Cehennem’e Götüren Haramlar
İnsanı Cehennem’e götüren haramlar nelerdir? Cehennem’e açılan kapı: Zahiri ve batıni haramlar...
Şu imtihan dünyasında her şey, iki zıt cihette dâimâ akış hâlinde:
“Îman ve küfür”, “hak ve bâtıl”, “hayır ve şer”, “güzel ve çirkin”, “helâl ve haram”...
İnsan, irâdesiyle bunlardan birini tercih ediyor. Böylece;
“Mü’min yahut kâfir”, “sâlih yahut fâsık”, “âdil yahut zâlim”, “merhametli yahut gaddar”, “cömert yahut cimri” olmak sûretiyle, bu iki akıştan birinde safını belirlemiş oluyor.
Bütün bu akışlar; ölümün dar boğazından geçip, kıyâmet nehrinden çağlayıp, Mahşer meydanına döküldüğünde, yine iki ayrı cihete doğru seyelân edecek.
Her ne kadar, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâtını geçici bir müddet istifâde ettirip rızıklandırdığı bir âlem olan şu dünyada, mü’min de kâfir de, müttakî de fâsık da zâhiren karışık ve müsâvî imiş gibi bir manzara arz etse de, kıyâmet günü, hayır ve şer ehli, çok bâriz bir şekilde birbirinden ayrılacaktır.
Nitekim âyet-i kerîmenin ifâdesiyle o Mahşer meydanında;
“Ey mücrimler! Bugün, (Allâh’ın rızâsına ermiş mü’min ve müttakî kullardan) ayrılın!” (Yâsîn, 59) diye nidâ olunacaktır. Sonrasında ise, mü’min ve müttakîler Cennet’e sevk olunurken, kâfir ve fâsıklar ise Cehennem’e doğru sürüklenecektir.
Cenâb-ı Hak, dünyada iken tercihini Allâh’a değil de nefsine itaatten yana kullanan, dolayısıyla Cehennem’e sevk eden günahlara dalan bedbahtların hâlinden ibret dolu bir manzarayı âyet-i kerîmelerde şöyle beyân etmektedir:
“(Cennettekiler) mücrimlere:
«–Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar da derler ki:
«–Biz namaz kılanlardan değildik,
Fukarâya yemek yedirmezdik,
Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık,
Cezâ gününü de yalanlardık.
O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.» Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 41-48)
Ömer bin Abdülazîz Hazretleri buyurur:
“Âhirette nereye gitmek istiyorsanız, hazırlığınızı ona göre yapın!”
Yani insan, öbür cihanda, Cennet veya Cehennem’e doğru iki muazzam akıştan hangisinde yer almak istiyorsa, kendisini oraya sevk edecek hâl ve fiillerin içerisinde bulunmaya gayret etmek mecburiyetindedir.
Son nefesimizin Hakkʼa vuslat olarak gerçekleşebilmesi için, hayatımızın da vuslat iştiyâkı içinde geçmesi îcâb eder. Âkıbetimizin Cennet ve Cemâlullah olmasını istiyorsak, buna münasip hâl ve davranışlar sergilememiz gerekir. Zira âhiretimizin Cennet veya Cehennem oluşunu, bu dünyadaki hâl ve amellerimizle kendimiz hazırlıyoruz.
“…Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.” (Âl-i İmrân, 117) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu gibi, insan, başına gelecek saâdeti de felâketi de kendi elleriyle hazırlıyor.
Cehennem azâbı da Allâh’ın kuluna zulmü değil, uyarıldıkları hâlde kulak asmayıp azâba müstahak olan insanların kendi nefislerine yaptıkları bir zulümdür.
Şu kıssa bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:
Behlül Dânâ Hazretleri, hikmetli nasihatleriyle devrinin insanlarını ve bilhassa Halîfe Hârun Reşid’i îkaz ve irşâd etmeye çalışırdı. Halîfe de onun bu samimî hâlini sever, saraya rahatça girip çıkmasına müsâade ederdi. Fakat Behlül Dânâ Hazretleri bir müddet ortadan kayboldu. Uzun bir süre saraya uğramadı. Karşılaştıklarında Hârun Reşid merakla sordu:
“–Behlül, çoktandır görünmedin, nerelerdeydin?”
Behlül:
“–Bana Cehennem’i gösterdiler, oradaki vaziyeti seyrettirdiler.” diye cevap verdi.
Hârun Reşid bu cevâba şaşırarak:
“–Nasıl girdin oraya, ateş seni yakmadı mı?” dedi.
Behlül Dânâ, halîfeyi dehşete düşüren şu ibretli cevâbı verdi.
“–Hayır, orada hiç ateş görmedim. Çünkü herkes ateşini dünyadan kendisi getiriyormuş!..”
