"Buyruğun Tut Rahman'ın Tevhide Gel Tevhide"

İbadet Hayatımız

Tevhid ne demektir? Hak dostları tevhidi nasıl tanımlamaış nasıl anlatmış ve nasıl yaşamışlardır?

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Buyruğun tut Rahmânʼın
Tevhîde gel tevhîde
Tazelensin îmânın
Tevhîde gel tevhîde

TEVHİD NEDİR?

Tevhîd; Cenâb-ı Hakkʼın birliğine inanıp Oʼnun hiçbir şerîki ve nazîri, yani ortağı ve benzerinin bulunmadığını, kalben tasdik etmektir.

Hakîkat ehli ârif kulların tevhîdi ise, buna ilâveten, sebeplere bakarken Müsebbibʼi, eserlerde Müessirʼi, sanatta Sanatkârʼı, velhâsıl her oluşun mutlak fâili olarak Cenâb-ı Hakkʼı görebilmektir. Kalben ve rûhen kendini her an ilâhî huzurda bilmektir.

 “Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerinde yatarken (her vakit) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) âyetinde bildirildiği üzere, zikr-i dâimî hâlinde yaşamaktır. Neye baksa Cenâb-ı Hakkʼı hatırlamaktır. Çünkü ibret ve hikmet nazarıyla okuyabilenler için, bu kâinat kitabındaki her varlık, Cenâb-ı Hakkʼın kudret ve azametini bildiren kevnî âyetlerdir.

İşte tevhîd, bu şuura ererek her zaman ve mekânda Cenâb-ı Hakʼla kalbî beraberliğe yakışan hâl ve davranışları sergilemektir.

“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan” denildiği gibi, enâniyet ve benliği aradan çıkarıp kendini tamamen Cenâb-ı Hakkʼa teslîm etmek ve Oʼnun emirlerine cân u gönülden râm olmaktır.

Nasıl ki Sakarya Nehri, Karadeniz’e döküldüğü zaman, artık Karadenizʼde Sakarya bulunamaz ve o artık Karadeniz’de kaybolursa; mü’min de nefsânî arzularını bertaraf ederek, irâdesini Cenâb-ı Hakk’ın irâdesinde ifnâ etmelidir. Kul, ancak bu takdirde tevhîdin hakîkatinden hisseler alabilir.

DOST KAPISINDAN ALINMAZLAR

Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Mevlânâ Hazretleriʼnin buyurduğu gibi;

“Her kim ki, Hak kapısında «ben» ve «biz» diyecek olursa, o kimse «لَا» (yani red) vâdisinde dönüp dolaşıyor demektir. Öyle olanlar, dost kapısından alınmazlar.”

Düşünmek îcâb eder ki bir iplik, pek çok lifin birleşmesiyle meydana gelir. Onun bir iğne deliğinden geçebilmesi için, liflerinin birliğini koruması elzemdir. Her lif, ayrı bir baş çekerse, ipin ucu çatallanır, birliği/tevhîdi bozulunca da iğnenin deliğinden geçemez.

Bir müʼminin, Hakkʼa vuslat yolundaki ince eleklerden geçebilmesi de, Allah yolunda rûhunu inceltip zarifleşerek, hiçliğini idrâk etmesine bağlıdır.

Nasıl ki bir merceği Güneş ışığına tuttuğumuzda, teksif olan huzmeler, altındaki bütün çerçöpü yakıp kül hâline getirirse, her müʼmin de kelime-i tevhîde teksif olarak, kalbindeki nefsânî ihtiraslar için böyle bir mânevî temizlik yapmalıdır.

NEFSİNİN ARZULARINA KUL OLAN KİŞİ

Zira Abdullah Dehlevî Hazretleri:

“Nefsinin arzularına esir olan kişi, nasıl Allâh’a kul olabilir ki?!” buyurur.

Hakîkaten, insanın Rabbini bırakıp da en çok kulluk ettiği bâtıl ilâh, kendi nefsidir. Yani Allâhʼın emrini îfâya mânî olan keyfî kararlarıdır. İlâhî hakîkatlere ters düşen “bana göre”leridir. İslâmʼın hükümlerine uymayan “bence” ifadeleridir. İbadetleri, sırf Allâhʼın emri olduğu için değil de, fânîlerin gözüne girmek veya onların gözünden düşmemek gibi, süflî ve dünyevî niyetlerle bulanık olarak edâ etmektir. Bu ise, tevhîdin zıddı olan “gizli şirk”tir.

Bunun için, tevhîd inancının sırf sözde kalmayıp hâl ve davranışlara da yansıması zarurîdir. Yani sadece lâfta değil; fiil, sıfat ve ahlâkta da tevhîd ehli olabilmek gerekir.

