Bu Kelimelerin Anlamlarını Biliyor musunuz?

Bu kelimelerin anlamlarını biliyor muydunuz? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin “İslam Tefekkür Ufku” eserinde az bilinen kelimelerin anlamlarının verildiği lugatçe.

Eski Türkçe / Osmanlıca kelimelerin anlamları...

LUGATÇE | ESKİ KELİMELER

âbâd: Mâmur, şen, bayındır.

âfak: 1. Ufuklar. 2. Görüş ve dönüş sınırları. 3. Dış âlem.

âhâd (hadis): Râvî sayısı bakımından mütevâtir derecesine ulaşmayan, yani ilk kaynağından itibaren her nesilde yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmeyen, râvî sayısı herhangi bir nesilde üç veya altına düşebilen hadisler.

ahî: 1. Kardeş. 2. Ahî ocağına mensup kişi.

ahkâm: Hükümler, emirler.

ahlâk-ı hamîde: Medhedilen güzel huylar, güzel ahlâk.

ahvâl: 1. Hâller. 2. Oluşlar, durum, vaziyet.

akâid: Akîdeler, İslâm’ın inanç ve îman esasları.

akdetmek: Mukâvele, muâhede, sözleşme yapmak.

âkıbet: 1. Son, nihâyet, âhir, netice. 2. Sonunda.

akıl-bâliğ: Ergenlik çağına gelmiş, bülûğa ermiş olan.

akîde: İtikad, îman, dînî inanış.

akl-ı selîm: Doğru karar verebilen, selâmete ermiş akıl; sağduyu.

aksiyon: 1. Bir düşünce veya görüşü fikrî plândan fiilî plâna aktarma. 2. Başkasında veya başka bir şeyde değişiklik yapma, tesir etme gücü.

akvâl: Kaviller, sözler.

alâmet-i fârika: 1. Ayırıcı, ayrılmasına sebep olan vasıf. 2. Karakteristik özellik.

alâyiş: Debdebe, süs, gösteriş.

alem: 1. İşaret, alâmet, nişan, iz. 2. Bayrak, sancak. 3. Minare ve bayrak direklerinin tepesindeki hilâl, lâle vb. şekillerdeki tepelik.

âlem-şümûl: Âlemi kaplamış, dünya çapında, cihan-şümûl.

alenen: Açıktan, açıkça, gizlemeden.

aleyhillâne: “Lanet onun üzerine olsun!” mânâsında şeytandan bahsedilirken kullanılan bir söz.

âlî: Yüksek, yüce, büyük, ulu.

âlîcenaplık: İyilikseverlik, faziletkârlık, cömertlik.

amel-i sâlih: İhlâsla ve sırf rızâ-yı ilâhî için yapılan, farz, vâcib, sünnet veya müstehab hükmü bulunan, hayırlı iş, ibadet, yüksek ahlâk tezâhürleri.

amelî: 1. Amelle, işle, fiille ilgili. 2. İşe dayanan; nazarî, teorik olmayan, tatbikî.

âmil: 1. Sebep. 2. İşleyen, yapan.

âmiyâne: Bayağı, âdice, kabaca.

âmme: Umum, toplum, kamu.

an’ane: Nesilden nesile aktarılagelen örf, âdet, gelenek.

apolet: 1. Resmî ve daha çok askerî üniformaların omuz kısmına takılan, rütbe durumuna göre değişiklik gösteren yün, ipek veya sırma parça. 2. Mecâzen; mevki, makam, unvan, titr.

ârızî: 1. Tabiî, irsî olmayıp sonradan meydana gelen. 2. Sıradışı, fevkalâde. 3. Geçici, eğreti.

ârif: 1. Bilen, âşinâ. 2. Hakk’ı ve eserini lâyıkıyla anlayıp bilen, mârifet ve hakîkat bilgisine erişen.

Arz: Dünya, yeryüzü.

arz-ı endâm: 1. Boy gösterme, ortaya çıkma, görünme. 2. Gösteriş.

asabiyet: 1. Sinirlilik, asabî mizaçlılık. 2. Akrabalık, soy yakınlığı. 3. Akraba, soy, kavim, vatan, millet, din vb. gayreti gütmek.

asimilasyon: Kendine benzetme, benzetiş. asimile olmak: Benzeşmek, bir topluluk içinde kaybolmak.

âşinâ: 1. Tanıdık, bildik, yabancı olmayan. 2. Bilgi sahibi, anlayacak kadar bilen, vâkıf.

atâlet: 1. İşsizlik, boş durma. 2. Tembellik.

ateizm: Allâh’ın varlığını inkâr etme, Tanrı tanımazlık.

âtıl: İşsiz, işlemez, battal, tembel.

avam: 1. Halk, halkın büyük kısmı. 2. Aşağı tabaka, câhil kesim.

avdet: Geri geliş, dönüş.

avene: 1. Yardımcılar, arkadaşlar, yanında bulunanlar. 2. Kötü işte yardım edenler. 3. Kafadarlar, yardakçılar.

ayân: Belli, açık, meydanda.

âzâde: Kayıtlardan, bağlardan kurtulmuş; serbest, hür.

azamet: 1. Büyüklük, ululuk. 2. Kibir, gurur, büyüklenme.

azîmüşşân: Şânı büyük olan.

bahs-i diğer: Başka bir konu.

bâkī: 1. Dâimî, kalıcı, ölümsüz. 2. Allâh’ın sıfatlarından.

bakiye: Artan, geri kalan, artık.

bâr: 1. Ağırlık, yük. 2. Sıkıntı, üzüntü.

barem: 1. Her işlem için ayrı hesap yapılmadan, belli formülleri rakam ve oranlara uygulama esasına göre hazırlanan cetvel. 2. Maaş ve derece miktarlarını belirtmek için hazırlanan cetvel.

bâriz: Açık, besbelli, âşikâr, zâhir.

barometre: 1. Hava basıncını ölçen âlet. 2. Hassas âlet.

basîret: 1. Kalp ile görme, doğru görüş, uyanıklık. 2. Sezgi, uzağı görme.

bâtıl: 1. Boş, beyhûde, yalan, çürük. 2. Doğru ve gerçeğin zıddı. 3. Hükümsüz.

bâtın: 1. İç. 2. İç yüz. 3. Gizli, görünmeyen.

bâtınî: 1. İçte olan, iç âlemle, sırla ilgili. 2. Kur’ân-ı Kerîm’i, zâhirî mânâsı üzerinde durmayıp dînî emirleri gereksiz sayacak şekilde mecâzî mânâlar vererek te’vil ve tefsir eden bâtıl mezhep, sapık fırka, bâtıniye.

bedbin: Kötümser, karamsar.

bedîhî: İspat ve delil gerektirmeyecek kadar açık, besbelli.

beis: Zarar, ziyan, mahzur.

bekā: 1. Bâkîlik, ebedîlik, sonu olmama. 2. Kalıcılık, devamlılık, zevâl bulmama.

belâgat: Edebiyat kâideleri ilmi. Söz ve yazıda düzgün, sanatlı ve tesirli ifâde.

berâet-i zimmet: 1. Borcu olmama, borçsuzluk. 2. Aksi ispat edilinceye kadar suçsuz sayılma.

berekât: 1. Bolluklar. 2. Hayırlar, saâdetler.

berî: 1. Kirli işe karışmamış, temiz, pâk. 2. Kurtulmuş, âzâde, sâlim.

beşer: İnsan, Âdemoğlu. beşerî: İnsana has, insanla ilgili. beşeriyet: İnsanlık, insanoğulları, Âdemoğulları.

bevl: İdrar, çiş.

beytülmâl: İslâm hukûkunda mâliye hazinesi.

bîat: 1. Devlet reisine sadâkat ve itaati bildiren ve ekseriyetle el tutma sûretiyle yapılan ahitleşme. 2. Bir kimsenin hâkimiyetini tanıma, itaat bildirme.

bid’at: 1. Sonradan meydana çıkan şey. 2. Peygamber Efendimiz zamanından sonra dinde ortaya çıkan şey.

bîgâne: 1. Tanıdık olmayan, yabancı. 2. İlgisiz.

bihakkın: Hakkıyla, tamamıyla, lâyıkıyla.

bilâ-bedel: Bedelsiz.

bi’l-kuvve: Düşünce ve tasavvur hâlinde, fiile dönüşmemiş, potansiyel olarak; bi’l-fiilin zıddı.

binâenaleyh: Bundan dolayı, bundan ötürü.

bîtaraf: Tarafsız.

bizâtihî: Kendisi, kendiliğinden, kendinden.

bohem: Daha ziyâde, mâneviyattan uzak fikir ve sanat çevrelerinde yaşanan başıboş, serseri hayatı.

buğz: Düşmanlık hissi, nefret, kin.

burjuva: 1. Orta tabaka, Avrupa’da işçi sınıfıyla aristokrasi arasındaki sınıf, tüccar ve sanayici sınıfı. 2. Şehirli. 3. Zengin.

Câferî: İmam Câfer-i Sâdık’a bağlı olanların kurduğu Şiî mezhebinden olan kimse.

câlib-i dikkat: Dikkat çeken.

cârî: 1. Cereyân eden, akan, akıcı. 2. Geçerli, yürürlükte.

cebir: 1. Zor, zorlama, baskı. 2. Sayılar ilmi. Matematiğin meseleleri denklemlere çevirerek çözen kolu.

cebrî: Cebir kullanarak, mecburî, zorla.

cehd: Çalışma, çabalama.

celâdet: Yiğitlik, kahramanlık, metânet.

celâl: 1. Ululuk, büyüklük, azamet. 2. Allâh’ın “Kahhâr, Cebbâr, Mütekebbir” gibi sertlik ve büyüklük ifâde eden sıfatları (celâl sıfatları).

celpnâme: Celp kağıdı, yazılı mahkeme çağrısı.

cem: Toplama, toplanma, bir araya getirme.

cemâdat: Cansız varlıklar.

cemâl: 1. Yüz güzelliği. 2. Güzellik, iç ve dış güzelliği. 3. Allâh’ın rahmetiyle tecellîsi. Celâl’in karşılığı.

cemâlî sıfat: Allah Teâlâ’nın lûtuf, ihsan ve merhametine delâlet eden vasıfları.

cemî: Çokluk.

cevaz: Câiz olma, yasak olmama, izin, müsâade.

cevvâliyet: Çok hareketlilik, canlılık, akışkanlık.

cezb: Kendine çekme.

cezbe: 1. Rûhî heyecan ve coşkunluk. 2. Tasavvufta Allah Teâlâ’nın kulunu kendine çekmesi ve bundan doğan mânevî hâl, vecd hâli.

cidâl: 1. Kavga, mücâdele. 2. Tartışma.

cihan-şümûl: 1. Her yanı kaplayan. 2. Dünya çapında, Dünya ölçüsünde.

cizye: İslâm ülkelerinde hristiyanlardan veya müslüman olmayanlardan, himâye ve askerlikten muâfiyet karşılığı alınan baş vergisi.

cuma selâmlığı: Padişahın cuma namazına gitmesi dolayısıyla düzenlenen tören, cuma alayı.

cüz’î irâde: Allah -celle celâlühû- tarafından insanlara verilmiş olan irâde, insanın tercih gücü.

cüz’î: Az, pek az, az miktarda.

daktiloskopi: Antropoloji ilmi araştırmalarında, kimlik tespitinde ve özellikle adlî olaylarda suçluyu bulmaya yardımcı olan parmak izi incelemesi usûlü.

dalâlet: Sapıtma, doğru yoldan ayrılma, azma, bâtıla yönelme.

darb-ı mesel: Özlü söz, atasözü.

deizm: Allâh’ın varlığını ve tabiî dîni kabul eden, vahyi ve peygamberleri reddeden felsefî doktrin, Yaratancılık.

demagog: Halkın hoşuna gidecek şekilde konuşarak onu avlayan, demagoji yapan, mugâlatacı.

derebeyi: 1. Ortaçağ Avrupasında feodal hükümdar, toprak soylusu. 2. Zorba.

dermatoloji: Cilt hastalıkları, cildiye.

