Cennete Nasıl Gireriz?
El ele hep beraber cennete gidelim. Peki cennete nasıl gireceğiz? Cennete girmek için ne yapmalıyız?
Hepimiz Allâh’ın kuluyuz ve kulluk vazifesini yerine getirip mükâfâtımız olan cenneti kazanmaya gayret ediyoruz.
CENNETE GİRMEK İÇİN NE YAPMALIYIZ?
Gerçi cennet bizim çalışmamızla kazanacağımız bir yer değildir. Hattâ Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bile kendi çalışmaları ile cenneti kazanamayacağını; cennetin Allâh’ın bir lutfu ve ihsânı olduğunu bildirir.1 Fakat Allâh’ın lutfunu cezbedecek birtakım sâlih amellerin bizden zuhûr etmesi, ortaya çıkması gerekiyor.
Bu yazımızda aslında çok basit olan; lâkin şeytan denilen ezelî ve amansız düşmanımızın ayartmaları ve yoldan çıkartmaları yüzünden, çoğu zaman -tabiri câizse- tökezlediğimiz bir husus üzerinde konuşacağız.
İman Etmedikçe Cennete Giremezsiniz
Hepimiz Allâh’a kulluk etmek ve neticesinde de Cenâb-ı Allâh’ın cennetiyle mükâfatlanmak istediğimize göre, nelerin bizim cennete girmemize vesile olacağına şöyle bir bakalım. Meşhur bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:
“Îmân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îmân etmiş olmazsınız.” (Müslim, Îmân, 93)
Demek ki;
Îmansız cennet mümkün değildir. Muhabbetsiz de îman söz konusu değildir.
Buradan anlaşılıyor ki; cennete girebilmemiz mü’minler olarak birbirimizi sevmemize bağlı. Dolayısıyla Allah bizim tek başımıza, ferdî olarak cennete gitmemizi istemiyor.
Cennete Gelmek İstiyorsanız; Birbirinizi Sevmeye Mecbursunuz.
Peygamberimiz’in bizlere îkazı bu yöndedir: Cennete gelmek istiyorsanız; birbirinizi sevmeye mecbursunuz.
Aksi hâlde bırakın cennete gitmeyi, Allah îmânımızı dahî kabul etmemektedir.
Şimdi ben Allâh’a hakikî bir kul olma sevdasındaysam; bütün kardeşlerimin Allâh’a hakikî bir kul olmaları için; samimî, içten duâ etmeliyim ki Allah bana bunu nasip eylesin.
Eğer ben; sıhhatli, başarılı, çalışkan ve çevresi tarafından sevilen bir kimse olmayı arzu ediyor isem; kendim için bunları seviyor isem; bütün arkadaşlarım ve kardeşlerim için de sevmek zorundayım. Çünkü yine çoğumuzun bildiği bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:
“Sizden biriniz; kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de istemedikçe, îmân etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71-72)
Demek ki bir mü’min; başarılı olmak için uğraşırken kardeşinin başarısız olmasını temennî eder, içinden geçirir ise o zaman o kişinin îmânı tehlikeye girmiş olur.
Îman ki; her şeyimizi uğruna fedâ ettiğimiz ve edeceğimiz, yeri geldiğinde onu korumak için cihâd ederek canımızdan vazgeçtiğimiz en değerli varlığımızdır.
O en kıymetli varlığımız, belki çok basit bir sebepten dolayı; kendimizi tercih edip, kardeşlerimizi arka plâna itmemizden dolayı tehlikeye girer. Allah muhafaza etsin îmansızlık damgası yemiş oluruz. Bu hadîs-i şeriflerin mânâsı ışığında, kardeşi için kuyu kazan; onun başarısız olması için uğraşan birine;
“–Yoksa sen îmansız mısın?” denilebilir. Çünkü hakikî mânâda îmân etmemiz; birbirimizin hayrını istememize bağlı, birbirimizi sevmemize, birbirimizin iyiliği için çalışmamıza bağlı.
Kardeşini kendi canı gibi aziz tutmak, kardeşinin menfaatini kendi menfaati gibi muhafaza etmek nedir, gelin gerçek bir tatbikatını zikredelim:
Mezhebimizin imâmı, Ebû Hanîfe Hazretleri; yeryüzünde yaşamış en büyük hukukçulardan biri olarak kabul edilen bir isimdir. Sadece Müslümanların değil gayr-i müslimlerin de büyük bir hukuk dehâsı olarak kabul ettikleri bir zâttır. O; akıl cihetiyle zirvede bir insan, büyük bir âlim, büyük bir hukukçu, fakih olmasının yanı sıra kumaş ticaretiyle meşgul bir tâcirdir de…
Parayı Değil İmanı Tercih Etti
Bir gün bir kadıncağız eline bir parça kumaş almış, Ebû Hanîfe Hazretleri’nin dükkânına gitmişti. Kumaşı ona satmak istiyordu. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri ona sordu:
“–Ne kadar?”