Demek ki Cehennem’deki alevleri tutuşturan, insanın kendi kötü hâl ve sıfatları; Cennet bağlarını yeşerten de, yine insanın kendi güzel sıfat ve ahlâkı olacaktır…
Zaman zaman meydana gelen büyük felâketlerde korkuya kapılıyoruz. Bir deprem oluyor, korkuyoruz; bir sel oluyor korkuyoruz. İflâs etmekten, maddî imkânlarımızı kaybetmekten korkuyoruz. Elbette, bunlardan da beşer olarak korkmamız tabiîdir. Fakat esas korkmamız gereken; bizi Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran ve kalbî hayatımıza zehir serpen günahlarımızdır.
Yahya bin Muâz Hazretleri buyurur:
“Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder de Cehennem korkusuyla günahtan perhiz eylemez.”
Velhâsıl, günahlarımızdan korkmalıyız. Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmalıyız. Merhamet ve şefkat fukarâsı olmaktan korkmalıyız. İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edememekten korkmalıyız. İslâmʼın güler yüzünü sergileyememekten korkmalıyız. Bu hatâ ve noksanlıklarımız sebebiyle âhirette karşılaşabileceğimiz dehşetli manzaralardan korkmalıyız.
Bütün günahlardan korkmalıyız ki; son nefeste meleklerin müjdelediği “korku ve hüzünden emin olan” bahtiyar kullardan olabilelim.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“…Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.” (el-Bakara, 276) buyurmaktadır.
ZAHİRİ HARAMLAR
Dolayısıyla günahlar, kulu Cehennem yolcusu yapmaktadır. Lâkin günahların da zâhirîsi ve bâtınîsi, yani görünen ve görünmeyeni, açık ve gizlisi vardır. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, günahların zâhirîsinin yanında, bâtınîsini de terk etmemizi şöyle emir buyurmaktadır:
“Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlakâ çekeceklerdir.” (el-En’âm, 120)
Demek ki insan; içki, kumar, zinâ, hırsızlık, zulüm ve emsâli zâhirî haramlardan uzak durmak zorunda olduğu gibi, kalbe zehir saçan bâtınî haramlardan da sakınmak mecburiyetindedir.
Esâsen zâhirî günahlar da, bâtınî günahların eseri ve neticesidir. Ayrıca bâtınî günahlar, ekseriyetle fark edilmediği için daha çok işlenmektedir. Yine insanlar bu nevî günahları umûmiyetle hafife almakta ve onlardan kurtulmak ve korunmak için gereken dikkat ve hassâsiyeti göstermemektedirler. Hâlbuki kalbî hastalıklardan olan kibir, haset, pintilik gibi çirkin huyları kalpten kazıyıp atabilmek de, en az zâhirî günahlardan sakınmak kadar ehemmiyetlidir.
Nitekim Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecburîdir, aynı şekilde (ibadetlerin makbul bir kıvam kazanabilmesi için) gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertaraf etmek de zarurîdir.”[1]
“Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun?!”[2]
BATINİ HARAMLAR
Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına tâlip olan mü’min bir kulun, titizlikle sakınması gereken bâtınî haramların bir kısmı şöyledir:
Gurur-Kibir:
Gurur ve kibir; kendini beğenip diğer insanlardan üstün tutmak ve yine kendinden başkasını hor ve hakir görmektir. Birbirinden ayrılmayan bu iki çirkin huy, dünyada huzursuzluk, âhirette ise azap sebebidir.