dersiâm: Talebeye, medreseliye ve herkese ders vermeye yetkili bulunan kimse.

deruhte: Üstlenme, taahhüd etme.

derûnî: İçten, gönülden.

devr-i risâlet: Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in insanları îmâna dâvet ettiği peygamberlik günleri.

diğergâm: Başkalarını düşünen.

dinamizm: 1. Dinamiklik, hareketlilik, faallik. 2. Dinamik olmayı sağlayan âmil.

dirâyet: Zekâ, bilgi, kavrayış.

dogmatizm: Dogmaya bağlı düşünce şekli, tenkitsiz ve delilsiz tasdik etme, dogmacılık, nascılık.

dûçâr: Giriftâr olmuş, mübtelâ olmuş, tutulmuş.

ecnebî: 1. Yabancı, garip, bîgâne. 2. Başka bir devletin tebaası olan.

edille-i şer’iyye: Fıkhın esas dayanakları, Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas.

ef’âl: Fiiller, işler.

efkâr-ı umûmiye: Umûmun düşüncesi, genel kanaat, kamuoyu, halk efkârı.

ego: 1. Ben, öz benlik. 2. Nefs. egoist: Bencil, dâimâ kendini düşünen kimse. egoizm: Bencillik, egoistlik.

ehl-i kitâb: Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân’dan birine inanan. (Daha ziyade yahudî ve hristiyanları ifade etmek için kullanılır.)

ehl-i salîb: Haçlılar, hristiyanlar.

ekber: Daha büyük, en büyük, âzam.

ekseriyâ: En çoğu, en fazlası, en çok; çokluk.

emannâme: Düşmana verilen emniyette olduklarını bildirir kâğıt.

emâre: Alâmet, nişan, iz, eser, ipucu.

emperyalizm: 1. Sınır genişletme, yayılma hırsı; istilâ siyaseti. 2. Başka ülkeleri ve toplumları siyasî, iktisadî, dinî ve kültürel bakımdan tesir altına alma faaliyeti; sömürgecilik.

emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-mün­ker: İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak.

enâniyet: Bencillik, hodgâmlık, egoistlik.

enfüs: Ruhlar, canlar, yaşayanlar, hayat sahipleri.

engizisyon: Eskiden hristiyan âleminde farklı inanç taşıyanları cezalandırmak maksadıyla kurulan mahkeme.

entelektüel: Fikrî meseleler veya bununla uğraşan kişi, münevver, ziyâlı, aydın.

envâ: Neviler, çeşitler.

esbâb-ı mûcibe: Gerekçe.

eskāl: Ağırlıklar, ağır yükler.

esmâ: İsimler. esmâ-i ilâhiyye: Allah Teâlâ’nın isimleri.

eşref-i mahlûkat: Yaratılmışların en şereflisi insan.

etik: Ahlâk, ahlâk bilimi, ahlâk felsefesi.

evham: Vehimler, kuşkular, endişeler, kuruntular.

evlâ: 1. Birinci, daha önce gelen. 2. Daha iyi, daha uygun.

ezcümle: 1. Bu cümleden olarak, örnek olarak 2. Özellikle, bilhassa.

ezel: 1. Başlangıçsızlık; öncesi olmamak. 2. Ruhların yaratıldığı zaman.

fâil: Yapan, eden, işleyen, âmil.

Fâil-i Mutlak: Fiillerin hakikî, gerçek sahibi Allah Teâlâ.

fâ­nî olmak: 1. Ölümlü, gelip geçici olmak. 2. Bir şeyin içinde kaybolmak.

faraza: 1. Farz edelim ki, tutalım ki, sayalım ki, bilfarz. 2. Söz gelişi.

farazî: Farz etme esasına dayanan, var saymaya dayalı, zannî, tahminî.

fârik (fârika): Fark eden, ayıran.

farz-ı ayn: Mükellef olan herkes tarafından mutlaka yerine getirilmesi îcâb eden farz.

farz-ı kifâye: (Cenaze namazı gibi) bir veya yeterli sayıda kişi tarafından yerine getirilmesi ile başkaları üzerinden kalkan farz.

farziyet: 1. Farz hükmü. 2. Terki günah ve cezâyı mûcip bir şeyin yapılmasındaki mecburiyet.

fâsık: Allâh’ın emirlerini tanımayan, sapkın, günahkâr, kötülük eden.

fâsit: 1. Kötü, fenâ, yanlış, bozuk. 2. Münâfık, fesat çıkaran.

faşizm: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya’da ortaya çıkan, antikomünist, devletçi, toplumcu ve milliyetçi hareket ve idare tarzı. Alman Nazizmi, İspanyol Falanjizmi, Arjantin Peronizmi gibi bazı hareketler de bu adla anılmışlardır.

fâzıl: Fazîlet sahibi, fâik, üstün.

fazl u ihsan: Bolca lûtuf ve hayırda bulunmak.

fazl u kerem: İyilik, fazîlet, lûtuf, cömertlik.

fem-i saâdet: Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in mübarek ağzı.

feminist: 1. Feminizm taraftarı. 2. Erkek düşmanı (kadın).

feminizm: 1. Toplumda cinsiyet farklarına dayanan rol ve işbölümünü reddederek kadın haklarını ve kadın-erkek eşitliğini savunan akım. 2. Erkek düşmanlığı.

feodal: Topraklarını feodalite sistemine göre idare eden büyük toprak sahibi, derebeyi.

ferâgat: 1. Hakkından isteyerek vazgeçme. 2. Affetme.

ferâiz: 1. Farîzalar. 2. Ölen bir kimsenin ardında bıraktığı malların taksimi ile ilgili İslâmî ilim. 3. Miras payları.

fer’î: 1. Aslî olmayan, kısmî, ikinci derecede. 2. Teferruat, detay.

fevrî: 1. Ansızın, birdenbire. 2. Hiddetle, düşünmeden, hesaplamadan (yapılan hareket).

fırka: 1. Topluluk, insan kalabalığı. 2. Cemaat, cemiyet, parti.

fısk u fücur: 1. Hak yolundan çıkma, Allah Teâlâ’ya karşı nankörlük ve isyân etme. 2. Sefâhate dalma. 3. Ahlâksızlık.

fıtrat: Yaratılış, tabiat. fıtrî: Yaratılıştan olan, tabiî, doğuştan.

fiiliyat: Fiil olarak gerçekleştirilen, yapılan, lâfta kalmayanlar.

fikriyat: 1. Fikre âit işler, fikrî işler. 2. İdeoloji, fikir sistemi.

firâset: Mânen kavrama, anlama, sezme kâbiliyeti.

fukahâ: Fakihler, fıkıh âlimleri.

fuzûlî: 1. Lüzumsuz, gereksiz, yersiz, boşuna. 2. Haksız, haksız yere.

fücur: 1. Günah, zinâ. 2. Günahkârlık, ahlâkça düşkünlük.

fütuhât: Fetihler, zaferler, muvaffakıyetler, mânevî açılımlar.

gabn-i fâhiş: Çok aşırı kâr.

Gafûr: Bağışlaması, affı, mağfireti bol olan; Allâh’ın sıfatlarından.

gâib: 1. Bulunmayan, hazır olmayan, kayıp. 2. Bilinmeyen âlem.

galebe: Gâlip gelme, üstünlük, zafer.

garâbet: Tuhaflık, yadırganacak hâl, gariplik.

garâip: 1. Garip, acayip, şaşılacak şeyler. 2. Tuhaflıklar.

garaz: 1. Kötü kasıt, düşmanca niyet. 2. Maksat, gâye, niyet. 3. Hınç. garazkâr: Garazı olan, kötü kasıt sahibi.

gâsıp: Gasp eden, zorla alan, zorba.

gayb: 1. Bulunmayan, gizli olan, kayıp, göze görünmeyen şey. 2. Bilinmeyen âlem, meçhul şeyler. gaybî: Gayba âit, gayba mahsus, gayba bağlı.

gayr-i irâdî: Elinde olmadan, istemeksizin, farkında olmadan.

gayr-i meşrû: Meşrû olmayan, yolsuz.

gayr-i sahih: Doğru olmayan, yanlış, hatalı.

gazve: 1. Akın, gazâ, cenk, savaş. 2. Din düşmanları üzerine yapılan sefer.

gıyâb: Bulunmama, hazır olmama, uzakta olma.

giriftâr: 1. Tutulmuş, yakalanmış, esir. 2. Müptela, tutkun, düşkün.

güzîde: Seçkin, mümtaz.

Ğafûr: Bağışlaması, affı, mağfireti bol olan (Allâh’ın sıfatlarından).

habîb: 1. Sevilen, sevgili. 2. Habîbullah “Allâh’ın sevgilisi” sözünün kısaltılmışı olarak Hazret-i Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem.

hacir: Bir şahsın bunama, mahkûmiyet vb. sebeplerle kendi malları üzerindeki tasarruf hakkını kullanmasının kanun yoluyla yasaklanması, kısıt.

hadd-i lâyık: Gerektiği miktar, kararında ölçü.

hâdim: Hizmetkâr.

hâdisat: Hâdiseler, olaylar.

hâiz: Mâlik, sahip, taşıyan.

hâkezâ: Böylece, bu sûretle, bunun gibi.

hak­ka’l-yakîn: Gerçekliğine hiç şüphe olmayan.

hakkâniyet: Hakka uygunluk, dürüstlük, adâlet, insaflı hareket.

hâlet-i rûhiye: Ruh hâli, insanın psikolojik durumu.

Hâlık: Allah Teâlâ’nın isimlerinden; yaratan, yoktan var eden.

hâlisâne: Samimî ve iyi hislerle dolu olarak.

hâlisiyet: Doğruluk, hilesizlik, hâlislik.

halketmek: Yaratmak, yoktan var etmek.

hall u fasl etmek: Sona erdirmek, müsbet bir neticeye bağlamak, açıklayarak bitirmek.

hamâkat: Anlama kıtlığı, bönlük, ahmaklık.

hamâset: 1. Yiğitlik, kahramanlık. 2. Savaşta gösterilen kahramanlık, cesaret. 3. Mübalağalı, boş övünmeler.

hamdele: “Elhamdülillâh”ın kısa şekli. Kitapların başında besmeleden sonra gelen, Allâh’a hamd ifadeleri.

hâmî: Himâye eden, koruyan, sahip çıkan, gözeten.

hanîf: 1. Allâh’ın birliğine inanan; Hak dine tâbî olan, Hazret-i Muhammed’in tebliğinden önce de tek Allâh’a inanan. 2. İslâm inancına sıkı ve samimî olarak bağlanan.

hâre: Bazı cisimlerin ve eşyaların üzerinde görülen damar damar dalgalı çizgiler.

hâs: 1. Bir kimseye, bir şeye âit, mahsus; hususî. 2. İyi cins, yüksek kalite, hâlis. 3. İleri gelen, seçkin.

hasbeten lillâh: Allah rızâsı için, maddî karşılık beklemeden.

hasenât: İyilikler, hayırlı işler.

hasım: 1. Düşman. 2. Bir işte, yarışta veya dâvâda karşı taraf, dâvâlı, rakip.

haslet: 1. Yaratılıştan, doğuştan gelen husûsiyet, huy. 2. Güzel huy, iyi husûsiyet.

hâtem: 1. Mühür, damga. 2. Son, en son.

havâic-i asliye: Aslî ihtiyaçlar. Bir kimsenin aslî ihtiyacı kabul edildiği için dînen zekâttan muaf tutulan ev, ev eşyası, dükkân, elbise, araba vs. eşyalar.

havârî: 1. Yardımcı. 2. Peygamberlerin tebliğâtını yaymada yardımları dokunan kimseler. 3. Hazret-i Îsâ’nın on iki yardımcısından her biri.

havâs: 1. Seçkinler, büyükler, haslar, üstün olanlar. 2. Okumuş, kültürlü, münevver kimseler. 3. Tarikat mensupları.

havâssü’l-havâs: Dînî ve mânevî hayatı en kâmil şekilde yaşayan, en seçkin, yüksek hassâsiyet sahibi kimseler.

havra: Yahudilerin ibadethanesi, sinagog.

hayırhah: Herkesin iyiliğini isteyen, hayır dileyen, iyilik sever.