Hüdâyî Hazretleriʼnin şiirinden de anlaşıldığı gibi, tevhîdin en güzel ispatı, her dâim Cenâb-ı Hakkʼın buyruğunu tutmaktır. Yani “Allâhʼın varlığına, birliğine inandım.” demek kâfî değildir.

SADECE İMAN ETTİK DEMEK YETER Mİ?

Nitekim âyet-i kerîmede;

“İnsanlar, sadece «îmân ettik» demekle, imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler?!” (el-Ankebût, 2) buyrulmaktadır.

Dolayısıyla “fiilî tevhîd”, kulun yaşayışını Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu hâl ve davranışlarla bir hâle getirebilmesidir. Müʼmin, Rabbinin râzı olduğu hâl ve davranışları sergilediği nisbette, tevhîdi yaşar, îmânı tazelenir, inancı kuvvet bulur.

Diğer taraftan, tevhîdin özüne ve rûhuna aykırı düşen ve gazab-ı ilâhîyi celbeden her türlü hâl ve davranıştan da titizlikle sakınmak gerekir. Aksi takdirde tevhîdin hakîkatinden hisse alabilmek mümkün değildir.

Hak dostlarından İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne sormuşlar:

“–Ettiğimiz duâlar neden kabul olunmuyor?”

Hazret buyurmuş ki:

“–Hakk’ı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız!

Peygamber’i bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz!

Kur’ân okursunuz, fakat onunla amel etmezsiniz!

Hak Teâlâ’nın nîmetlerini yersiniz, şükrünü edâ etmezsiniz!

Cennetʼi bilirsiniz, onu kazanmak için gereken gayreti göstermezsiniz!

Cehennemʼi bilirsiniz, endişe duymazsınız!

Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız!

Atanız-ananız ve ölülerinizi kendi ellerinizle kabre koyarsınız, lâkin ibret almazsınız.

Böyle olunca, bu kadar gaflette olan bir kimsenin duâsı nasıl müstecâb ola!”[2]

Unutmayalım ki İslâm, “Cenâb-ı Hakk’a kısmen değil tam teslîm olmak”tır. Dolayısıyla müslüman, İslâmʼın kâidelerini hayatının hiçbir safhasında bir kenarda unutmamalıdır.

“–Şimdi Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getirirsem; şu dünyevî menfaatim ne olacak?..” gibi nefsânî kuruntuları bir tarafa bırakmalı ve her hâlükârda;

“–Benim için mühim olan nefsimin değil, Sen’in hükmündür yâ Rabbi! İşittim ve itaat ettim!” demelidir.

Aksi takdirde şu ilâhî tehdidin muhâtabı olmaktan sakınmalıdır:

(Rasûlʼüm!) De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allahʼtan, Rasûlʼünden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu doğru yola erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Tâbiînden Vehb bin Münebbih Hazretleri’ne:

“–«لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» sözü, Cennet’in anahtarı değil mi?” diye sorulduğunda:

“–Evet, öyledir, fakat her anahtarın mutlakâ dişleri vardır. Dişleri olan anahtarı getirirsen kapı sana açılır, yoksa açılmaz.” cevâbını vermiştir. (Buhârî, Cenâiz, 1. Krş. Tirmizî, Îmân, 17/2638)

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne de talebelerinden biri:

“–Kelime-i tevhîd, yani «لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ» sözü Cennet’in anahtarıdır, buyruluyor. O hâlde bizi bu kadar sıkıştırarak korkutmanıza gerek var mı?” diye sordu.

Hazret şöyle buyurdu:

“–Doğru. Fakat şu da bir gerçektir ki dişleri olmayan bir anahtar kapıyı açamaz. Kelime-i tevhîd anahtarının dişleri ise şunlardır:

1) Yalan, gıybet ve emsâli kötü sözlerden arınmış bir dil,

2) Hîle ve hıyânetten arınmış (dosdoğru) bir kalp,

3) Haram ve şüpheli şeylerden korunmuş bir mide,

4) (Gurur, kibir, gösteriş gibi) nefsânî gâyelerden (ve mânevî ârızalardan) arındırılmış sâlih ameller.”[3]

Demek ki gerçek tevhîd; hâl, davranış ve ahlâkın ilâhî buyruklarla bir olmasıdır. Hayatın, şerʼî hükümlerin muhtevâsında yaşanmasıdır. Kulu Rabbinden uzaklaştıran fânî ve nefsânî câzibelere meyletmemektir. Hakkʼa vuslat yolundan alıkoyan hiçbir şeye aslâ yüz vermemektir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş,  Altınoluk Dergisi, 2021 – Aralık, Sayı: 430