Din kardeşlerini küçük görenler, âhirette büyük bir hüsrâna dûçâr olacaklardır. Zira Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“İnsana günah olarak, Müslüman kardeşini küçük görmesi yeter.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 32)
Âyet-i kerîmelerde, Cennet’e girmeye mânî olan “gurur” ve “kibir” gibi Cehennemî vasıflar hakkında şöyle buyrulmaktadır:
“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuk yapmayı istemeyenlere nasîb ederiz. Sonunda kazançlı çıkanlar, fenalıktan sakınanlardır.” (el-Kasas, 83)
“Kibirlenip de insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah; kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez.” (Lokmân, 18)
“Onlara; «İçinde ebedî kalacağınız Cehennem’in kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötü!» denilir.” (ez-Zümer, 72)
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün şöyle buyurmuşlardı:
“Kalbinde hardal tanesi kadar îman olan hiç kimse, Cehennem’e girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiç kimse de Cennet’e giremez.” (Müslim, Îmân, 148-149)
Ebedî saâdet için kalpteki îmânın ne büyük bir cevher olduğunu, buna mukâbil insanın rûhunu zehirleyen kibrin de, ne kadar vahim bir âhiret felâketi olduğunu vurgulayan bu nebevî beyan üzerine ashâb-ı kirâmdan biri:
“−Yâ Rasûlâllah! İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını istemez mi?” deyince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu karşılığı vermişlerdir:
“−Şüphesiz ki Allah güzeldir; güzelliği sever. Kibir (ise nîmetleri kendinden bilip o nîmetlerin gerçek sahibine nankörlük ederek) hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” (Müslim, Îmân, 147; Tirmizî, Birr, 61)
Yine Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, katı kalpli, kaba, cimri kimselerle birlikte, kurularak yürüyen kibirli insanların da Cehennem ehlinden olduğunu ifâde etmiş[3] ve:
“Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarıyla bakmaz.” buyurmuştur. (Müslim, Libâs, 42)
Gurur ve kibrin tarihi, İblis’ten başlayarak Nemrudlar, Firavunlar, Kârunlar ve Ebû Cehiller gibi nice ahmakların âleme ibret olan âkıbetlerinin bir sergisi mâhiyetindedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, kibrin ilk temsilcisi olarak İblis gösterilmektedir. O, “Âdem’e secde et!”[4] emr-i ilâhîsi karşısında büyüklük taslamış, neticede bu kibri onu küfre sürüklemiştir. Allah Teâlâ, İblis’in bu davranışına karşı:
“«–Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa gerçekten yücelmiş olanlardan mısın?» dedi.” (Sâd, 75)
Böylece onun ilâhî emri çiğneyip secde etmeyişinin gerçek bir yücelikle alâkasının bulunmadığını ve sadece büyüklük kuruntusundan kaynaklandığını beyan buyurdu.
Nemrud da, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın “tevhid dâvâsı” karşısında kibre kapılarak:
“–Ben, İbrahim’in söylediği semâların Rabbine harp îlân ediyorum.” diyecek kadar şaşkınlaştı. Böylece büyüklük taslayıp etrafındakilere böbürlenmek sûretiyle, kudret ve azametini değil, bilâkis hamâkat ve zavallılığını ortaya koymuş oldu.
Firavun da veziri Hâmân’a:
“–Bana tuğla pişirip yüksek bir kule yap ki, şu Mûsâ’nın Rabbini araştırayım.” diyecek kadar ahmaklaşmıştır.
Ebû Cehil ve emsâlleri de Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nübüvvetini vicdânen kabul ettikleri hâlde, nefsâniyetleri sebebiyle inkâr etmişlerdi. Zira îmân ederek, o zamanlar ekseriyeti fakir ve kölelerden oluşan mü’minlerin safında yer almayı gururlarına yediremedikleri için budalaca bir inada sürüklenmişler ve:
“…Bu Kur’ân, iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” (ez-Zuhruf, 31) diyecek kadar gurur ve kibrin gayyâlarına düşmüşlerdi.
O müşrikler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ebedî saâdet dâvetini ve getirdiği istikbâl haberlerini, teşekkür ve minnetle karşılayacakları yerde, -ne hazindir ki- gurur ve kibirleri yüzünden çok çetin bir inatla, yüz kızartıcı menfîliklerle, alay, hakaret ve iz’açlarla karşılamışlardı.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zâlimler grubuna kaydedilir. Böylece zâlimlere verilen ceza ona da verilir.” (Tirmizî, Birr, 61/2000)
Haset:
Haset, başkalarına lûtfedilen nîmetleri kıskanarak bir mânâda Cenâb-ı Hakk’ın taksîmine kalben îtiraz etmektir.
Mesela Kârûn, kendisine mânevî ilimler verilmesine rağmen, Hazret-i Hârûn’u kıskanıp haset etmesi sebebiyle helâke dûçâr olmuştur.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Yoksa onlar, Allâh’ın lûtfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar?..” (en-Nisâ, 54)
Kişide, haset illetinin mevcûdiyetini gösteren ilk alâmet, haset ettiği kimseden nîmetin zevâlini arzu etmek, nîmetin zevâlini gördüğünde ise rahatlayıp sevinç duymaktır.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde biz ümmetini haset illetinden şöyle îkaz buyurmuşlardır:
“Haset etmekten sakının. Zira ateşin odunu (veya otları) yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44/4903)
“Size eski ümmetlerin hastalığı sirâyet etti: Bu, haset ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır (yok edicidir). Bilesiniz ki; kazıyıcı (yok edici) derken saçı kazır demiyorum. O, dîni kazıyıcıdır…” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme, 57)
“Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilginizi kesmeyiniz. Ey Allâh’ın kulları, kardeş olunuz!” (Buhârî, Edeb, 57)
Hasetçi, haset ettiği kimseye karşı, kin, öfke, ihânet, intikam, hîle, ayıplama ve kötüleme gibi aşağılık hisler içinde çırpınır durur. Fânî ömrünü faydasız hayaller ve zararlı kuruntular içinde ziyân eder. Dolayısıyla kalbî hayatına zehir saçar.