hayrat: 1. Hayırlar, hayır işleri. 2. Hayır yapılan yer. 3. Zekât dışındaki infaklar, bağışlar.

hayru’l-halef: 1. Hayırlı evlât. 2. Bir kişiden sonra onun yerine gelen hayırlı kimse.

haysiyet: Değer, kıymet, şeref, îtibar.

hâzır: İstenen yerde bulunan, mevcut olan.

hengâm: Zaman, çağ, sıra.

hercümerc: Karışıklık, kargaşa, alt üst olma.

hevâ: 1. Nefse âit şeylere duyulan istek, arzu. 2. Nefsânî zevkler, düşkünlükler.

hezeyan: 1. Saçmalama, abuk sabuk konuşma, herze. 2. Sayıklama.

hikmet: 1. Yüksek bilgi. 2. Sebep, gizli sebep. 3. Öğüt verici, kısa ve öğretici ahlâkî söz.

hilâf: 1. Karşı, zıt, aykırı, ters. 2. Anlaşmazlık, muhalefet. 3. Cayma, vazgeçme.

hilm: Yumuşak huyluluk, sakinlik, halim-selimlik.

himmet: 1. Yardım, ihsan. 2. Mânevî yardım, rûhânî imdat.

hissiyat: Hisler, duyuşlar.

hodgâm: Bencil, sırf kendi menfaatini düşünen.

hoyrat: 1. Kaba-saba, biçimsiz. 2. Sert davranan, hırpalayan, muâmele bilmez, nezaketsiz. 3. Huysuz.

hulefâ-i râşidîn: Râşid halîfeler, ilk dört İslâm halîfesi.

hunhar: Kan içen, kan döken, zâlim.

hurâfe: 1. Dînî bilgiler arasına karışmış olan yanlış, bâtıl inanç. 2. Mânâsız söz.

huruç: 1. Çıkma, dışına çıkma, çıkış. 2. İsyan, ayaklanma.

hurûfî: Harflerden varlık ve yaratılış hakkında mânâlar çıkarma esasına dayanan tarikatı benimsemiş kimse.

husûmet: 1. Düşmanlık, hasımlık. 2. Zıddiyet, karşıtlık.

husûsiyet: Ayırıcı vasıf, özellik.

huşû: Allah Teâlâ’ya karşı korku ve sevgi ile boyun eğme.

huzur dersi: Padişahın huzûrunda yapılan ders ve ilmî münâzara.

hüsnükabul: İyi karşılama, saygı ve sevgi gösterme.

hüsn-i şehâdet: Bir şey veya kişi hakkında güzel ve iyi şâhitlikte bulunma.

hüsnüzan: Bir şey veya bir kimse için iyi kanaate sahip olma.

ıstılah: 1. İlim, sanat, ihtisas kelimesi. 2. Hususî mânâda kullanılan, herkesçe anlaşılmayan tâbir.

ibâdullâh: Allâh’ın kulları, insanlar.

ibkā: Bırakma, yerinde durdurma.

icbar: Cebretme, zorlama, mecbur etme.

icmâ-i ümmet: Ümmetin, bütün müslümanların daha çok da meseleye vâkıf olan âlimlerin bir konuda ittifak etmeleri.

içtihad: Fıkıhta söz sahibi büyük âlimlerin Kur’ân ve Sünnet’e dayanarak ortaya koydukları şer’î düstur.

içtimâî: Sosyal, toplumla alâkalı.

idâme: Devam ettirme, sürdürme.

ide: Fikrin yöneldiği şey, zihnin bir konuda sahip olduğu fikir, tasavvur.

ideal: 1. Sadece düşüncede var olan. 2. En kusursuz, güzel ve olgun örnek, mükemmel. 3. Ulaşılmak istenen örnek, varılmak istenen gâye, mefkûre.

idealize: 1. İdeal hâlde olan. 2. Varlıklara onların maddî varlığını aşan ulvî bir mânâ kazandırma.

idealizm: 1. Varlığı fikre dayandıran, fikir dışında objektif gerçeğin olamayacağını ileri süren felsefî doktrin, fikircilik, mefkûrecilik, ülkücülük. 2. İdeali hedef alma; bir ideale, davaya, ülküye bağlı olma.

idefiks: Sabit fikir, saplantı.

ideoloji: Kendi içinde bütünlüğü olan siyasî, iktisadî, içtimâî sistem düşüncesine sahip, inanç, his ve fikir bütünü.

idlâl: Dalâlete düşürme, doğru yoldan çıkarma, azdırma.

ifrat: Aşırılık, haddi aşmak.

ifsâd etmek: Fesat çıkarmak, bozmak, karıştırmak.

iğvâ: Azdırma, yoldan çıkarma, ayartma.

ihâta: 1. Bir şeyi kuşatma, çevirme, kavrama. 2. Zihnen, aklen kavrama, anlama.

ihdâs: Meydana getirme, ortaya çıkarma.

ihsan: 1. Bağış olarak verme, yardım, iyilik, lûtuf. 2. Bağışlanan şey. 3. Allâh’ı görüyormuş gibi yaşanan kulluk hayatı ve kalbî kıvam.

ihtikâr: Halkın yiyecek ve içecek gibi zarurî ihtiyaçlarını ucuz ucuz toplayıp fırsat bulunca pahalı satma, vurgunculuk.

ihtilâç: 1. Çalkantı, karmaşa, çarpıntı, buhran. 2. Seğirme, kasların gayr-i ihtiyârî kasılması.

ihtilât: Karışıp görüşme, beraber yaşama.

ihyâ: 1. Hayat verme, canlandırma, diriltme, güçlendirme, tazeleme, onarma, şenlendirme. 2. Bir vakti ibadetle geçirme.

ikbâl: 1. Baht, tâlih. 2. Birine doğru dönme. 3. İşlerin yolunda gitmesi.

ikrah: 1. Birine zorla iş yaptırma. 2. İğrenme, tiksinme.

ikrar: 1. İnancını, fikrini açıkça söyleme. 2. Tasdîk, kabul. 3. Îtiraf.

iktibas: 1. Ödünç alma. 2. Bir kelimeyi, bir cümleyi veya bunların mânâlarını olduğu gibi alma, aktarma.

iktifâ: Kâfî bulma, yeter sayma, yetinme, kanaat.

iktisâdî: 1. Ekonomik. 2. İktisatla, tutumlulukla ilgili.

i‘lâ-yı kelimetullah: Allah -celle celâlühû-’nun kelâmı Kur’ân’ı ve İslâmiyet’i yüceltme.

ilgâ: Lağvetme, varlığını kaldırma, hükümsüz kılma, iptal etme, feshetme.

ilkā: 1. Koyma, bırakma, atma. 2. İndirme.

illet: 1. Hastalık, maraz. 2. Sakatlık, bozukluk. 3. Sebep.

ilm-i kül: Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan sonsuz ilmi.

ilm-i nâfî: Faydalı ilim.

iltimas: 1. Tutma, kayırma, arkalama. 2. Rica.

ilzâm: Tartışmada mat etme, cevap veremez duruma düşürme.

imâret: 1. Mimarî eserler. 2. Hayrat, yoksullara yardım etmek maksadıyla meydana getirilen kuruluş.

imtiyaz: 1. Başkalarına tanınandan fazla hak ve imkân tanıma. 2. Fark, ayrıcalık, üstünlük. 3. Bir iş konusunda sadece bir kuruluşa veya kişiye verilen ruhsat.

inâyet: 1. Dikkat, gayret, özenme. 2. Lûtuf, ihsan, iyilik.

incizâb: Cezbedilme, çekilme.

infiâl: Bir tavır veya durum karşısında kırılma, gücenme, içerleme ve buna karşı tepki gösterme.

inhiraf: Doğru yoldan çıkma.

in’ikâs: Akislenme, yansıma.

inkıtâ: 1. Devamlı olmama, kesinti. 2. Sona erme.

inkişaf: 1. Açılma. 2. Büyüme, gelişme. 3. Meydana çıkma.

insicam: Düzgün gidiş, uyumluluk.

insiyâkî: His ve sevk-i tabiî ile vâkî olan.

intibâ: Bir eşya, kişi veya hâdisenin zihinde bıraktığı iz, tesir.

intibah: 1. Uyanma, uyanıklık. 2. Göz açıklığı.

intibak: Çeşitli durumlara uyum kâbiliyeti.

intişar: 1. Yayılma, dağılma. 2. Neşrolunma, yayımlanma. 3. Yaygınlaşma.

intizam: Düzenlilik, düzgünlük, tertip.

iptidâî: 1. İlkle, başlangıçla ilgili. 2. Basit. 3. Ham, işlenmemiş.

îrâd etmek: Söylemek.

irâde: Bir şeyi yapıp yapmama hususunda karar verebilme ve bu kararı yürütebilme kudreti.

irsî: 1. İrsle, soyaçekimle ilgili, soydan geçme. 2. Mirasla ilgili.

irşad: 1. Hak yolu, doğru yolu gösterme, uyarma. 2. Tasavvufta, mürşidin Allah yolunu göstermesi.

irtidad: İslâm dînini bırakmak, dinden dönmek.

irtikâb: Kötü, fenâ, günah teşkil edecek bir şey yapma.

îsâr: Kendisi muhtaç olduğu hâlde nefsinden ferâgat edip bir başka muhtacın ihtiyacını gidermeyi tercih etme.

isnâd: 1. Bir durumu bir şahsa ve sebebe bağlama. 2. Peygamberimiz’e âit hadislerin kimlerin rivâyeti olduğunu gösterme.

istîdat: 1. Bir şeyin kabûlüne, kazanılmasına olan tabiî meyil, kâbiliyet. 2. Akıllılık. 3. Anlayışlılık.

istidlâl: Delile dayanma, delile dayanarak sonuç çıkarma.

istiğnâ: 1. Aza kanaat etme, tok gözlü olma. 2. İhtiyaçsızlık.

istiğrak: 1. Dalma, içe gömülme. 2. Kendinden geçip dünyayı unutma. 3. Boğulma.

istihdam: Hizmete alma, bir işte çalıştırma.

istihfâf: Hafife alma, önemsiz görme, alay etme.

istihkāk: 1. Hak etme, hak kazanma. 2. Hizmet karşılığı istenen ücret.

istihkār: Küçümseme, hor ve hakir görme.

istimlâk: Bir mülkün, devlet tarafından topluluğun menfaati için satın alınması, kamulaştırma.

istinâd: 1. Dayanma. 2. Güvenme. 3. Senet, delil, hüccet. istinâden: Dayanarak, güvenerek, delil kabul ederek.

istismâr: 1. İyi niyeti kötüye kullanma. 2. Faydalanma. 3. Menfaat sağlama.

işârî: İşareten, asıl mânânın ihtivâ ettiği diğer mânâlar.

iştiyak: Çok arzu etme, özleme, tahassür.

ithâm etmek: Töhmet altında tutmak, suçlamak, suç veya kabahat isnâd etmek.

îtidâl: 1. Aşırı olmama, ortalama hâlde olma, ölçülülük. 2. Uygunluk. 3. Eşit olma, denge.

