Cemaatte Rahmet Ayrılıkta Azap Vardır
Birlik ve beraberlik neden önemlidir? İslam neden birliği emreder? İslam’da birlik ve beraberliğin anlamı ve önemi.
Mevlânâ Hazretleri buyurur:
“Sünnet’i, topluluğu bırakan kişi, yırtıcı canavarlarla dolu yerde kendi kanını dökmez de ne yapar?!”
BİRLİKTE RAHMET AYRILIKTA AZAP VARDIR
Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti topluluk üzerindedir. Hadîs-i şerîfte:
“Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmuştur. (Münâvî, III, 470)
Diğer bir hadîs-i şerîfte de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Şeytan, insanın kurdudur. Tıpkı sürüden ayrılan koyunu kapan kurt gibi. Sakın gruplara bölünmeyin. Cemaatten, toplumdan ve mescitlerden ayrılmayın!” buyurmuşlardır. (Ahmed, II, 400; V, 335; Hâkim, I, 73/59)
İSLAM BİRLİK VE BERABERLİĞİ EMREDER
İslâm; ferdiyetçiliği, egoizmi, bencilliği, toplumdan uzaklaşıp kendi kabuğuna çekilerek yaşanan bir hayat tarzını men eder; buna mukâbil, diğergâmlığı, din kardeşleriyle beraberliği, kaynaşmayı, yardımlaşmayı ve ictimâîleşmeyi emreder. Şüphesiz ki bunun en güzel vesîlelerinden biri de, Allâh’ın evi, İslâm’ın şiârı ve Müslümanların birlik, beraberlik ve tevhîdinin sembolü olan câmilerde, namazların cemaatle kılınmasıdır.
Nitekim câmi veya mescitlere devam edip namazı cemaatle kılmak, Peygamber Efendimiz’in vâcibe yakın müekked sünnetlerinden biridir. Bazı mezhepler ise bunu farz-ı kifâye, hattâ farz-ı ayn derecesinde görmektedirler.[1]
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Bir kimsenin câmilere gitmeyi îtiyad hâline getirdiğini görürseniz, onun îmanlı olduğuna şâhitlik edin. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
«Allâh’ın mescitlerini ancak Allâh’a îmân edenler îmâr eder...» (et-Tevbe, 18)” (İbn-i Mâce, Mesâcid, 19)
Demek ki îman alâmeti olan “mescit îmârı”nın bir mânâsı da, o mescidi cemaatle ihyâ ve âbâd etmektir. Zira ümmet-i Muhammed’e bütün yeryüzü mescit kılınmıştır. Mühim olan, o mescidin içini doldurabilmektir. Nitekim bir mescit cemaatten mahrum kalmışsa çok geçmeden mahzun bir vîrâneye dönüşüverir. Onu tekrar ihyâ etmek ise, mü’minlerin boynunun borcudur.
ASR-I SAADET’TE CEMAATLE NAMAZA VERİLEN ÖNEM
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâb-ı kirâm ve diğer İslâm büyükleri, cemaate devamlılık hususunda büyük bir titizlik göstererek bizlere de örnek teşkil etmişlerdir. Nitekim sahâbe-i kiramdan Abdullah bin Mesut -radıyallâhu anh- der ki:
“Yarın Allâh’a Müslüman olarak kavuşmak isteyen kişi, namazlarını ezan okunan yerde kılmaya devam etsin. Şüphesiz ki Allah, sizin Peygamber’inize hidâyet yollarını açıklamış ve emretmiştir. Namazları cemaatle kılmak da hidâyet yollarındandır.
Şayet siz, cemaati terk edip namazı evinde kılan şu adam gibi yapacak olursanız, Peygamber’inizin Sünnet’ini terk etmiş olursunuz. Peygamber’inizin Sünnet’ini terk ederseniz, sapıklığa düşmüş olursunuz.
Herhangi bir kimse güzelce abdest alır, sonra şu câmilerden bir câmiye gitmek için yola çıkarsa, Allah Teâlâ, onun attığı her adım için bir sevap yazar, onu bir derece yükseltir ve bir günahını siler.