Öfke:
Îtidâl ve muvâzeneyi bozan en mühim âmillerden biri olan öfke, insanın zayıflık ve liyâkatsizliğinin de bir göstergesidir. Aklî dengenin kısmen zaafa uğramasıdır. Çünkü öfke gelince akıl baştan gider. Nitekim cinayet ve zulümlerin büyük çoğunluğu, öfke neticesinde meydana gelmiştir. Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia tarihidir.
Hakîkaten öfke, şeytanın işini kolaylaştıran en mühim insânî zaaflardan biridir. İnsan öfkelendiğinde şeytan, bir çocuğun topla oynadığı gibi o kimseyle oynamaya başlar.
En akıllı insan, öfkesine hâkim olabilen kişidir. Yani öfke, aklın en büyük düşmanıdır. Nitekim:
“Öfke gelir göz kararır, öfke gider yüz kızarır.” denilmiştir.
Zira öfke denizi kabaran bir insanın, kendine hâkim olabilmesi çok zordur. Bu sebeple Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu dirâyeti gösterebilen mü’minler için şöyle buyurmuştur:
“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen adamdır.” (Buhârî, Edeb, 76)
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Bana Cennet’e götürecek bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz kendisine:
“–Öfkelenme!” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73)
Cenâb-ı Hak da rızâ-yı ilâhîsini tahsil için öfkelerini yenebilen sâlih kulları hakkında şöyle buyurur:
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)
Ancak burada şunu da ifâde etmek gerekir ki öfke, nefsânî ve şeytânî yönden olunca kötü bir vasıftır. Eğer o, ilâhî cihettense, yani Allah yolunda ve sırf Allah içinse, bu takdirde bir fazîlet olur. Allâh’ın rızâsını kazanmak için öfkeyi yenmek mühim olduğu kadar, gerektiğinde Allah için öfkelenmek de son derece mühim bir vazifedir.
Riyâ:
İki yüzlülük, gösteriş, sahte davranış demek olan riyâ, amellerin sevâbını yok eden çirkin bir vasıftır. İslâm dîni, Müslümanları hiçbir zaman iki yüzlü ve samimiyetsiz bir davranış içinde görmek istemez. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
“Hâlbuki onlara ancak, dîni yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allâh’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.” (el-Beyyine, 5)
Bir diğer âyet-i kerîmede ise Rabbimiz, gösteriş veya birilerine duyurma (riyâ ve süm’a) niyetiyle yapılan hayır ve iyiliklerin, bir hiç uğruna hebâ edilmiş olacağını şöyle beyân etmektedir:
“Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak, pürüzsüz bir kaya hâline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.” (el-Bakara, 264)
Unutulmamalıdır ki, tevhid akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Nitekim Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında:
“–Sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirktir.” buyurmuştu.
Yanındakiler:
“–Küçük şirk nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu cevâbı verdi:
“–Riyâ, yani gösteriştir. Kıyâmet günü insanlar amellerinin karşılığını alırlarken, Allah Teâlâ riyâ ehline:
«–Dünyadayken kendilerine mürâîlik yaptığınız/amellerinizi göstermek istediğiniz kimselere gidin! Bakın bakalım onların yanında herhangi bir karşılık bulabilecek misiniz?» buyurur.” (Ahmed, V, 428, 429)
Demek ki Allah için yapılması gereken amellerde riyâ ve gösteriş, insanı şirke kadar götürebilen son derece tehlikeli bir hâldir. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hadîs-i şerîf de ibadetlerinde ihlâsı kaybederek riyâya kaçan, benlik ve hevâlarını ön plâna çıkaran kimselerin fecî âkıbetini haber vermektedir:
“Kıyâmet günü hesâbı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nîmetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu îtiraf eder.
Cenâb-ı Hak:
«–Peki, bunlara karşılık ne yaptın?» buyurur.
«–Şehid düşünceye kadar Sen’in uğrunda cihâd ettim.» diye cevap verir.
(Allah Teâlâ:)
«–Yalan söylüyorsun. Sen, “ne yiğit adam” desinler diye savaştın, o da denildi.» buyurur.
Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü Cehennem’e atılır.
Bu defa; ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah ona da verdiği nîmetleri hatırlatır. O da hatırlar ve îtiraf eder. Ona da:
«–Peki, bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar.
«–İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızân için Kur’ân okudum.» cevâbını verir.
(Cenâb-ı Hak:)
«–Yalan söylüyorsun. Sen “âlim” desinler diye ilim öğrendin, “ne güzel okuyor” desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.» buyurur.
Sonra emrolunur, o da yüzüstü Cehennem’e atılır.
(Daha sonra) Allâh’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nîmetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve îtiraf eder.
(Allah Teâlâ:)
«–Peki ya sen bu nîmetlere karşılık ne yaptın?» buyurur.