îtikad: 1. Bir fikre, bir inanca bağlanma, inanma. 2. Bir din veya mezhebin temel inanç değerleri. 3. Allâh’a kalbî bağlılık, kesin inanma.

itmi’nân: Huzur bulma, sekînete erme, emîn olma, birine inanma, güvenme, kat’î olarak bilme.

ittibâ: Tâbî olma, uyma, ardı sıra gitme.

ivaz: 1. Bedel, karşılık, bir şeye karşılık olarak verilen şey. 2. Taviz.

iz’an: 1. Anlayış, kavrayış, akıl. 2. Terbiye, edep.

izâfe: 1. Yakıştırma, bağlama. 2. Katma, ekleme.

izâfî: Bir şeye bağlı olarak değişebilen, değişken.

izâle: Giderme, ortadan kaldırma.

izdivaç: Evlilik, evlenmek.

jeoloji: Yerkürenin ve yeryüzü şekillerinin geçmiş devrelerini ve bugüne kadarki gelişimini inceleyen ilim dalı.

kâ‘bına varılmaz: Topuğuna bile ulaşılamaz yücelikte olan, erişilmez derece ve üstünlük.

kabîl: Cins, soy, tür, sınıf, çeşit.

kadim: Çok eski zamanlara âit, târihî.

kahır: Büyük üzüntü, derin acı.

kâhin: Gâipten haber verme, gelecekle ilgili şeyleri bilme iddiasında bulunan, kehânet yapan kimse.

kâhir: Üstün, ezici, baskın.

kāim: 1. Kıyamda olan, ayakta duran. 2. Bir kişinin yerini tutan, yerine geçen.

kāl: Söz, lâf, söz dizisi.

kalb-i selîm: Allâh’ın râzı olduğu temiz gönül, fıtrî sâfiyeti bozulmamış kalp.

kamerî: Ay’la ilgili, Ay’a âit, Ay’a has.

kâmus: Sözlük, lügat.

kartel: Ticârî veya sınâî müesseselerin, başka müesseseleri güçsüz bırakmak ve daha fazla kâr sağlamak maksadıyla meydana getirdikleri haksız rekabete dayanan birlik.

kasem: Yemin, and.

kasvet: İç sıkıntısı, gam keder, tasa.

kavl: 1. Söz. 2. Karar, sözleşme. 3. Fiiliyâta dökülmeyen, sözde kalan şey. kavlî: Sözle ilgili, söz olarak.

kavmiyet: Kavmine bağlı olma hâli, milliyetçilik.

keffâret: Yanlışlıkla veya mecbûriyet sonucu işlenen günahın bağışlatılması için şer’î olarak verilen sadaka veya tutulan oruç.

kelp: Köpek.

kemâl-i hürmet: Bir şeye veya bir kimseye değer vermekten ileri gelen ölçülü davranma hissinin zirvesi, çekinme ile karışık bir sevginin verdiği dikkat ve îtinâ duygusunun en üst derecesi.

kerâhat: 1. İğrenme, nefret etme, tiksinme. 2. Bir işi zorla, mecbûriyet yüzünden yapma. 3. Dinî bakımdan haram sayılmamış olmakla beraber, harama yakın sayılan fiil veya şey.

kerhen:1. İğrenerek, tiksinerek. 2. İstemeyerek, zor gücüyle.

kerih: İğrenç, tiksindirici, çirkin, pis, murdar, menfur.

kesret: 1. Çokluk, bolluk, fazlalık. 2. Vahdetin zıddı, kalabalık.

keşiş: Hristiyan rahibi, papaz, evlenmeyen manastır rahibi.

kevnî: Varlık âlemiyle, mevcûdiyetle, yaratılışla ilgili.

keyfiyet: 1. Bir şeyin nasıl olduğu, hâl, durum, nitelik, kalite. 2. İş, hâdise.

kezâ: Böyle, aynı şekilde.

kıstas: 1. Ölçü, miyar, nisbet. 2. Büyük terazi, mizan.

kıtâl: Vuruşma, cenk, savaş; birbirini öldürme.

kıyâs-ı fukahâ: Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan meselelere dâir, üzerine âyet ve hadis olan benzerlerine göre âlimler tarafından verilen hüküm.

Kızıl Elma: 1. Ulaşılması gereken, varılmak istenen hedef, büyük ülkü, yüce ideal. 2. Eskiden Bizans (İstanbul) ve İstanbul’un fethinden sonra Roma şehri.

kibriyâ: Büyüklük, ululuk, azamet.

kifâyet: Kâfî miktarda olma, yetme, yeterlik.

kinâye: 1. Maksadı kapalı bir şekilde ve dolayısıyla anlatan söz. 2. Üstü örtülü, dokunaklı söz.

koloni: 1. Sömürge, müstemleke. 2. Başka bir memlekete göç eden topluluk veya bu topluluğun yerleştiği yer.

komita: Siyâsî bir maksatla gizli, silahlı mücadele yürüten kuruluş, çete.

kompleks: 1. Bir çok unsur, kısım ve parçadan meydana gelen, içinde çok ve farklı şeyler barındıran, karmaşık, girift. 2. Çok amaçlı yapılardan meydana gelen bina topluluğu, külliye.

kuark: Proton ve nötronların temel yapı taşı olan farklı spinli elemanter parçacık.

kudsiyet: 1. Kudsîlik, mukaddeslik, muazzezlik, azizlik. 2. Arınmışlık, temizlik.

kuvve: 1. Kuvvet. 2. Fikir, düşünce, tasavvur, niyet. 3. Meleke. 4. Gerçekleşmemiş fakat gerçekleşme imkânı ve ihtimali olan, potansiyel.

kuvve-i mâneviyye: Mânevî kuvvet, mânevî direnç, moral.

küllî irâde: Allâh’ın mutlak irâdesi.

küllî: 1. Bütünle ilgili, bütüne âit, umûmî, hepsi, tamamı. 2. Çok miktarda.

külliye: 1. Bir çok unsur, kısım ve parçadan meydana gelen, içinde çok ve farklı şeyler barındıran. 2. Çok amaçlı yapılardan meydana gelen bina topluluğu, kompleks.

külliyyen: Büsbütün, tamamıyla.

lâ-dînî: Dinle ilgili olmayan, din dışı.

lağvetmek: Kaldırmak, hükümsüz kılmak, feshetmek.

Latîf: 1. Bir bedel mukâbili olmaksızın lûtuf ve ihsanda bulunan. 2. Esmâ-i hüsnâdan, Allah -celle celâlühû-’nun isimlerinden.

ledünnî: 1. Allah bilgisine ve sırlarına âit, O’nunla alâkalı. 2. Allah katından verilen.

legal: Yasaya uyan, yasa dışı olmayan, yasal.

leh: 1. Onun için, onun tarafına. 2. Birinin faydasına yapılan hareket.

letâfet: 1. Latîflik, hoşluk. 2. Güzellik. 3. Nezâket. 4. Yumuşaklık.

liberal: 1. Kişi hürriyetlerine uygun. 2. Kişi hürriyetlerine taraftar olan. 3. Geniş mezhepli, toleranslı.

maârif: 1. Marifetler, bilgiler. 2. Eğitim ve öğretim, talim ve terbiye sistemi. 3. Tahsille elde edilen bilgi. 4. Kültür.

mahdut: 1. Tahdîd edilmiş, sınırlanmış. 2. Sınırlı. 3. Belirli.

mâhiyet: Bir şeyi tayin eden aslî unsur, bir şeyin hakîkati, nitelik.

mahviyet: Tevazu, hiçlik, yokluk.

mahzâ: 1. Ancak, yalnız, tek, sâde. 2. Hâlis, katkısız, tam.

maîşet: 1. Yaşayış, geçim. 2. Geçinmek için gerekli şey.

maiyyet-i ilâhiyye: Her an Allah ile beraber olduğu hakîkatinin gönülde bir idrâk ve şuur hâline gelmesi.

mâkes bulmak: Aksetmek, yankılanmak.

maksûd: 1. Kastedilen, murâd olunan. 2. Maksad. 3. Varılmak istenen.

mâlâyânî: Mânâsız, faydasız, boş iş veya söz.

mâlik: 1. Sahip, efendi. 2. Tasarruf eden, elinde bulunduran.

mâlûl: İlletli; kendisinde bir hastalık bulunan.

manastır: Rahip ve rahibelerin, dünyadan el etek çekerek yaşadıkları, ekseriyâ yerleşme merkezlerinden uzak bina.

mânia: 1. Mânî, engel, önleyici. 2. Güçlük, zorluk.

mantalite: Anlayış, zihniyet.

manzûme: 1. Sıra, dizi, takım. 2. Vezinli, kâfiyeli söz veya yazı.

marjinal: 1. Kenarda, uçta, sınırda olan. 2. Toplum dışı, toplumla bütünleşememiş.

mâsivâ: Allah’tan gayrı bütün varlıklar.

maslahat: 1. Yerine göre îcâb eden iş, söz, davranış. 2. İyilik, düzen, âsâyiş, barış yolu. 3. Uygun, kârlı iş.

mâşerî: Topluluğa, kamuya âit, ortaklaşa.

materyalist: Materyalizmi benimseyen, maddeci.

materyalizm: Maddeden başka varlık ve kuvvet tanımayan felsefî ekol, maddecilik.

matlup: 1. Talep edilen, aranan şey. 2. Alacak.

mâverâ: 1. Bir şeyin ötesinde, arkasında, gerisinde olan. 2. Görülen, yaşanan âlemin ötesi.

mazhariyet: Mazhar olma hâli, nâil olma, kavuşma, şereflenme.

mebnî: 1. Bir şeye dayanan. 2. -den dolayı, -den ötürü.

meccânen: Ücretsiz olarak, bedava.

meclûb: 1. Celbolunmuş, başka yerden getirilmiş olan. 2. Taraftarlığı kazanılmış bulunan. 3. Tutkun, âşık.

mecûsî: Ateşe tapan, Zerdüşt dinini benimseyen.

medâr olmak: 1. Dayanak noktası, sebep, vesîle. 2. Faydası dokunmak.

med-cezir: 1. Denizin ay çekimi tesiri ile alçalıp yükselmesi, gel-git. 2. İniş-çıkış.

medfun: Defnedilmiş, gömülmüş.

medh ü senâ: Övme, iyilik ve güzelliklerini anlatma.

mefâhir: İftihar edilecek, övünülecek şeyler.

mefhum: Bir sözün ifade ettiği mânâ, kavram.

mefhûm-i muhâlif: Bir sözün zıddından çıkan mânâ.

mefsedet: Fesatlık, münâfıklık, bozgunculuk.

meftun: 1. Gönül vermiş, vurgun, müptelâ, düşkün. 2. Şaşkınlık derecesinde beğenmiş, hayran.

meknuz: 1. Hazînede gizlenen, gömülü olan. 2. Saklanan, gizlenen.

mekruh: 1. Şer’î olarak haram edilmemekle birlikte, ancak zarurî hâllerde câiz olan ve normal hâllerde terk edilmesi iyi görülen şey. 2. Tiksindiren, iğrenç, kerih, menfur.

menbâ: 1. Suyun çıkış yeri, pınar. 2. Çıkış yeri, kaynak.

mendub: Hakkında kesin bir emir bulunmadığı halde dînin temel prensiplerine uyduğu için beğenilen, tavsiye edilen, sevap kazandıran, dince makbul (iş ve davranış), müstehap.

menfur: Nefret uyandıran, tiksinti veren, iğrenç.

menhiyyât: Dînin yasak ettiği şeyler.

mensuh: Neshedilmiş, hükmü kaldırılmış, geçersiz kılınmış.

menşe: Neş’et edilen yer, çıkış yeri, kök, kaynak, başlangıç.

menzil: 1. Konak, ev. 2. Hedef, gâye.

mer’î: 1. Riâyet edilen, uygulanan. 2. Yürürlükte olan.

merci: 1. Müracaat edilecek makam. 2. Dönülecek yer.

merfû: Hadis ilminde; sahâbenin Hazret-i Peygamber'e isnâd ettiği bildirilen, senedi olsun veya olmasın, sahih yahut uydurma söz veya haberlerden müteşekkil bütün rivâyetler.

mesâbe: Değer, hüküm, derece, mertebe, misil.

mesh etmek: 1. Abdestte ıslak eli başa sürmek. 2. Sıvazlamak.

meskenet: 1. Miskinlik, âcizlik. 2. Beceriksizlik. 3. Yoksulluk, fakirlik.

mesned: 1. İsnâd edilen, dayanılan şey. 2. Rütbe, makam, gâye.

meşâyıh: Şeyhler, ulular.

meşher: Teşhîr yeri, sergi.

meşrû: 1. Şeriate uygun. 2. Kanuna uygun. 3. Haklı.

metâ: Mal, servet, ticarî değeri bulunan varlık.

metafizik: Fizik ötesi, duyularla idrâk edilemeyen.

metânet: Metinlik, dayanıklılık, sağlamlık.

mevcudat: Bütün varlıklar, yaratılmış şeylerin tamamı, kâinat.

mevhibe: Bahşiş, ihsan, bağış, Allah vergisi.