“–100 dirhem isterim.”
“–Hanım kardeşim! Elindeki bu kumaş 100 dirhemden daha kıymetli bir kumaş, daha fazla istemelisin.”
“–200 ver o zaman.”
“–Daha fazla eder.”
“–300 ver o zaman.”
Bu bizim alışkın olduğumuz pazarlıklardan çok farklı bir pazarlık, değil mi? Bizim bildiğimiz pazarlıklar daima fiyat düşürmeye yöneliktir. Ebû Hanîfe -rahimehullah- ise burada fiyatı yükseltmek için bir pazarlık yapıyordu.
“–400 dirhemden de fazla eder!” deyince kadıncağız diyor ki:
“–Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?”
Bunun üzerine bu tür ihtilâflı meseleleri çözmekle mükellef sayılan bir bilirkişiye müracaat ediyorlar. O da diyor ki:
“–Bu kumaş 500 dirhem eder.”
Kadıncağız 100 dirheme satacağı kumaşı, 500 dirheme satıp sevine sevine evinin yolunu tutuyor.2
Şimdi şöyle kendi kendimize bir sorsak,
Ebû Hanîfe Hazretleri 100 liraya alacağı kumaşı 500 liraya alıp nasıl bir ticaret yapıyor? Böyle bir ticaret var mı günümüzde?
Ebû Hanîfe deli miydi, aklını mı yitirmişti yoksa ticaret mi bilmiyordu? Hayır, tam tersine. Ebû Hanîfe Hazretleri şunu çok iyi biliyordu ki, eğer bir insan; «Ben kazanayım.» diye içinden geçirdiği hâlde, kardeşinin kazanmasını istemiyorsa onun îmânı problemli demekti. O büyük imam, asla ve asla 300 liradan 500 liradan dolayı îmânını tehlikeye atacak kadar akılsız biri değildi.
Bir yanda îman, bir yanda üç kuruşluk dünya menfaati, hangisi tercih edilecek? Müslüman elbette îmânı tercih edecektir.
Bir ara şöyle bir reklâm vardı. Alman beyaz eşya markası Bosch’un sahibi Robert Bosch o reklâmda şöyle söylüyordu:
“–Güven kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim.”
Biraz açarsak, şöyle demek istiyor:
“İnsanların bana olan îtimatlarını kaybetmektense, zarar etmeyi tercih ederim.”
Bir gayrimüslim, sadece ticârî kaygılarla böyle söylüyor. Çünkü bir malı aldatır da satarsan bir defa satarsın. Ama samimî, dürüst olarak satarsan ebediyen satarsın. Adam bir defa değil, ömür boyu müşteriyi kazanayım diye düşündüğünden dolayı böyle diyor ve işine îtinâ gösteriyor, dürüst oluyor.
Peki bir Müslümanın da aynı şekilde; «Îmânımı kaybetmektense para kaybetmek nedir, seve seve kaybederim!» demesi gerekmiyor mu? Tabiî ki gerekiyor.
En zor zamanda dahî kardeşini tercih etmek… Sahâbe bunu yaşadı.
Meşhur kıssadır:
Bir sahâbî, savaş bittikten sonra şehidlerin, yaralıların arasında dolaşırken bir yaralının; «Su… su…» diye inlediğini görür ve koşup ona su yetiştirmeye çalışır. O sırada başka birinin de; «Su…» diye inlediğini görünce o ilk su isteyen yaralı, kendisini unutur ve onu işaret eder;
“–Ona götür!” der. Tam ona verecekken bir başka yaralının inlediğini görünce o da onu işaret eder, derken; onun yanına gittiğinde şehîd olduğunu görür. Dönüp bir öncekine gider o da şehîd olmuştur. İlk gittiği arkadaşına gider o da şehid düşmüştür. (Hâkim, Müstedrek, III, 270)
Rahat ve afiyet içindeyken, meselâ tatlı yerken;
“–Buyur kardeşim, sen önce başla!” demek kolay. Ama acıyı yaşarken, zorluğu görmüşken, kardeşini tercih edebilmek, onu sevdiğini söyleyebilmek… Bu ancak çok büyük düşünen, zamanın ötesine yatırım yapan bir insanın işidir.