(O varlıklı kul da:)
«–Verilmesini sevdiğin, râzı olduğun hiçbir yerden (malımı) esirgemedim, sadece Sen’in rızânı kazanmak için verdim, harcadım.» der.
(Cenâb-ı Hak ona da:)
«–Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını “ne cömert adam” desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi.» buyurur.
Sonra emrolunur, bu da yüzüstü Cehennem’e atılır.” (Müslim, İmâre, 152)
Cimrilik:
Cimrilik, Cenâb-ı Hakk’ın bir kimseye ihsân ettiği nîmetleri, o kişinin kendi nefsine hasretmesidir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“De ki, Rabbimin rahmet hazineleri sizin elinizde olsaydı, onu harcayıp tüketmekten korkar, cimrilik ederdiniz. Zaten insan da pek cimridir.” (el-İsrâ, 100)
Hâlbuki Cenâb-ı Hak, kullarının ne cimri ne de müsrif olmalarını istemektedir. Bunun için de âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29)
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Gerçek mü’minde şu iki haslet aslâ bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk!..” (Tirmizî, Birr, 41/1962)
“Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyâmet gününde zâlime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki ümmetleri helâk etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevk etmiştir.” (Müslim, Birr, 56)
“Her Allâh’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri:
«Allâh’ım! Malını verene yenisini ver!» diye duâ eder.
Diğeri de:
«Allâh’ım! Cimrilik edenin malını yok et!» diye bedduâ eder.” (Buhârî, Zekât, 27)
Cenâb-ı Hak, dünya servetine gönül kaptırıp, onu rızâsı yolunda sarf etmeyen cimrilerin fecî âkıbetini, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurmaktadır:
“O ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allâh’ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 2-7)
Cimrilik, Allâh’ın lûtfuna değil, malına güvenip sığınmaktır. Malının kendisini ebedî kılacağını zannetmektir. Hâlbuki bir Hak dostu ne güzel söyler:
“Dünyadan ebedîlik isteme! Kendinde yok ki sana da versin!”
Şu fânî dünya günlerini şuursuzca bir mal toplama ihtirâsı içinde geçirenler, kabre girdikleri gün avuçlarında topraktan başka bir şey bulamayacaklardır. Dünya malı yine dünyada kalacak, insan ise kendine biriktirdiği dünyalıkların ağır hesâbıyla karşılaşacaktır.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hutbesinde ashâb-ı kirâma şöyle hitâb etmişlerdir:
- Cennetliklerin Özellikleri
“…Cennetlikler üç kısımdır:
Kuvvet sahibi, âdil, tasaddukta bulunan ve muvaffak olan kişi.
Bütün yakınlarına ve Müslümanlara karşı merhametli ve yumuşak kalpli olan kişi.
İffetli, namuslu ve ehl ü ıyâl sahibi olduğu hâlde kimseden bir şey istemeyen kişi.
- Cehennemliklerin Özellikleri
Cehennem ehli de beş kısımdır:
Aklını, kendisini yanlışlardan korumak için kullanmayan zayıf irâdeli insan. Bunlar, aranızda tâbî olarak bulunurlar, âile ve mal edinmek (dînî, şahsî ve dünyevî bir fayda temin etmek) için gayret etmezler.
Tamahkârlığını belli etmeyen hâin kimse. Böylesi, hangi kapıyı çalsa mutlakâ ihânet eder.
Sabah-akşam her fırsatta malın ve ehlin hususunda seni aldatan kimse.
Cimri ve yalancı.
Kötü ahlâklı, çirkin ve kaba sözlü kimse.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sözlerine devamla;
“Allah Teâlâ bana; «Öyle mütevâzı olun ki, kimse kimseye karşı övünmesin, kimse kimseye karşı zulüm ve haksızlık yapmasın!» diye vahyetti.” buyurmuşlardır. (Müslim, Cennet, 63-64)
Şeyh Sâdî’nin, dünya metâına aşırı düşkünlükle cimrilikte bulunanlara yaptığı şu îkaz ne kadar ibretlidir:
“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar ve kurur. Sürekli bağışlamaya ve akıtmaya çalış. Akan suya gök yardım eder. Yağmur yağdırır, sel gönderir, onu derya eder.”
Dolayısıyla asıl mârifet; cömertlik, fedakârlık ve diğergâmlıkla gönlü bir rahmet deryası hâline getirip Hakk’ın lûtfettiği nîmetleri âhiret zenginliğine dönüştürebilmektir. Bu bakımdan malın hayırlısı, sahibinden önce âhirete gönderilen; canın hayırlısı da Allah rızâsı istikâmetinde kullanılabilendir.