meyyal: Meyli fazla olan, arzulu.

mezc: Katma, karıştırma, birleştirme.

meziyet: Bir kimseyi başkalarından ayıran ve yücelten vasıf, üstünlük.

mezmum: Zemmedilen, yerilen, ayıplanan.

mihrak: Merkez nokta, orta kısım, odak.

mitoloji: Mitlerin tamamı, efsane, hurâfeler.

miyar: 1. Kıymetli madenlerin ayar ölçüsü. 2. Bir şeyin kıymet ve saflık derecesini gösteren âlet. 3. Ağırlık ölçülerinin kanunî örneği. 4. Ölçü.

modernist: Modernizm taraftarı.

modernizm: 1. Modern, asrî şeylere düşkünlük. 2. Yenilikçilik, gelecekçiliğe karşılık.

monopol: Tekel, inhisar, bir kuruluş veya şahsa ticarî bir konuda verilen rakipsiz imtiyaz.

motivasyon: Fertleri belli gâyeye yönelik şekilde hareket etmeye sevk eden sâik.

muallâk: 1. Herhangi bir yere dayanmadan boşlukta duran. 2. Belirsiz, kesinleşmemiş.

muâmelât: 1. Muâmeleler, işlemler. 2. Fıkıhta şahıs ve âile hukuku, aynî haklar, miras, ticaret, borçlar ve iş hukukuyla ilgili konular.

muammâ: 1. Karışık, mânâsı zor anlaşılır şey. 2. Bilmece.

muârız: Muhalefet eden, karşı çıkan.

muâşeret: Bir arada hoşça geçinerek yaşama, âdâb-ı muâşeret, görgü.

muayyen: Tâyin edilmiş, belli, belirli.

muazzeb: Azap çeken, acı ve sıkıntı içinde olan, eziyet gören.

mubah: İşlenmesinde günah veya sevap olmayan.

mûcip: Îcâb eden, lâzım gelen, gereken, gerektiren.

mugâlata: 1. Yanıltıcı, kandırıcı konuşma. 2. Delilsiz veya uydurma delillere dayandırılan münakaşa.

mugâyir: Uygun olmayan, başka türlü olan, farklı, zıt, muhâlif.

muhaddis: 1. Hadis âlimi. 2. Hadis nakil ve rivâyet eden kimse.

muhâkeme: 1. Hâkim huzurunda yapılan duruşma. 2. Düşünme, anlama.

muhakkem: Sağlamlaştırılmış, muhkem.

muhal: Mümkün olmayan, olmaz.

muharref: Tahrif edilmiş, bozulmuş, özünden uzaklaştırılmış, değiştirilmiş.

muharrir: 1. Yazar. 2. Müellif, kitap veya gazete yazarı.

muhâsara: Bir bölgeyi ele geçirmek maksadıyla yapılan kuşatma ve dışarı ile bağlantılarını kesme.

muhâtap: Hitap edilen, kendisine söz söylenen, konuşulan kimse.

muhayyer: Seçip tercih etmekte, almakta, kabul etmekte serbest olunan.

muhrik: 1. Yakan, yakıcı. 2. Yanık.

muhsin: 1. İhsân eden, iyilik eden, hayırsever. 2. Yaptığı işi, en güzel şekilde yapan. 3. Allâh’ı görüyormuş gibi kullukta bulunan.

muhtâr: 1. Seçilmiş, seçkin. 2. Hükmü elinde olan, istediği gibi hareket edebilen.

muhtel: 1. İyi ve değerli vasıflarını kaybetmiş. 2. Bozulmuş, bozuk; karışmış.

muhteris: İhtiraslı, aşırı derecede arzulu, hırslı.

mukâbele: Karşılık, cevap.

mukâbil: 1. Karşı, bedel. 2. Karşılık olarak, muâdil.

mukadderât: Allah tarafından ezelde takdir olunmuş şeyler, ileride meydana gelecek hâller ve olaylar, alın yazıları.

mukaddes: Takdîs olunmuş, mübarek, kutlu, kudsî, aziz.

mukaddesat: Mukaddes şeyler, kudsî, mübarek kavramlar.

mukâvemet: Bir gücün tesirine karşı koyan güç, direnç.

muktedir: İktidarlı, güçlü, kuvvetli.

muktezâ: İktizâ eden şeyler, gerekenler.

mûnis: 1. Cana yakın, ünsiyetli. 2. Alışmış, alışılan.

murâd-ı ilâhî: Cenâb-ı Hakk’ın istediği, murâd ettiği, kastettiği şey.

murâkabe: 1. Bakma, gözaltında bulundurma, kontrol. 2. Kendi iç âlemine bakma, tefekküre dalma.

murâkıp: Murâkabe eden, denetleyen, denetçi.

musâlaha: Sulh, barış.

mutaassıp: 1. Taassubu olan, bir meseleyi müdafaada ifrata varan. 2. Dînine ve geleneklerine bağlı, dindar.

mutâbakat: 1. Uygunluk, uygun gelme, uyuşma, muvâfakat. 2. Tutarlılık. mutâbık: Uygun, muvâfık, tutarlı.

mûteber: 1. İtibarlı, değeri, kıymeti bulunan, hatırı sayılır. 2. Güvenilir. 3. Geçerliliği olan. 4. Makbûl.

mûtedil: 1. Îtinâlı, orta hâlde, aşırıya kaçmayan. 2. Ölçülü.

mutmain: Emin, kānî, müsterih, şüphesi olmayan.

muvâfık: Uygun, yerinde.

muvakkat: Vakitli, devamlı olmayan, belirli bir süre devam eden, süreksiz, geçici.

muvâzene: İki şeyin eşit olma hâli, denk, denklik.

mübâdele: Karşılıklı olarak değiştirme, değiş tokuş, trampa.

mücâhede: 1. Mücadele, çaba, gayret. 2. Kişinin nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle kendini terbiye etmesi, nefis ile savaşma.

mücbir: İcbar eden, zorlayan, zorlayıcı.

mücehhez: Donatılmış, noksanlıkları giderilmek sûretiyle hazır hâle getirilmiş.

mücerred: Cisim hâlinde bulunmayan, saf, hâlis, tecrîd edilmiş, soyulmuş. (Uydurma dilde soyut.)

mücrim: 1. Günahkâr. 2. Kabahatli, suçlu.

müctehid: Âyet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran âlim.

müekked: 1. Kuvvetlendirilmiş, sağlamlaştırılmış. 2. Tekrarlanmış, tembih edilmiş.

müessir: 1. Tesir eden, eser bırakan. 2. Sözü geçen, hükmü yürüyen.

müeyyide: Yaptırma gücü.

müfekkire: Düşünme gücü, düşünme hâssası.

mükellef: Üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye mecbur olan, yükümlü.

mükellefiyet: Mükellef olma, yükümlülük.

mükerrem: Tekrîm edilmiş, hürmet gören, ikram edilmiş.

mülâhaza: Dikkatle ve teferruatıyla düşünme.

mülgâ: İlgâ edilmiş, kaldırılmış, iptal olunmuş, feshedilmiş.

mülkiyet: Sahiplik, mülk sahipliği.

mümtaz: 1. Seçkin. 2. İmtiyazlı.

münâfık: 1. İki yüzlü, dış görünüşü müslüman olmakla birlikte içi kâfir olan. 2. Nifak çıkaran.

münâzara: Belli kâide ve usûller çerçevesinde yapılan ilmî-fikrî tartışma.

müncer: 1. Bir tarafa çekilip sürüklenen. 2. Neticelenen.

münevver: 1. Bilgili, kültürlü, aydın. 2. Işıklı, aydınlık, parlak.

münezzeh: 1. Bir şeye ihtiyacı bulunmayan. 2. Arınmış, temiz, berî, sâlim. 3. Kusursuz, noksansız.

münhasır: 1. Hasredilmiş, ayrılmış, bir şeye veya bir kimseye mahsus. 2. Kuşatılmış. münhasıran: 1. Hasredilerek, ayrılarak, bir şeye veya bir kimseye mahsus olarak. 2. Sınırlanmış olarak, sınırlı bir şekilde.

münkir: 1. İnkâr eden, kabûl ve tasdîk etmeyen. 2. Allah -celle celâlühû-’nun varlığını kabûl ve tasdîk etmeyen, îmansız.

müntesip: 1. İntisâb etmiş, bağlanmış. 2. Mensup.

münzevî: İnzivâya çekilmiş, herkesten uzaklaşıp bir köşeye çekilmiş bulunan.

mürettebat: Gemi, uçak vb. vasıtalardaki bütün personel.

mürted: İrtidâd eden, İslâm dînini terk eden.

müsâ­maha: Göz yumma, hoş görme, aldırmama.

müsâmahakâr: Müsâmaha eden, hoş gören, göz yuman, toleranslı.

müsâvât: Her bakımdan aynı derecede olma, müsâvîlik, eşitlik.

müsbet: 1. Delili gösterilmiş, delilli, doğruluğu anlaşılmış, ispat edilmiş. 2. Sağlam, kavî. 3. Menfî olmayan, olumlu, pozitif.

müsebbib: Sebep olan, ortaya çıkmasına yol açan, meydana getiren.

müsemmâ: 1. Adlandırılmış, isimlendirilmiş, adlı. 2. Adı konulmuş, belirli, muayyen.

müstağnî: 1. Minnetsiz, ihtiyacı olmayan. 2. Tenezzül etmeyen. 3. Tok gözlü, kanâatkâr. 4. Nazlı davranan.

müstahak: Bir karşılığı hak etmiş kişi.

müstehap: 1. Sevilen, hoşa giden şey. 2. Yapılması dînen zorunlu olarak emredilmediği hâlde makbul sayılan fiiller. İşleyen sevap kazanır, işlemeyen günaha girmez.

müstehcen: Edep ve ahlâk dışı, uygunsuz, iğrenç.

müstemleke: İskân edilerek sahip olunmuş memleket, koloni, sömürge.

müsterşid: İrşad edilmesini, doğru yolun gösterilmesini isteyen.

müsteşrik: Doğu milletlerinin din, dil, kültür ve tarihi ile uğraşan kimse, oryantalist.

müşâhede: 1. Bir şeyi gözle görme. 2. Mânevî seyir.

müşahhas: 1. Şahıslandırılmış, cisimlendirilmiş, şekillendirilmiş. 2. Gözle görülüp, elle tutulur hâlde bulunan. (Uydurma dilde somut.)

müşâvir: Fikrine mürâcaat edilen, kendisine danışılan kimse.

müşerref: Şereflendirilmiş, kendisine şeref verilmiş.

müşkül: 1. Güç, zor, çetin. 2. Güçlük, zorluk, engel. müşkülât: Müşküller, zorluklar.

mütâlaa: 1. Bir konuda karar verebilmek için iyice düşünme. 2. İyice düşünülerek verilen karar.

müteaddit: Taaddüt eden, çok, birden fazla, çeşitli.

müteâkip: Birbiri ardından gelen, tâkip eden.

müteâl: Yüksek, yüce, ulvî, ulu, aşkın. (Allah Teâlâ’nın idrâk ötesi mükemmellik vasfı.)

mütecâviz: Belli bir sınırı aşan, geçen, hudut tanımaz.

mütenâsip: Münâsip, uygu, denk.

müteşebbis: 1. Teşebbüs eden, girişken kimse. 2. İş adamı.

müteşekkil: 1. Teşekkül etmiş, şekillenmiş. 2. Meydana gelmiş, kurulmuş.

müteşeyyih: Şeyh gibi görünen, şeyh tavrı takınan, sahte şeyh.

mütevâtir: 1. Tevâtür yoluyla duyulan, ağızdan ağıza geçen, rivâyet şeklinde dolaşan. 2. Bir hadîsin, her nesilde -yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan- büyük bir kalabalığın şahitliğiyle rivâyet edilmesi.

mütevekkil: Allâh’a tevekkül eden, işini O’nun irâdesine, kadere bırakan, Allâh’tan gelene râzı olan.

müttakî: 1. Sakınan, çekinen. 2. Allah’tan korktuğu ve O’nu sevdiği için günahlardan uzak duran.