Ne demek zamanın ötesine yatırım yapan?
Âhirete ve âhiretteki manzaralara şimdiden hazırlanan demek.
Ölümden sonra diriliş muhakkak gerçekleşecektir. Herkes kabirlerinden üzerlerindeki toprağı silkeleyerek kalkacak ve mahşer denilen, herkesin toplandığı bir alanda dikilecekler. Bütün insanlık, ilk insandan son insana kadar o alanda ayakta bekleşecekler. Öyle bir manzara ki güneş bir mızrak mesafesi kadar insanların tepesine yaklaşacak. Şu anda güneş, milyonlarca kilometre öteden görülüyor. Buna rağmen sıcak yaz günlerinde terden bunalırız. Bir de güneşin bir mil kadar yaklaştığını düşünün. Hadîs-i şerifte bu duruma şöyle işaret edilir:
“İnsanlar, işledikleri kötü amelleri kadar tere batarlar. Onlardan bir kısmı topuklarına, bir kısmı dizlerine, bazıları kuşak yerlerine kadar ter içinde kalır; bazılarının da ter âdeta ağızlarına gem vurur.” (Müslim, Cennet, 62; bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 6)
İnsanlar çaresiz; dertten, sıkıntıdan;
“Yeter artık!” derler. Ama öyle orada dünyadaki gibi;
«İsyan ederim, ölürüm.» deme imkânı yoktur. Öyle bir dehşetli azâbın içinde beklerler.
İşte o korkunç manzarada Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yedi sınıf insandan bahseder. Onlar âdeta protokolde otururlar. Allâh’ın gölgesinde Allâh’ın misafirperverliğinde ikrâm içindedirler. Onlar ter dökmezler, güneş görmezler, sıkıntı çekmezler, izzet ve ikrâm içerisinde bekleşirler. Bu 7 sınıftan tam ortadaki 4’üncü sınıf şunlardır:
«Allah için birbirini seven iki kişi» (Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91)
Çok basit ama şeytan araya girince de çok zor bir hâdise.
Burada hadisteki; «Allah için» ifadesi çok mühim. Çünkü biz; sevginin, muhabbetin ticaretini yapıyoruz, alışverişini yapıyoruz, satışını yapıyoruz. Şöyle ki:
“Beni seversen seni severim. Bana iyi davranırsan seni severim. Ama eğer bana karşı yanlış yaparsan, ayağıma basarsan, kalbimi kırarsan, seni sevmem. Kısaca seversen beni belki severim seni.”
Bu bir nevî ticaret değil midir? «Al gülüm ver gülüm.»
Ama eğer sevgimize karşılık görmezsek, o zaman da sever miyiz? Bu soruya eğer; «Sevemem.» cevabını veriyorsak ve aynı zamanda Allâh’ı sevdiğimizi iddia ediyorsak, sevgimize karşılık görmesek bile bizi sevmeyeni de sevmek zorundayız. Bu mânâda en büyük maharet sevgidir.
Bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:
“Sâdık (dürüst, güvenilir) tâcirler, peygamberler, sıddîklar ve şehidlerle beraberdir.” (Tirmizi, Büyû, 4)
İşçilerin kullandığı bir slogan vardır:
“Eşit işe eşit ücret, aynı işi yapıyorsak aynı parayı alacağız.”
Tersinden de düşünürsek aynı; eşit mükâfat varsa, iş de eşit demektir.
Madem bir tâcir peygamberlerle aynı mükâfâtı alıyor. O zaman peygamberin yaptığı işle tâcirin yaptığı işin aynı olması gerekir.
Peki peygamberlerle tüccar aynı işi mi yaparlar?
Evet aynı işi yaparlar. Baktığınızda dünyanın neredeyse dörtte üçüne İslâm, ticaret yapan kimselerin güzel ticaretleri ile girmiştir. Endonezya’ya Afrika’nın içlerine kadar. Müslüman tâcirler İslâm’ı götürmüşler. Fakat bu müslüman tâcirler sâdık ve dürüst oldukları için ticaretlerinde basit kazançları hedeflememişler. «İki liraya alayım, üç liraya satayım; bir lira kazanayım.» diye basit bir kazanç peşinde koşmamışlar. Neyin peşinde koşmuşlar biliyor musunuz? «Kalp kazanayım, Allâh’a îmân eden bir insan kazanayım. Para kaybedebilirim.» Onun için müslüman bir tâcirle dâvâlı bir gayr-i müslim olmamış hiç. Çünkü müslüman tâcir hep alttan almış. Çünkü onun pazarladığı sözde, 3-5 kuruşluk ticaret malından daha önemli bir îman dâvâsı var. İnsanları îmâna çağırıyor.