Es’ad Erbilî Hazretleri şöyle buyurur:
“Kiracıların bir evden diğerine taşınırken bütün eşyalarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlûmdur. Hâl böyle iken, insanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyalarından kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (infâk edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten hayret verici bir durumdur.” (Mektûbât, s. 16, no: 5)
İsraf:
İsraf, aşağılık duygusunu bastırmak için yapılan bir güç gösterisidir.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
“…İsraf etmeyin; çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (el-En’âm, 141)
“İsraf edenler şeytanların arkadaşlarıdır...” (el-İsrâ, 27)
Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ size; ana-babaya itaatsizlik etmeyi, verilmesi gerekeni vermeyip almaya hakkı olmayan şeyi istemeyi ve kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi haram kılmış; dedikodu yapmayı, çok soru sormayı ve malı israf etmeyi de mekruh kılmıştır.” (Buhârî, İstikrâz 19, Edeb 6)
Malı israf etmek, onu Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı bir sûrette harcamak demektir. Mal, insanın zarurî ihtiyaçlarını temin etmesine ve kimseye el açmadan huzur içinde yaşamasına vesîledir. Lâkin onu har vurup harman savuranlar, bir müddet sonra başkalarına muhtaç duruma düşerler. Diğer bir ifâdeyle, malı Allah yolunda harcayıp âhiret azığı yapmak, makbul ve sâlih bir ameldir. İhtiyacı olan yakınlarından başlamak üzere insan malını dilediği gibi harcayabilir; bu harcama helâldir. Dînin yasakladığı yerlere harcamak ise haramdır.
Bir de canın istediği, nefsin arzu ettiği yerlere yapılan mübah harcamalar vardır. İnsanların hâline ve mal varlığına göre farklılık arz etmekle beraber, bu nevî harcamalar ekseriyetle israf sayılmaz. Örf ve gelenekler de bu hususta bir ölçüdür. Çok zengin bir kimsenin bazı meşrû zevkleri için yaptığı bir harcama mâkul karşılanabildiği hâlde, orta halli birinin aynı şekildeki bir harcaması, israf sayılabilir.
Şu âyet-i kerîme, malın sarf edilişi husûsunda en sağlam ölçüyü ortaya koymaktadır:
“Rahmân’ın o has kulları ki, harcadıkları zaman ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkân, 67)
Velhâsıl, israf da cimrilik de kökü Cehennem’de olan çirkin huylardır.
Tecessüs:
Ayıp ve kusur araştırmak demek olan tecessüs, esasen kötü zanna dayanan nefsânî bir davranıştır.
“Settâru’l-Uyûb” olan Cenâb-ı Hak, insanların umûmu alâkadar etmeyen şahsî kusur ve ayıplarının araştırılıp ortaya dökülmesine gazap eder. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Allah, zulme uğrayanın dile getirmesi dışında, çirkin sözün açıklanmasını sevmez. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (en-Nisâ, 148)
Zira gizli kalmış kötülük ve çirkinliklerin araştırılıp ortaya dökülmesi, onların âdeta bulaşıcı bir hastalık gibi toplumda revaç bulmasına sebebiyet verir. Bu yüzden, bu nevî hâllerin şuyûu, vukūundan beterdir denilmiştir. Yani bunların duyurulup yayılması, toplum ahlâkı için daha büyük bir tehlike teşkil eder.
Tecessüs illetinde ağırlıklı olarak, herhangi bir Müslümanın bir ayıbını, kusurunu veya sırrını bir şekilde öğrenip açıklamak gibi kötü bir niyet mevzubahistir. Bu ise, hem Kur’ân’da hem de Sünnet’te yasaklanmıştır.
Nitekim âyet-i kerîmede Rabbimiz;
“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” (el-Hucurât, 12) buyurmaktadır.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanların ayıplarının, gizli durumlarının peşine düşer ve araştırmaya kalkışırsan, onların ahlâkını bozarsın veya onları buna zorlamış olursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 37)
“Kim bir topluluğun duyulmasını istemediği bir sözü öğrenmeye çalışır (tecessüs ile kulak hırsızlığı yapar)sa, kıyâmet günü kulaklarına eritilmiş kurşun dökülür.” (Buhârî, Tâbîr, 45)
Tecessüs, din kardeşliği hukukuyla aslâ bağdaşmayan bir vasıftır. Nitekim İbn-i Mesut -radıyallâhu anh-, kendisine getirilerek hakkında;
“–Bu, sakalından şarap damlayan falanca kişidir.” denildiğinde o kimselere:
“–Biz ayıp ve kusur araştırmaktan men edildik. Bir kusur veya ayıp, kendiliğinden ortaya çıkarsa biz onun gereğini yaparız.” cevâbını vermiştir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 37/4890)
Yine Ukbe bin Âmir -radıyallâhu anh-’ın kâtibi şöyle anlatır:
“Ukbe’ye:
«–Komşularımızdan bazılarının içki içtiğini fark ettim, zâbıtayı çağırayım da onları yakalasın.» dedim. Bana:
«–Öyle yapma, onlara önce nasihat et ve îkazda bulun!» dedi.