müttefekun aleyh: Üzerinde ittifak edilen, fikir birliğine varılan.

müyesser: 1. Kolay olan, kolaylıkla gerçekleşen. 2. Nasîb olan.

müzeyyen: Tezyîn edilmiş, bezenmiş, süslenmiş, donanmış, tezyînatlı.

nâçizâne: Nâçiz olana yakışır tarzda, değersizce.

nâdan: 1. Bilmez, câhil. 2. Kaba, terbiyesi kıt.

nâdîde: 1. Zor bulunur, ender rastlanır, eşi görülmedik. 2. Çok değerli.

nâ-hak: Haksız, adâletsiz.

nâkıs: Noksan, tam olmayan, eksik.

nakl: 1. Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîf, İslâmiyet’in aslî kaynakları, akılla bilinmeyecek şeyler. 2. Aktarma.

nakzetmek: 1. Bozmak, çözmek, kırmak. 2. Bir sözleşmeyi yok saymak.

nâmütenâhî: Sonsuz, uçsuz bucaksız.

namzet: Bir memuriyete veya mevkiye tayini yahut geçmesi düşünülen, aday.

nas (nass): 1. Açık hüküm, kesin delil, hüccet, burhan. 2. Kesin ve muhkem hüküm getiren âyet veya hadis.

nâsih: Nesh eden, bozan, değiştiren, sonradan gelerek öncekinin hükmünü geçersiz kılan.

nasuh: 1. Hâlis, temiz, samimî. 2. Tevbe-i nasuh: Pişmanlık ve samimiyetle yapıldığı için bozulması imkânsız tevbe.

nasyonalizm: Milliyetçilik, ırkçılık.

nazarî: 1. Bakışla ilgili. 2. Denemeye ve uygulamaya dayalı olmayan, sadece ilmî kâidelere ve fikre dayanan, teorik.

nazariyat: Görüşler, düşünüşler, teoriler. nazariye: Görüş, düşünce, teori.

nâzır: 1. Bakan, nazar eden. 2. Bir işin yönetimine memur olan kimse. 3. Bakan, vekil.

nâzil: Nüzûl eden, inen, yukarıdan aşağı doğru hareket eden.

Nazizm: Hitler tarafından geliştirilen Alman nasyonalizmi, nasyonal sosyalizm.

nebâtat: Nebâtlar, bitkiler.

nebevî: Nebî’ye, Peygamber’e âit, O’nunla ilgili.

necâset: 1. Pislik, murdarlık. 2. Ters, kazûrat.

necip: 1. Necâbet sahibi, asil, soylu. 2. Temiz, saf, arı.

necis: Pis, temiz olmayan, murdar.

nefha: 1. Soluk, üfürük. 2. Esinti. 3. Güzel koku.

nefsâniyet: Kin, garez, husûmet, gizli düşmanlık.

nehiy: 1. Yasak etme. 2. Dînen yasak olan şeylerden men etmek.

nemâ: 1. Artma, çoğalma, büyüme. 2. Paranın kazancı.

nemîme: Söz taşıma, kovuculuk, dedikodu.

nesep: Soy.

neş’et etmek: 1. Meydana gelmek, ileri gelmek. 2. Çıkmak, yetişmek.

neşr: 1. Yayma, dağıtma, saçma. 2. Yayım, yayın. 3. Herkese duyurma. 4. Kıyâmette insanların dirilmesi.

neşv ü nemâ: Büyüme, boy atma, yetişme, gelişme.

neşve: Sevinç, keyif, mutluluk sarhoşluğu. (Dilimizde “neş’e” şeklinde kullanılmaktadır.)

nezâfet: Temizlik, paklık.

nezâhet: 1. Nezihlik, temizlik, paklık. 2. İffet.

nezâret: 1. Bakma, görme, seyretme. 2. Gözetim altında tutma, yoklama, kontrol.

nezih: 1. Temiz. 2. Güzel, kibar.

nifak: 1. Münâfıklık, iki yüzlülük, ara bozukluğu. 2. Müslüman görünüp kâfir olma.

nihilizm: 1. Her şeyin, bütün gerçeklerin inkârı. 2. Bütün inançların ve gerçeklerin inkâr edilmesini esas alan doktrin, hiççilik. 3. Aşırı ferdiyetçilik.

nikbin: İyimser.

nirvana: Budizm’de bencilliğin ve nefsânî arzuların yok edilmesi ile ulaşılan hâl.

nisâb: 1. Bir şeyin aslı, esası. 2. Sınır, işaret. 3. Miktar, hisse. 4. Fıkıhta, şer’î olarak zengin sayılmanın asgarî sınırı.

nisbet etmek: 1. İlgi, bağ, râbıta. 2. Karşılaştırmak, mukayeseli ölçüm yapmak.

nisyân: Unutma, hatırlamama, akla gelmeme.

nizâm-ı âlem: Osmanlı’da, dünyaya adâletle nizâm verme düşüncesi.

nötralize: 1. Nötr hâle gelme, tepkisizleşme. 2. Tarafsızlaşma.

numûne-i imtisâl: Kendisine uyulmaya, örnek alınmaya lâyık kimse veya şey.

nusret: 1. Yardım. 2. İlâhî yardım. 3. Üstünlük, zafer.

nutfe: 1. Döl suyu. 2. Duru, saf su.

nübüvvet: Nebîlik, peygamberlik.

oryantalist: Şarkiyatçı, doğu bilimci, müsteşrik.

örfî hukuk: Şer’î kaynaktan değil, toplumda var olagelen umûmî kabullerden doğan kâideler, âdetler, alışkanlıklar, töre.

ötanazi: Öleceği kesinleşen bir hastanın, ıztırâbının dindirilmesi için kendisinin veya âilesinin başvurusu üzerine doktor tarafından hayatına son verilmesi.

panteizm: Tanrı ile kâinâtın tek varlık olduğunu iddia eden felsefî akım, vücûdiye.

pâyidâr: Devamlı, sağlam, sürekli.

perverde: Beslenmiş, terbiye ile yetiştirilmiş, büyütülmüş.

potansiyel: 1. Güç hâlinde, kuvve hâlinde. 2. Bir cisimde mevcut olan fakat engel ortadan kalkınca veya cisim hâl değiştirince ortaya çıkan güç.

pozitivist: Pozitivizmi benimseyen. pozitivizm: Hakîkatin deneme ve müşâhede ile elde edilebileceği görüşünde olan felsefî doktrin, ispatçılık.

pragmatist: Kıymeti, fayda ile ölçen; faydacı, menfaatçi. pragmatizm: Değeri faydaya bağlayan doktrin, faydacılık.

pratik: 1. Uygulamaya, tatbikata âit, amelî. 2. Uygulama kolaylığı olan.

protez: Eksik veya sakat bir uzvun yerini tutmak üzere takılan sun’î uzuv.

Rabbânî: 1. Rab’la alâkalı. 2. Kendini olanca gücüyle Rabb’e veren.

radyasyon: Bir enerjinin ışık demeti şeklinde yayılması.

Rahîm: 1. Merhametli, esirgeyen, koruyan, acıyan. 2. Âhirette mü’min kullarına keremiyle muâmelede bulunan Cenâb-ı Hak.

rahle-i tedrîs: Bir muallimin veya mürebbînin terbiyesinden geçme; eğitim, terbiye ve düşünce bakımından feyz alma, istifâde etme.

rahmet: 1. Acıma, merhamet etme, bağışlama, esirgeme, şefkat gösterme, iyilikte bulunma. 2. Faydalı yağmur.

rakîk: 1. Çok ince, yufka, nâzik, nârin. 2. Yumuşak kalpli, yufka yürekli, hisli.

râm olmak: İtaat etmek, boyun eğmek, bütün varlığıyla bağlanmak, kendini başkasının emrine bırakmak.

raptetmek: Bir şeyi bir yere bağlamak.

rasyonalist: 1. Rasyonalizmi benimseyen kimse, akılcı. 2. Rasyonalizmle ilgili.

râşid: Akıllı, doğru yola giden, Hak yolunu kabul etmiş olan.

râvî: 1. Rivâyet eden, anlatan, haber veren, nakleden. 2. Hazret-i Peygamber’den işittiği bir hadîsi başkalarına nakleden.

râyiç: 1. Geçerli olan, halk arasında sürümü olan, rağbet gören. 2. Piyasa fiyatı, kıymet, değer.

reaksiyon: Tepki, aksülamel.

realite: Gerçek, gerçeklik.

recm: 1. Taşa tutma, taşlama. 2. Zina suçu işleyenlere uygulanan, beline kadar toprağa gömülüp taşlayarak idam etme cezası.

referans: 1. İşe yararlık ve uygunluk belgesi. 2. Kaynak. 3. Delil.

reform: Daha iyi, daha düzgün hâle getirmek için yapılan değişiklik, ıslahat.

rehabilite: Bir kimseyi iş görür hâle getirebilmek için sakatlığını veya yetersizliğini gidermek maksadıyla uygulanan tedâvi.

reşid: İyi ve doğruyu seçebilen, malını idare gücü olan, rüşt yaşına ulaşmış âkil ve baliğ kişi.

rikkat: 1. İncelik, yufkalık. 2. Nezâket. 3. İfadede incelik. 4. Merhamet etme.

risâlet: 1. Rasûllük, peygamberlik, nebîlik. 2. Elçilik.

riyâ: İki yüzlülük, gösteriş, sahte davranış.

riyâzat: Az yiyip, az uyuma ve sürekli ibadet ederek nefsi terbiye etme, nefsin arzularına karşı kendini tutma, riyâzet kelimesinin çoğulu.

rölatif: Mutlak olmayan, izâfî.

rönesans: Yeniden doğuş, 16. asırda İtalya’da başlayan, Yunan ve Roma sanatına dönüş hareketi, aydınlanma dönemi.

rötuş: Fotoğraf, resim, yazı veya başka bir işin kusurlarını sonradan düzeltme.

rubâî: 1, 2 ve 4. mısrâları kâfiyeli, aruzun belli kalıplarıyla yazılan 4 mısrâlı şiir.

rûhâniyet: 1. Rûha âit mânevî atmosfer, rûhu takviye eden mânevî hâller. 2. Vefât etmiş olan bir şahsiyetin devam eden mânevî kuvveti.

ruhban: Rahipler, papazlar.

rükün: 1. Bir şeyi meydana getiren esas unsurlardan her biri. 2. İbadetlerin farzlarından her biri. 3. Esas, kâide, prensip.

sabr-ı cemîl: Halka şikâyet etmeyerek, rızâ ve tevekkülle gösterilen güzel sabır.

sadaka-i câriye: Sürekli ecir ve sevâba vesîle olan hayır-hasenât. (Câmî, mektep, çeşme vb.)

saded: Niyet, maksat, esas konu.

sâdır olmak: Çıkmak, meydana gelmek.

sadizm: Acı çektirmek, ıztırap vermekten zevk almak şeklinde beliren psikolojik sapkınlık.

safâ: 1. Üzüntüden uzak kalma, endişesizlik, huzur, iç ferahlığı. 2. Eğlence. 3. Saflık, berraklık.

safsata: 1. Gerçek dışı fikri, muhâtabına kabul ettirmek için başvurulan, görünüşte doğru, hakîkatte yanlış kıyas. 2. Boş, asılsız, gerçek dışı söz.

sahih: Doğru, gerçek, sağlam, geçerli.

sâil: İsteyen, dileyen, ihtiyacını arz eden.

sâkıt olmak: Düşmek.

salâh: 1. İyileşme, düzelme. 2. İyi hâlli olma. 3. Barış içinde olma. 4. Âsâyiş.

salâhiyet: Bir şeyi yapıp yapmamaya izni ve hakkı olma, yetki.

sâlih: 1. Allâh’ın emir ve yasaklarına güzelce riâyet eden, güzel ahlâk sâhibi. 2. Elverişli, uygun. 3. Yetkili.

sâlik: 1. Yolcu. 2. Bir yola girmiş olan. 3. Tarîkat yolcusu, derviş, mürîd.

sâlim: 1. Hasta veya sakat olmayan, sağlam. 2. Kusursuz, noksansız. 3. Korkusuz, endişesiz.

