklerini fısıldıyor. “Sen, bedeninsin. Nasıl göründüğün çok önemli!” diyerek gösterişe sürüklüyor.
Modernizm, İnsan narsisizminin ve kendisine tapınmanın zirveye çıktığı bir çağ! Kişinin benliğini ta’zîmin bu kadar yükseldiği insanlık tarihinde başka bir zaman dilimi yok! İnsanlar kendilerini kutsadıkça, Allah’tan ve ahlâktan kaçmak istiyor. Kutsal değerler keyfi davranmaya mani olduğu için bunlardan kurtulmaya çalışıyor. Bu kaçış nereye?..
Kaynak: Prof. Dr. İrfan Gündüz, Altınoluk Dergisi, Haziran 2015, 352. Sayı
YORUMLAR