Ben de dediği gibi yaptım lâkin vazgeçmediler. Bunun üzerine Ukbe’ye:
«–Onlara nasihat ettim fakat bırakmadılar, zâbıtayı çağıracağım.» dedim.
Ukbe -radıyallâhu anh-:
«–Yazıklar olsun sana! Öyle yapma! Çünkü ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;
“Kim bir mü’minin ayıp ve kusurunu örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkararak kurtarmış, ihyâ etmiş gibi olur.” buyurduğunu işittim.» dedi.” (Ahmed, IV, 153)
Yalan:
Yalan söylemek, kişiyi Cehennem’e sürükleyen vasıfların başta gelenlerinden biridir.
Nitekim bir gün Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Yalan yemin ile bir Müslümanın hakkını alan kimseye Allah -celle celâlühû- Cennet’i haram eder ve Cehennem’i farz kılar.” buyurmuştu.
“–Az bir şey olsa da mı yâ Rasûlâllah?” diye soruldu.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Erak ağacından bir çubuk bile olsa!” buyurdu ve bu sözünü üç defa tekrarladı. (Müslim, Îmân, 218; Muvatta, Akdiye, 11)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk, hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de Cennet’e iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (dosdoğru kimse) diye kaydedilir.
Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûra) sürükler. Fücûr da Cehennem’e götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında kezzâb (çok yalancı kimse) diye yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69)
Mâlum olduğu üzere yalan, dile ait bir âfettir. Dil ise, insanın bütün uzuvlarına ve amellerine tesir eden kalbin sözcüsü durumundadır. Dolayısıyla yalan söylememek hususunda diline hâkim olabilen kişi, kendisini hadîs-i şerîflerde haber verilen kötü âkıbetten büyük ölçüde korumuş demektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allah amellerinizi sâlih hâle getirsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (el-Ahzâb, 70-71)
Ayrıca mü’min, ağzından çıkan her sözün melekler tarafından kayda geçirildiğini unutmayıp yalan sözden şiddetle sakınmalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kāf, 18)
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, yalan beyanda bulunmanın, kulu âhirette dûçâr edeceği âkıbete dâir şöyle buyurmuşlardır:
“Kim görmediği bir rüyayı gördüm deyip anlatırsa, âhirette yerine getirmesi mümkün olmayan bir işe, iki arpa tanesini birbirine düğümleme cezasına çarptırılır…
Kim de herhangi bir canlının resim (ve heykelini) yaparsa, o da kıyâmette, yapamayacağı hâlde, «haydi buna can ver» diye zorlanarak azâb edilir.” (Buhârî, Tâbîr, 45)
Gıybet:
Gıybet, bir Müslümanın diğer bir Müslüman kardeşinin gıyâbında konuşarak, duyduğunda üzüleceği veya utanacağı bir kusurundan bahsetmesidir. Allah Teâlâ, insanoğlunun izzet ve haysiyetine öyle büyük bir değer vermektedir ki, onun kusurlarının gıyâbında söylenerek şerefinin zedelenmesini, dînen çok ağır bir suç olarak îlân etmektedir. Bu keyfiyet, rahmeti gazabına gâlip olan Rabbimiz’in, günahkâr ve kusurlu kullarını dahî koruyup himâye ettiğini göstermektedir.
Bununla birlikte gıybetin men edilme sebebi, sadece Cenâb-ı Hakk’ın “günahkâr bir kulunun bile hakkını muhafaza edip ona sahip çıkma” arzusundan ibâret değildir. Bunun bir sebebi de gıybetin, toplum hayatındaki sulh ve sükûn ile kardeşlik duygularını zedeleyici bir rol oynamasıdır.
Gerçekten de gıybet, İslâm kardeşliğini bozan, ictimâî nizâmı altüst eden, birlik ve beraberlik rûhunu yok ederek kalplere kin ve husûmet saçan büyük günahlardan biridir. Böyle olmakla beraber birçok kimse, câhilâne bir düşünceye kapılarak, söylediklerinin gerçek olmasıyla kendini avutur. Hâlbuki gıybet, zâten mevcut olan bir kusurun söylenmesidir. Olmayan bir kusurun var olduğunu söylemek ise iftiradır. Bunu göz ardı ederek, gıybet eden kişinin, sözlerinin doğru olmasıyla tesellî bulması ve yaptığı yanlışı savunması, ancak cürmünün vebâlini artıran derin bir gaflet tezâhürüdür.
Nitekim Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün:
“–Gıybet nedir, bilir misiniz?” diye sormuştu.
Ashâb-ı kirâm:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dediler.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır.” buyurdu.