sarih: 1. Açık belli, âşikâr, tartışılmayacak açıklıkta. 2. Karışık olmayan, sâde, saf.

sathî: Satıhta kalan, derine inmeyen, üstünkörü, baştan savma. (Uydurma dilde yüzeysel.)

sebat: Sözde durma, ahde vefâ, kararlılık, tâvizsizlik.

sebeb-i nüzûl: Kur’ân âyetlerinin iniş sebebi.

seciye: 1. Yaratılış, huy, ahlâk, karakter, tabiat. 2. İyi huy.

sefâlet: 1. Süflîlik, aşağılık, düşkünlük. 2. Aşırı fakirlik, şiddetli maddî sıkıntı.

sefih: 1. Malını alabildiğine israf ederek kullanan. 2. Zevk, eğlence ve süse aşırı derecede düşkün olan. 3. İrâdesiz.

sefir: Elçi.

sehven: Yanılarak, unutarak, bilmeden.

se­kînet: 1. Sâkinlik, sükûnet. 2. Huzur, gönül rahatlığı.

seküler: 1. Dünyevî, cismanî. 2. Lâik. 3. Dînî olmayan. sekülerizm: 1. Dünyevîlik, cismanîlik. 2. Lâiklik.

selîm: 1. Temiz, samimî. 2. Kusuru, noksanı olmayan, sağlam, doğru. 3. Tehlikesiz, zararsız.

semâ: Gök, gökyüzü. semâvî: Semâya âit, gökyüzüne dâir, semâya bağlı.

senâ: Överek anma, medhetme.

sened: Yalnız İslâm dînine mahsus olan rivâyet sisteminde bir hadis metninin doğruluğunun belgesi sayılan ve hadîsi en son nakledenden başlayarak Hazret-i Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem’e kadar ulaşan isimler zinciri.

serbestî: Serbestlik, hürlük.

serdetmek: İleri sürmek, îzah etmek, teklif etmek.

seriyye: Akıncı birliği.

sertâc: Baş tâcı olan, çok sevilen, sayılan.

setretmek: Örtmek, gizlemek.

seyr u sülûk: Tarîkate giren kimsenin Hakk’a vuslat için yaptığı mânevî yolculuk.

sıddîk: Çok doğru olan, hiç yalan söylemeyen. (Hazret-i Ebûbekir’in lakâbı.)

sıhriyet: Evlilik neticesinde meydana gelen akrabalık.

sıklet: 1. Ağırlık, yük. 2. Sıkıntı.

sıla-i rahim: Akraba ziyareti, hâl-hatır sorma ve yardımda bulunma.

sırât-ı müstakîm: 1. Allah -celle celâlühû-’nun râzı olduğu dosdoğru yol. 2. Sırat köprüsü.

silsile: 1. Tarîkatlarda Hazret-i Peygamber’e kadar dayandırılan şeyh ve pir zinciri. 2. Birbirini takip eden şeylerin meydana getirdiği dizi, zincir.

sirâyet: Birinden diğerine geçme, bulaşma.

skolasti­sizm: Kilisenin hâkimiyetinde bulunan Avrupa Ortaçağı’ndaki okullarda öğretilen inançla bilgiyi kilisenin kanaatleri ve Aristo mantığının kuralları doğrultusunda birleştirmeye çalışan düşünce tarzı.

sosyalizm: 1. Üretim vâsıtalarının ferdî olmaktan çıkarılıp kamuya mal edilmesi ve gelir bölüşümünün düzenlenmesi esaslarına dayanan doktrin. 2. Ferdiyetçiliğin zıddı olan doktrin.

spekülâsyon: 1. Faraziye ve tahmîne dayanan, ispatlanmamış ve bir kesinlik kazanmamış düşünce, iddia, faraziye. 2. Borsada tahvil, para ve çeşitli menkul değerler üzerinde çeşitli iddia ve oyunlardan faydalanarak sağlanan haksız kazanç. 3. Karaborsacılık, vurgunculuk, ihtikâr.

statü: 1. Belirli esaslar içinde süregelen durum, statüko. 2. Bir kimsenin kazandığı mevki, seviye, îtibar, saygınlık.

suhuf: 1. Sayfalar. 2. Kitap indirilmeyen peygamberlere gelen Allah emirleri.

sû-i istîmâl: Görev, hak ve yetkisini kötüye kullanma, yolsuzluk yapma.

sû-i misal: Kötü örnek.

sû-i zan: Fenâ düşünme, kötü zannetme.

sulh u salâh: Huzur, sükûn, barış, âsâyiş ve emniyet.

sûret-i hak: Zâhiren doğru ve samimî görüntü.

sübjektif: 1. Fâil, özneye âit; nesnelerin kendi gerçeği yerine, fâilin düşünce ve duygularına dayanan. 2. Şahsî, ferdî.

sübûtî: Gerçeğe, zâhire, açığa çıkmak, meydana gelmekle ilgili.

süflî: 1. Aşağılık, pespâye. 2. Kötü, pis.

sünnet: 1. Âdet, yol, davranış. 2. Peygamber Efendimiz’in söz, fiil veya tasdik yoluyla meydana getirdiği âdetleri, O’nun farz ve vâcib olmayan fiilleri.

sünnetullah: 1. Allâh’ın sünneti, Allâh’ın koyduğu nizâm. 2. Allâh’ın kâinat ve tabiata koyduğu kânunlar.

sürur: Sevinç.

şâmil: İçine alan, kaplayan, çevreleyen.

şark: 1. Güneş’in doğduğu taraf. 2. Doğuda kalan bölgeler. 3. Avrupa’ya göre Asya.

şarkiyatçı: Şarkiyatla uğraşan kimse, şarkiyat âlimi, müsteşrik, oryantalist, doğu bilimci.

şatahat: Vecd ve istiğrak hâlinde iken söylenen muvâzenesiz sözler.

şâyân-ı takdir: Takdir edilmeye, beğenilmeye lâyık.

şecaat: Yiğitlik, yüreklilik, cesaret.

şekvâ: Şikâyet, isyan, yakınma.

şer’an: Şerîat hükmüne göre, dînî bakımdan.

şer’-i şerîf: İslâm şerîati.

şer’î: 1. Şerîatle alâkalı. 2. Dîne uygun.

şerh: 1. Açma, yarma. 2. Açıklama, îzâh etme. 3. Bir eserin zor anlaşılan yerlerini açıklama, bu maksatla yazılan eser.

şirk: Müşriklik, Allâh’a ortak koşmak, Allah’tan başka bir ilâh bulunduğuna inanmak.

şûrâ: 1. Danışma, istişâre. 2. Danışma meclisi.

şuyû: Yayılma, herkes tarafından bilinme.

şümûl: İçine alma, kaplama.

taabbüdî: İbadetle ilgili.

taalluk: İlgi, alâka, münâsebet, irtibat.

taassup: 1. Aşırı taraftarlık, sorgulamadan bağlılık. 2. Bâtılda ısrar.

tâat: Allâh’ın emirlerini yerine getirme.

tabiat-ı asliye: Aslî karakter, esas huy, fıtrat.

Tâbiîn: Sahâbe-i kirâm ile görüşen ve onlardan hadis nakledenler.

tâciz: 1. Rahatsız etme, sıkma. 2. Âciz bırakma.

tâdâd etmek: Saymak, tek tek zikretmek.

tâdîl-i erkân: İbadetleri usûl ve esaslarına riâyet ederek düzgünce edâ etmek.

tafsilât: 1. Etraflıca açıklamalar, izahat. 2. Ayrıntılar.

tâğut: 1. Azgın, sapık. 2. Kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put. 3. Allâh’ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tamamı.

tağyir etmek: 1. Değiştirmek, başkalaştırmak. 2. Bozmak, ifsâd etmek.

tahakkuk: Gerçekleşme, meydana gelme.

tahakküm: 1. Hükmü altına alma. 2. Zor gücüyle hüküm sürme.

tahâret: Temizlik, maddî ve mânevî pisliklerden arınma.

tahassür: 1. Hasret çekme. 2. Çok istenen ve elde edilemeyen şeye üzülme.

tahayyül: Tasavvur etme, hayalde vücut verme, zihinde canlandırma.

tahdîd: Hudutlandırma, sınırlama, kısıtlama.

tahkîk: 1. Mâhiyetini araştırıp soruşturma. 2. Doğruluğunu ispatlama. 3. Sır ve hikmetlere vâkıf olma.

tahkim: Muhkem hâle getirme, sağlamlaştırma.

tahkir: Hakaret etme, şeref ve haysiyetini düşürme.

tahrif: 1. Kelimede harflerin yerini değiştirerek mânâyı bozma. 2. Bozma, değiştirme.

tâife: 1. Grup hâlindeki insan topluluğu. 2. Kabîle, kavim.

takdim: 1. Sunmak. 2. Öne geçirmek.

tâkibât: Suç konusunda yapılan soruşturma ve araştırma, kovuşturma.

takvâ: Allah’tan korkma, Allah korkusuyla dînin yasaklarından kaçınma.

tâlim: 1. Bir işi öğrenmek veya alışmak için yapılan çalışma, meşk. 2. Yetiştirme, öğretim.

taltif: 1. İltifatta bulunma, gönül okşama. 2. Rütbe, nişan, maaş artırımı gibi şeylerle sevindirme. 3. Lûtuf ve bağışta bulunma.

tamah: Hırs, açgözlülük.

tanzim: Nizâma koyma, düzenleme, tertipleme, ıslah etme.

tarihselcilik: İslâm’ın bazı şer’î emirlerini, -hâşâ- zamana uygun bulmayarak iptal yahut değiştirmeye kalkan akım.

târiz: Üstü kapalı şekilde, kinâye yollu söz dokundurma, tenkit ve iğneleme.

tasadduk: Sadaka verme.

tasallut: Musallat olma, sataşma, başına ekşime.

tasavvur: 1. Zihinde canlandırma, tahayyül etme, göz önüne getirme. 2. Yapılmasını düşünme.

tasfiye: Saf hâle getirme, arıtma, temizleme.

tashih: Yanlışın yerine doğrusunu koyma, düzeltme.

tasvip: Doğru bulma, uygun görme.

tasvîr: 1. Resmini yapma. 2. Resim, figür, portre.

tatbikât: Uygulama, icraat.

tavsif: Vasıflandırma, mâhiyetini ve sıfatlarını ortaya koyma.

tâzîm: Hürmet, saygı, yüceltme.

tâzir: 1. Azarlama. 2. İslâm hukukunda, hakkında belirli bir şer’î cezâ (hadd-i şer’î) bulunmayan suçlardan dolayı bir suçluya devlet başkanı veya vekili tarafından verilen azarlama, sert bir tavır takınma, dayak veya hapis şeklindeki ihtar cezâsı.

teâmül: Öteden beri olagelen muâmele, yerleşmiş olan örf, âdet.

teâruz: 1. Birbirine zıt olma. 2. Çatışma.

tebaa: 1. Bir devletin idaresi altında bulunanlar, tâbî olanlar. 2. Halk, ahâli.

tebârüz: Belirgin hâle gelme, bârizleşme.

tebliğ: 1. Ulaştırma. 2. Bir dîni başkalarına anlatma ve böylece onun yayılmasına çalışma.

tebliğât: Tebliğler.

tecâhül: Bilmez gibi görünme.

tecâhül-i ârifâne: Bilinen bir şeyi, edebî bir nükte ile bilinmiyormuş veya başka türlü biliniyormuş gibi gösterme sanatı.

tecdid: Yenileme, tazeleme.

tecellî: 1. Görünme, belirme. 2. Allâh’ın lûtfuna nâil olma.

tecessüs: 1. Bir şeyin iç yüzünü araştırıp sırrını çözmeye çalışma. 2. Merak.

tecrid: 1. Soyma, soyutlama, mânevîleştirme. 2. Ayırma, bir tarafta tutma. 3. Tasavvufta her şeyden el ayak çekip Allâh’a yönelme.

teçhiz: Lüzumlu şeyleri tamamlama, donatma.

tedâvül etme: 1. Elden ele geçme, kullanılma. 2. Geçerli olma.