Îmânımı Kaybedeceğime Varsın Param Gitsin
Bosch’un sözünü hatırlayalım tekrar:
«Güven kaybedeceğime para kaybedeyim.»
Ebû Hanîfe Hazretleri de bunu; «Îmânımı kaybedeceğime varsın param gitsin.» diye söylüyor. Müslüman tâcir de; «Para kaybedeyim ama bir insan kazanayım.» endişesiyle hareket ediyor.
Sözün özü biz; yeryüzüne gönül kazanmaya, gönül yapmaya geldik. Hani Yûnus’un meşhur bir kıt’ası var:
Ben gelmedim kavga için,
Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir;
Gönüller yapmaya geldim.
Çünkü kâinâta sığmayan Allah Teâlâ, mü’min kulunun gönlüne sığıyor. Onun için aziz kardeşlerim! Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz formülü yazıp vermiş elimize. Diyor ki:
“Bir problemin mi var, sıkıntın mı var, çaresizlik içinde misin, çözmek istediğin bir müşkülün mü var?”
Derdi olmayan var mı?
Ne demişler:
Derdi olmayan Âdem’i,
Sanma onu âdemî!..
Hayvanların derdi olmaz. Varsa da yeme-içme derdinden ibaret.
İnsan olup da derdi olmayan yoktur. Peki; derdin çözümü nedir?
Kendin gibi dertli birini bulmak ve onun derdini çözmeye çalışmak…
Hadîs-i şerifteki formül böyle:
“Kul, din kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da kulunun yardımcısıdır.” (Müslim, Zikir, 37-38; Ebû Dâvûd, Edeb, 60; Tirmizî, Hudûd, 3)
Biz kardeşimizden azıcık bir yardımı esirgersek; Allah da bizi kapı kapı dolaştırır, problemimizi çözmez. Fakat kardeşimize yardım edersek biz de yardıma nâil oluruz. Hattâ kardeşimize duâ edersek, kendimiz için de duâ etmiş oluruz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor:
“Bir Müslüman, yanında bulunmayan bir din kardeşi için duâ ederse, mutlaka melek ona; «Aynı şeyler sana da verilsin.» diye duâ eder.” (Müslim, Zikir, 86; Ebû Dâvûd, Vitir, 29)
Cennete Girmek İstiyorum
Melekler masumdur. Bizler, hepimiz günahkâr insanlarız. Meleklerin duâsı daha makbuldür. Dolayısıyla sen kardeşine duâ ettiğinde, melek de sana duâ ediyorsa, aklın varsa kendine duâ edeceğine arkadaşına duâ edersin. Bir kazanacağına iki kazanırsın.
Fakat kardeşlik mevzuunda sınıfta kalan birine demişler ki:
“–İste! Sen ne istersen Allah komşuna iki katını verecek.”
Ne demiş adam?
“–Allâh’ım oldu olacak bir gözümü kör et!”.
Herkes için hayrı isteyelim, güzelliği isteyelim. Cenâb-ı Allah hepimizi hayırlı, sâlih ve güzel kullar yapsın. Cennete mi gitmek istiyoruz? Kardeşimize;
“–Kardeşim seni Allah için seviyorum!” diyelim. O da;
“–Rızâsını kazanmak için sevdiğin Allah, seni sevsin!” desin. El ele hep beraber cennete gidelim. İnanın dünya o zaman âdeta cennet olur bize!..
Dipnotlar:
- “–Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez.”
“–Sen de mi yâ Rasûlâllah!” dediklerinde de;
“–Evet ben de; meğer ki Rabbim beni rahmetinin kucağına almış olsun.” (Buhârî, Rikāk,18; Müslim, Münâfıkîn, 71-73)
- Ebû Abdullah Hüseyin bin Ali bin Muhammed es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe ve ashâbih, Âlemu’l-Kütüb, Beyrût, 1405, s. 50; Ebû Abdullah Muhammed bin Ahmed bin Osman ez-Zehebî, Menâkıbü’l-İmâm Ebî Hanîfe ve sâhıbeyh Ebî Yûsuf ve Muhammed bin el-Hasen, thk. Muhammed Zâhid el-Kevserî, Ebu’l-Vefâ el-Efgānî, Haydarâbad, 1408, s. 38.
Kaynak: Ahmet Hamdi Yıldırım, Yüzakı Dergisi, Aralık 2019
YORUMLAR