Vallâhi ben, nifâkı bilinen bir münâfıktan başka, namazdan geri kalanımız olduğunu görmemişimdir. Allâh’a yemin ederim ki biri hastalanırsa, iki kişi tarafından tutularak onların arasında namaza getirilir ve bunların iki taraflı desteğiyle safta durdurulurdu.” (Müslim, Mesâcid, 257)
Fedâle bin Ubeyd -radıyallâhu anh- da Ashâb-ı Suffe’nin, içinde bulundukları büyük mahrûmiyetlere rağmen, namazı cemaatle îfâ hususunda sergiledikleri azim, sabır ve gayretin bir misâlini şöyle nakleder:
“Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına namaz kıldırırken, onlardan bazıları, açlığın verdiği tâkatsizlik sebebiyle ayakta duramayarak yere düşerlerdi. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler onların hâline hayret ederlerdi. Allah Rasûlü namazı bitirince, açlıktan bayılanların yanına gelir ve onları tesellî ederek:
«Allah Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368)
Yine harpte bile namazın terk edilmemesi, cemaat hâlinde nöbetleşe kılınması, Cenâb-ı Hak tarafından Kur’ân-ı Kerîm’de tafsîlâtıyla bildirilmektedir.[2] Bu ilâhî emir de cemaatle namazın Müslümanlar için vazgeçilmez bir kulluk mes’ûliyeti olduğunun mânidar bir ifadesidir.
Diğer taraftan Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âmâ sahâbîye bile namazını câmide cemaatle kılmasını öğütlemiştir.
Bütün bunlar, ashâb-ı kirâmın ne kadar zor şartlar altında olsalar da aslâ tâviz vermedikleri cemaate devam hassasiyetinin sayısız misâlinden birkaçıdır.
En büyük örnek şahsiyetimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ezan okununca Allâh’ın huzûruna çıkacağı için, âdeta hayatı durdurur, etrafındakileri tanımaz hâle gelirdi. Namazı hemen ilk vaktinde kılar, sonra da o ibadet rûhâniyeti içinde işlerine devam ederdi.
Bizler de Peygamber Efendimiz’in Sünnet’ine uyarak günlük işlerimizi, plân ve programlarımızı namaza göre tanzim edebilirsek, ezan vakti girer girmez her şeyden sıyrılıp Rabbimiz’in huzûruna koşabilirsek -inşâallah- O’nun rızâ ve muhabbetine nâil oluruz. Ayrıca namaza göstereceğimiz bu îtinâ, hayatımıza da ayrı bir feyz ve rahmet olarak akseder.
Unutmayalım ki namaz, insanı ancak fahşâ ve münkerden, yani dînin ve aklın kötü ve çirkin gördüğü şeylerden alıkoyar. Mü’min, namaz sebebiyle hiçbir meşrû ve hayırlı işten alıkonulmuş olmaz. Bilâkis işine ara verip namazını tâdil-i erkân üzere ve huşû ile kıldıktan sonra meşgalesine devam eden bir mü’minin işleri daha da hayırlı ve bereketli olur.
Meselâ ezanı duyunca arabasını park eden, dolmuştan-otobüsten inen, yolculuğuna ara verip namazını ilk vaktinde ve cemaatle kılan bir mü’minin yolunun daha açık, yolculuğunun daha huzurlu olacağı muhakkaktır. İşine ara verip namazdan sonra devam eden mü’minin işleri kolaylaşır. Ders çalışan bir talebe, ezan vakti kitabını kapatıp namazını güzelce edâ ettikten sonra yeniden kitabının başına oturursa, zihninin daha berrak, gönlünün daha münevver olduğunu bizzat kendisi müşâhede eder.
Nitekim bu hassâsiyeti sergileyen mü’minler, nice ilâhî lûtuf ve yardımlara mazhar olmuşlardır. Bizler de günlük hayatın akışı içinde Allah rızâsını umarak bu gayreti gösterebilirsek, ihlâsımız nisbetinde, nice ilâhî nîmet ve ihsanlara mazhar oluruz -inşâallah-.
Nitekim Cenâb-ı Hak, ibadet hayatında bu hassâsiyeti sergileyen kullarını seviyor ve onları şöyle medhediyor:
“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin, kendilerini Allâh’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)
Demek ki Cenâb-ı Hak, hiçbir şeyin ibadetlere mânî olmasını istemiyor. Bu mânîleri bertaraf ederek huzûruna koşan kullarından da râzı oluyor.
Fakat bunun aksine; “ben çok meşgulüm, koşturmaktan fırsat bulamıyorum, çoluk-çocuk, iş-güç bırakmıyor ki…” gibi nefsânî bahaneler ve dünyevî menfaatler uğruna, namazı, ibadeti, Allah yolundaki gayretleri ihmâl edenleri de Cenâb-ı Hak şiddetle îkaz ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ı anmaktan alıkoymasın! Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9)
Dipnotlar:
[1] Bkz. Ahmed Nâim, Tecrid-i Sarih Tercümesi, II, 604.
[2] Bkz. en-Nisâ, 102.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Mevlana, Erkam Yayınları