tedbir etmek: 1. İdare etmek, çekip çevirmek. 2. Bir işin sonunu hesaplayıp gerekli çâreleri önceden düşünmek.

tedkik: İnceleme.

tedrîcen: Derece derece, yavaş yavaş.

tedricî: Tedriçle olan, azar azar yapılan.

tedris: Ders verme, öğretme, okutma.

tedvin: 1. Bir konudaki hükümleri toplayıp kanun hâline getirme. 3. Kitap hâline getirme.

teennî: Acele etmeden, ihtiyatlı, düşünceli hareket etme, temkinli davranma.

teessür: Üzüntü, karamsarlık.

teessüs: Meydana gelme, oluşma.

tefessüh: Çürüyüp dağılma, bozulma, kokuşma.

tefrika: 1. Ayrılma, anlaşmazlık. 2. Süreli yayınlarda parçalar hâlinde yayınlanan eser.

tefrit: Aşırı derece ihmâl ve gevşeklik.

tekābül: Karşılık olma, yerini tutma.

tekâmül: Basamak basamak meydana gelen gelişme, olgunlaşma.

tekebbür: Büyüklenme, kibir gösterme.

tekeffül: Kefil olma.

tekerrür: Yine olma, tekrarlama.

tekrîm etmek: Yüceltmek, değer vermek, saygı göstermek.

teksif: Yoğunlaşma, koyulaşma, odaklanma.

tekzip: Yalan olduğunu ilân etme, yalanlama.

telâkkî: Anlayış, görüş.

te’lif: 1. Uzlaştırma, bağdaştırma. 2. Eser yazma, toplama, düzenleme. 3. Yazılmış, ortaya konulmuş eser.

tel’în: Lânetleme.

telkin: 1. Fikrini kabûl ettirme, aşılama. 2. Ölmek üzere olan kimsenin başında kelime-i şehâdet getirerek tekrarlamasını sağlamaya çalışma.

temâyül: 1. Bir tarafa doğru yönelme, meyletme. 2. Bir kimse veya şeye taraftar olma, ilgi duyma.

temsîlî: 1. Temsille ilgili. 2. Sembolik.

tenâkuz: İki sözün birbirine uymaması, çelişki.

tenâsüp: Uyma, uygunluk, birbirini tutma.

tenfîz: İnfâz etme, hükmü yerine getirme.

tensip: Uygun bulma, münâsip görme.

teori: Yalnızca aklî ve zihnî esaslara dayandırılan fikir; ilmin amelî olmayan yönü, nazariye. teorik: Denemeye ve uygulamaya dayalı bulunmayan, sadece ilmî kâidelere ve fikrî gayrete dayanan, nazarî.

terakkî: 1. Artma, ilerleme, yükselme. 2. Daha iyi hâle gelme.

terettüb etmek: Îcâb etmek, gerekmek.

terfî-i derecât: Mânevî derecenin yükselmesi.

terkip: 1. Birkaç şeyin birleşerek meydana getirdikleri yeni şey, sentez. 2. Tamlama, takım.

tesânüd: Birbirine yardımcı olma, dayanışma.

tesbîh etmek: Allâh’ı noksan sıfatlardan tenzîh etmek ve ululamak. “Sübhânallah” diyerek Allâh’a tâzîm etmek.

tescil: Sicile kaydetme, resmen onaylatma.

teselsül: Ardı ardına gelme, birbirini takip etme, zincirleme.

teskin: Sâkinleştirme, yatıştırma.

teslîmiyet: Teslîm olma, boyun eğme, rızâ gösterme.

teşbih: Benzetme.

teşhir: Sergileme, gösterme.

teşmil: Şümullendirme, yayma, genişletme.

tevakkuf: 1. Durma, bekleme. 2. İlgili olma, bağlı olma.

tevârüs: 1. Miras yoluyla geçme. 2. Birinden diğerine irsen geçme.

tevcih etmek: 1. Belli bir yöne döndürmek, çevirmek. 2. Bir kimseye hitap etmek. 3. Açıklamak, tefsîr etmek.

tevdî: 1. Emânet etme. 2. Teslîm etme.

teveccüh: 1. Yönelme. 2. Güler yüz gösterme, sevgi ve muhabbet.

tevessül etmek: 1. Vesîle saymak. 2. Başvurmak, girişmek. 3. Sarılmak.

tevhid: 1. Birleştirme. 2. Bir olduğuna inanma, birleme. 3. Allâh’ın birliğine inanma ve bunu ifade etme. 4. Allâh’ın birliğini ifade eden “Lâ ilâhe illâllah” sözünü söyleme.

teʼvil: Bir söz veya hareketi görünen mânâsı dışında yorumlama.

tevkîfî: İslâmiyet’in bildirmesine bağlı olan ve değiştirilmesi câiz olmayan.

tevzî: 1. Dağıtma. 2. Herkese payına düşeni dağıtma.

teyakkuz: Uyanıklık, uyanık bulunma.

te’yid: 1. Doğrulama, destekleme. 2. Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma.

tez: 1. Tartışılıp ispat edilmek üzere ortaya atılan ve aksi iddiâlar karşısında savunulan görüş. 2. Bir fikrin ispatı veya müdâfaası için ortaya konulan eser.

tezkiye: 1. Nefsi, her türlü kötü sıfatlardan ve menfî temâyüllerden temizleme, aklama ve güzel ahlâk ile tezyîn etme. 2. Temizleme, aklama, suçsuzluğunu beyân etme.

tezyif: 1. Alay etme. 2. Zayıf gösterme, küçük düşürme.

tirit: Et suyu ile haşlanmış kızarmış ekmekten yapılan yemek.

totaliter: Hukukî bütün muhalefet yollarını reddedip herkesi devlet otoritesinin hizmetinde sayan idârî sistem.

tröst: Büyük şirketlerin fiyatları belirleme, piyasayı kontrol ve rekabeti yok etme konularında anlaşarak meydana getirdikleri menfaat birliği.

ucub: Kendini beğenmişlik.

ucûbe: Çok acayip, garip ve tuhaf şey.

uhrevî: Âhiretle alâkalı.

uhuvvet: Kardeşlik, sadâkat.

ukbâ: Âhiret.

ukûbat: 1. Cezâlar. 2. Eziyetler, işkenceler, azaplar.

ulûhiyet: İlâhlık, tanrılık.

ulvî: Yüksek, yüce.

umde: 1. Düstur, prensip. 2. Dayanak.

usûl-i fıkıh: Fıkhın kaynaklarını ve bunlardan hüküm çıkarma metotlarını inceleyen ilim dalı.

uzlet: İnsanlardan uzak durma, bir köşeye çekilme, inzivâ.

ülü’l-emr: Emir sahipleri, halîfe veya halîfe adına hüküm ve idare edenler.

ümmet-i gayr-i icâbe: Peygamberin davetine uymayanlar, îman etmeyenler.

ümmî: Okur-yazar olmayan.

ütopik: Ütopya ile ilgili, ütopyaya dayanan. ütopya: 1. Gerçekleşmesi mümkün olmayan ancak düşünülen, ideal idare ve ülke, hayal ülkesi. 2. Gerçekleşme imkânı olmayan fikir veya tasarı.

vahdet: 1. Birlik, teklik. 2. Allâh’ın birliği.

vakfiye: Vakıf şartlarının yazıldığı kâğıt, vakıfnâme.

vâkıa: 1. Vukû bulan, olan, geçen şey. 2. Gerçek.

vâkıf olmak: Bilmek, öğrenmek, haberdar olmak.

vâreste: 1. Kurtulmuş. 2. Serbest, âzâde.

vârid olmak: Bir şey hakkında söylenen, olması beklenen, olabileceği düşünülen şeyin gerçekleşmesi.

vâsıl: Varma, kavuşma, ulaşma.

vatan-cüdâ: Vatandan ayrı, gurbet.

vaz etmek: 1. Koyma, atma. 2. Belirleme, tâyin etme.

vâzıh: 1. Açık, âşikâr, belli. 2. Kolay anlaşılır.

vecd: 1. Kendini kaybedercesine ilâhî aşka dalma. 2. Şiddetli dînî duygu ve heyecan hâli.

vecîbe: Vâcib olan, gereken, yerine getirilmesi borç hükmünde olan iş.

veçhe: 1. Yüz. 2. Yan, taraf, yön.

vegan: Hayvan kökenli gıda, giyecek ve sâir ürünleri kullanmayı reddeden.

vehbî: 1. Allâh’ın ihsânı sonucu olan. 2. Allah vergisi, fıtrî.

Vehhâbî: Abdülvehhab tarafından geçen asırda Arabistan’da meydana getirilen mezhep ve bu mezhebe mensup olan.

vejetaryen: Et yemeyen kimse.

vekîl: 1. Başkasının yerine ve adına hareket eden. 2. Bir kimsenin adına hareket etme yetkisi olan şahıs.

velâyet-i âmme: Toplum adına iş görme yetki ve sorumluluğu, devlet otoritesi.

velâyet-i hâssa: 1. Husûsî mânâdaki velâyet. 2. Canlarını ve mallarını korumak üzere tam ehliyetsizler ve eksik ehliyetliler üzerindeki sorumluluğu üstlenme, onlar adına iş görme yetkisi.

verâset: 1. Vâris olma, mirasçılık. 2. Soydan intikal eden bedenî veya rûhî yapı, irs.

vird: 1. Kur’ân-ı Kerîm’den her gün okunmak üzere ayrılan kısım; belli vakitlerde düzenli olarak okunan âyet, salevat ve duâlar. 2. Mürîdin her gün tekrarladığı ders.

vukuat: Vuku bulan şeyler, olaylar.

vukûfiyet: Derinlemesine anlama, bilme, haberli olma.

vuzûh: 1. Vâzıh olma hâli, açıklık. 2. Kolay anlaşılırlık.

yahşi: Yakışık alan, iyi, güzel, mükemmel.

yakîn: 1. Şüpheden kurtulmuş, sağlam ve kesin bilgi. 2. Kuvvetle bilme, mutlak kanaat ve tam bir itmi’nân.

zâhir: 1. Görünen, meydanda olan, belli, açık, âşikâre. 2. Dış görünüş.

zâil: Zevâl bulan, yok olan.

zannî: Zanna bağlı, tahminle ilgili.

zâviye: 1. Köşe, açı. 2. Küçük tekke.

zebûn: 1. Zayıf, argın. 2. Güçsüz, kuvvetsiz. 3. Bîçâre, zavallı, düşkün.

zelil: Zillete uğramış, hor, hakir, alçalmış.

zemmetmek: Ayıplamak, kötülemek, yermek.

zevât: Zâtlar, şahıslar.

zevc: Koca, eş.

zevce: Nikâhlı kadın, eş.

zıhâr keffâreti: Zıhâr yemini yapan kimsenin karısıyla tekrar bir araya gelebilmesi için ödemesi gereken kefâretin adıdır.

zımnen: Açıktan olmayarak, üstü kapalı, dolayısıyla.

zihniyet: Görüş, inanç ve alışkanlıkların etkisiyle oluşan düşünme tarzı.

zimmî: Müslümanların hâkim olduğu bir ülkede müslüman olmayan tebaa, İslâm hukukuna göre yönetilen bir devlete tâbi olan, vergi veren ve korunan gayr-i müslimler.

zühd: Dünyaya ve maddeye hak ettiğinden fazla değer vermeme, rağbet etmeme, kanaatkâr olma. Dünyevî menfaatler uğruna dîninden tâviz vermeme, her türlü dünyevî ve nefsânî zevke karşı koyarak istikâmet üzere bir kulluk hayatı yaşama.

Zülfikâr: Hazret-i Peygamber’in Hazret-i Ali’ye hediye ettiği çatal ağızlı kılıç.

zünnar: Keşişlerin bellerine bağladıkları ve hristiyanlık sembolü olan uzun kuşak.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

GÜZEL KELİMELER VE ANLAMLARI

Güzel Kelimeler ve Anlamları

KUR'ÂN-I KERÎM'DE GEÇEN KELİMELER

Kur'ân-ı Kerîm'de Geçen Kelimeler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.