Bu Kapıda Ben Yok, Sen Var!

Müslümanın benlikten sıyrılması için yapması gereken nelerdir? Kul hangi derecede benlikten sıyrılır?

«Ben» bir zamirdir ve kişinin kendinden bahsetmesi için kullanılması bir ihtiyaç hâlini alabilir. Lâkin böyle bir zamanda dahî; «Ben» dememek, başka bir çare bulmak gerektiği düşünülmüş, medeniyetimizde; kişilerin, kendilerinden «bendeniz, abd-i hakîr, fakir, abd-i âciz» gibi ifadelerle bahsetmeleri örf hâlini almıştır. Ancak bu sözleri de, yapmacık bir tevâzu ile söylemek, enâniyetten muhafaza etmez. Bilâkis bu, tevâzu sûretinde fahretmek / övünmektir.

«Ben» ifadesinden uzak durmanın gerekliliğiyle alâkalı olarak, ashâb-ı kiramdan Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- anlatır:

Bir gün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim ve kapısını çaldım. Rasûl-i Ekrem Efendimiz;

“–Kim o?” diye sordular.

“–Benim!” diye cevap verdim.

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ben, ben! (Öyle mi?!.)” diye tekrar etti. Galiba bu cevabımdan hoşlanmamıştı. (Buhârî, İsti’zân, 17)

Mevlânâ Hazretleri ise, bu hadîs-i şerifteki «benlikten geçme» nüktesini; «Sen’de, kapısına varılan Zât’ta eriyip kaybolma» hakikatine bağlayarak lirik bir hikâye sûretinde şöyle anlatır:

“Birisi geldi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu içeriden;

«–Ey güvenilir kişi, kimsin?» diye seslendi.

Kapıyı çalan;

«–Benim.» deyince, dostu;

«–Öyleyse git! Senin için henüz içeri girme zamanı değildir. Böyle bir mânevî nimetler sofrasında ham ve nâdan kişinin yeri yoktur.» dedi.

Ham ve nâdan kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, ikiyüzlülükten onu ne kurtarabilir?

O zavallı adam; kapıdan döndü, tam bir sene yollara düştü, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık âşık; ayrılık ateşi ile pişerek döndü geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir söz çıkmasın diye, bin bir endişe içinde ve yüzlerce defa edep gözeterek kapının halkasını yavaşça vurdu. Dostu içeriden;

«–Kapıyı çalan kimdir?» diye seslendi.

Adam;

«–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin.» cevabını verdi.

Dostu;

«–Mademki şimdi ‘sen’ ‘ben’sin. Ey ‘ben’ olan, ‘ben’den ibaret olan, haydi gir içeri!

Bu ev dardır; bu evde, iki ‘ben’i alacak yer yoktur.

İğneden geçirilecek bir iplik; ayrılır da iki iplik olursa, yani ucu çatallaşırsa iğneden geçmez. Mademki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden geç!» dedi.”

“Ey nefsindeki benliği alt eden kişi! Gel, içeri gir. Sen, artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi güllere şâh olansın!”

SEN YÂ RABBÎ!

Kulun;

  • Benlikten sıyrılıp,
  • Bizlik şuuruna erip,
  • «Sen yâ Rabbî!» diyerek Allâh’a ilticâ etmekle katettiği yolculukta son mertebe; «Fenâ fillâh / Allah’ta fânî olmak» makamıdır.

Bir Hak dostunun sözüyle:

Sen çıkınca aradan,

Kalır seni Yaradan!..

Yani bir kul; nefsinin hevâ, heves ve ihtiraslarını bertaraf edip rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirdiği zaman, Hakk’a râm olur, ilâhî ahlâk ile ahlâklanır, Cenâb-ı Hakk’ın dostu olur.

Bu hâle ulaşan mü’minlerin; görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifadeleri hep ilâhî nûrun cereyânı hâline gelir. Onlar âdetâ berrak bir ayna misâli, Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı durumundadırlar. Yine onlar, sadece Cenâb-ı Hakk’ın murâdına muvâfık hâl ve davranışlar sergilemeye başlarlar. Her şeye Rahmânî bir nazarla bakarlar.

Bu ulvî makam hakkında hadîs-i kudsîde şöyle buyurulur:

“Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harp îlân ederim.

Kulum, Bana en çok kendisine emrettiğim farzları îfâ ederek yaklaşır. Farzlara ilâveten işlediği nâfile ibâdetlerle de yaklaşmaya devam eder;

Nihayet;

  • Ben onu severim. Kulumu sevince de;
  • Ben; âdetâ onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.
  • Ben’den ne isterse mutlaka veririm,
  • Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38)

Bu hâl, âdetâ Sakarya’nın Karadeniz’e döküldükten sonra artık Sakarya olma vasfının kalmaması gibidir. Zira o, artık Karadeniz’de kaybolmuştur.

Bu müstesnâ hâlin tezâhürleri;

  • Kalpten mâsivânın temizlenmesidir. Yani Allah’tan uzaklaştırıcı hiçbir şeyin kalpte barınamamasıdır.
  • Mukadderâta tam bir rızâ, bunun dışında her şeye karşı isteksizliktir.
  • Tam bir itmi’nân duygusu ve her şeyini Allah yolunda bezl / bütünüyle infak hâlidir.

Bu makamın bir misâli şöyledir:

Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise bu iltifatkâr sözlere karşı gözyaşları içinde şöyle mukabelede bulundu:

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Fezâilü Ashâbi’n-Nebî, 11)

Yani Hazret-i Ebûbekir; O’ndan ayrı bir varlık gibi anılmak dahî istemiyor, Habîbullah Efendimiz’in varlığında eriyip yok olmayı arzu ediyordu. Nitekim ondaki bu fevkalâde hâl sebebiyle, Rasûlullah Efendimiz; ancak ondan malının tamamını infâk olarak kabul etmişti.

Hâsılı;

Benlik; insanın ayağına bağlanmış bir taştır, gönlüne ve bütün varlığına vurulmuş bir prangadır. Ondan kurtulmak için; cemâlî sıfatlara bürünerek, önce kardeşlik şuuruyla biz olmalıyız. Hiçliği idrâk etmeli, ilâhî dergâha acziyetimizi itiraf ederek; «Sen yâ Rabbî!» diye ilticâ etmeliyiz. Varlık iddiası ve benlik duvarından kurtulup, ilâhî vuslat deryâsına kavuşmalıyız.

Rabbimiz; duygularımızı rızâsıyla te’lîf buyursun. Benlik uçurumlarından bizleri muhafaza eylesin. Dîdârına vuslat yolunda, cümlemizi müyesser kılsın. Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ağustos, Sayı: 198

İslam ve İhsan

İNSANIN ACİZ OLUŞUNUN İTİRAFI

İnsanın Aciz Oluşunun İtirafı

NEFSİNİ BİLEN RABBİNİ DE BİLİR

Nefsini Bilen Rabbini de Bilir

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.