“–Söylenen ayıp, eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa ona iftira ettin demektir.” buyurdu. (Müslim, Birr, 70; Ebû Dâvûd, Edeb, 40/4874)
Cenâb-ı Hak, ağır bir kul hakkı olan gıybetten titizlikle sakınmamız için şöyle buyurmaktadır:
“…Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette bundan tiksinirsiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (el-Hucurât, 12)
Âyet-i kerîmede gıybetin; “ölmüş kardeşinin etini yemek” şeklinde tasvîr edilmesi, bu cürmün ne kadar ağır olduğunu çok açık bir sûrette ortaya koymaktadır. Bir insanın eti, diriyken dahî murdar ve haramdır. Ölmüş kardeşinin kokuşmuş etini, üstelik bir de severek yiyebilmek, ne kadar dehşetli bir aklî, kalbî ve ahlâkî bozulmaya işaret etmektedir.
Gıybet, ağır bir kul hakkıdır. Bir din kardeşinin dedikodusunu yapan, gidip ondan helâllik istemelidir. Üstelik bunu isterken de ona bütün samimiyetiyle; “Ben senin hakkında şöyle şöyle dedim, yanımda şunlar şunlar vardı…” diye açıkça îtirâf etmesi îcâb eder. Hattâ yaptığı gıybet, şayet bir fitneye sebebiyet vermişse, bol bol istiğfâr etmesi, sadakalar vermesi, Cenâb-ı Hakk’a nedâmetle yalvarıp af dilemesi îcâb eder.
Yani gıybet, telâfisi son derece zor olan kul haklarından biridir. Dolayısıyla dile sahip çıkıp onu böyle bir günaha hiç bulaştırmamak, en selâmetli yoldur.
Allah Teâlâ, gıybet etmeyi yasakladığı gibi onu dinlemeyi de yasaklamıştır. Çünkü gıybete göz yumup onu dinlemek de zımnen ona iştirâk etmeyi ifâde eder.
Nitekim Abdullah Dehlevî Hazretlerinin oruçlu olduğu bir gün, yanında sultânı kötülemişlerdi. Hazret:
“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.
Bir talebesi:
“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise:
“–Evet, biz gıybet etmedik ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.[5]
Cenâb-ı Hak, gerçek mü’minlerin bu tür mezmum sıfatlardan uzak olduğunu şöyle beyan buyurmaktadır:
“Onlar boş ve faydasız söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler...” (el-Kasas, 55)
“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)
Çünkü mü’min, mes’ûliyet şuuruna sahip insandır. Kendisine lûtfedilen her nîmet ve imkândan sorulacağını, yaptığı her hareketin hesâbını vereceğini bilen kimsedir.
Nitekim Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle îkaz buyurmaktadır:
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi, yaptıklarından sorumludur.” (el-İsrâ, 36)
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde gıybetten sakınmaya dâir şu îkazlarda bulunmuşlardır:
“Ey diliyle îmân edip de kalplerine îman tam olarak yerleşmeyen kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayınız, kusurlarını da araştırmayınız! Kim Müslümanların kusurlarını araştırırsa Allah da onun kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştırırsa, onu evinin ortasında bile olsa rezil eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 85; İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 229)
“Allâh’a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31)
“Dilini tutan kurtuldu.” (Tirmizî, Kıyamet, 50; Dârimî, Rikāk, 5)
“Kim bir mü’mini bir münâfığa (gıybetçiye) karşı himâye ederse, Allah da onun için, kıyâmet günü, etini Cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de Müslümana kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu kıyâmet günü, Cehennem köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından arınıp) çıkıncaya kadar hapseder.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4883)
Velhâsıl gıybet, nefse mağlûp olmanın, kalpteki yanlış duyguların ve kötü ahlâkın bir göstergesidir. Hem dünya hem de âhiret hayatını berbâd eden mânevî bir illettir.
Buna rağmen maalesef nice insan, hiçbir iç sıkıntısı duymadan, âdeta tatlı bir mûsikî dinler gibi gayet rahat bir sûrette bu günaha düşmekte, hattâ onu alışkanlık hâline getirmektedir. Rabbimiz bu ve benzeri bütün zâhirî ve bâtınî haramlara karşı son derece hassas ve müteyakkız olabilmeyi cümlemize nasîb eylesin.
Dipnotlar:
[1] Attâr, Tezkire, s. 629.
[2] Harakānî, Nûru’l-Ulûm, s. 239.
[3] Buhârî, Tefsîr 68/1, Eymân 9, Edeb 61; Müslim, Cennet 46, 47.
[4] Bkz. el-Bakara, 34.
[5] Abdülganî bin Ebî Saîd, Hüvelganî Risâlesi, s. 152.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ebediyet Yolculuğu, Erkam Yayınları
YORUMLAR