Cihanşümûllük (Üniversalizm) Nedir?

İSLAM

Cihanşümûllük (Üniversalizm) ne demektir? Cihanşümûllüğün sırları nelerdir?

İslâm, belli bir coğrafya veya muayyen bir zamana mahsus değildir. Kıyâmete kadar bütün zamanlarda hükmü geçerli olan tek dîndir ve bütün insanlığa hattâ bütün âlemlere gönderilmiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

(Rasûlüm!) Biz Sen’i bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, “Rasûlü’s-sekaleyn”dir, yani bütün insanlara ve cinlere rahmet olarak gönderilmiştir.[1] Diğer peygamberler geçici bir zaman için ve bazıları da münhasıran bir kavme gönderilmişlerdir. Bu hakîkati Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifade buyurur:

“Bana, benden önceki peygamberlerden kimseye verilmemiş olan beş husûsiyet verildi:

  • Bir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum.
  • Bana yeryüzü mescid ve temiz kılındı. Binâenaleyh ümmetimden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince, hemen olduğu yerde namazını kılsın!
  • Benden önce hiçbir peygambere helâl kılınmayan ganimet, bana helâl kılındı.[2]
  • Şefaat izni verildi.
  • Benden önceki peygamberler, sadece milletlerine gönderilirlerdi. Ben ise, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim.” (Buhârî, Teyemmüm, 1)

Yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in devr-i risâletinden itibâren kıyâmete kadar gelecek bütün insanlık, O’nun ümmetidir. O’na inanıp ebedî kurtuluş davetine uyanlar “ümmet-i icâbe”, diğerleriyse “ümmet-i gayri icâbe”dir.

Yine her peygamberin mûcizesi kendi zamanına münhasırken, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerîm kıyâmete kadar cârîdir. Hakîkaten Kur’ân-ı Kerîm, kıyâmete kadar tahriften korunmuş olarak var olmaya devam edecektir. Zira bu bir ilâhî vaaddir.[3]

Peygamber Efendimiz’in Hâtemü’n-Nebiyyîn / Peygamberlerin Sonuncusu ve Mührü olması, kendisinden sonra başka bir peygamberin gelmeyecek olması da O’nun şerîatinin kıyâmete kadar geçerli olduğunun ispatıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, risâletin cihan-şümûl olduğunu ve bütün insanlığı ihâta edecek şekilde geniş bir mâhiyetinin bulunduğunu ifade eden âyet-i kerîmeler vardır:

“Biz Sen’i bütün insanlara, ancak müjdeleyici ve inzâr edici (uyarıcı) olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)

“De ki: Ey insanlar! Muhakkak ben, Allâh’ın hepinize gönderdiği Rasûl’üyüm...” (el-A‘râf, 158)

Peygamber Efendimiz’in Arap yarımadasında, Mekke’de gönderilmiş olması, sadece risâletinin başlangıç noktasını ifade eder.[4] Vahyin başlangıcı için Arabistan’ın seçilmiş olmasında;

  • Hazret-i Âdem ve Hazret-i İbrahim’den beri tevhîd merkezlerinden biri olan Kâbe’nin burada bulunması,
  • Son peygamber için, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail’in zürriyetinin seçilmiş olması,
  • Son vahiy için, mücerred mefhumları ifade edebilen ve ilâhî takdir ile bilhassa gelişmesi sağlanan Arapça lisanının seçilmiş olması,
  • Hicaz’ın, Dünya’nın merkezinde olmasına rağmen, çöllerle çevrili ve çok câzip olmayan coğrafî yapısından dolayı, çevresindeki bozuk kültürlerden muhafaza olmuş bulunması,
  • Ümmî olan Arapların da aynı şekilde, o tarihe kadar yeryüzünde yayılmış bozuk cereyanlara, felsefî ve zihnî mânâda karışmamış olmaları,
  • Ziraate elverişli olmayan bu topraklardaki halkın, seyahate alışkın olmaları sebebiyle, İslâmiyet’i yaymak için dünyanın her yerine kolayca yayılmalarının hedeflenmesi gibi sebepler vardır.

Nitekim bu sebepler tahakkuk etmiş, daha Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayattayken yazdırıp gönderdiği mektuplar vasıtasıyla, İslâmiyet çevrede duyulmuş, Hulefâ-i Râşidîn devrinde Kuzey Afrika, İran, Azerbaycan ve Anadolu’nun içlerine kadar olan coğrafya, İslâm ile şereflenmişti. İslâmiyet çok kısa müddet içinde;

  • Doğuda Çin ve Hindistan,
  • Batıda Fas ve Endülüs,
  • Kuzeyde Balkanlar ve
  • Güneyde Afrika’nın içleri ve Endonezya’ya kadar yayıldı.

Günümüzde, Kur’ân’ın tercüme edilmediği -neredeyse- hiçbir lisan kalmamıştır. Yeryüzünde İslâmiyet’in bilinmediği, müslümanların bulunmadığı -hemen hemen- hiçbir yer yoktur.

ARAP PEYGAMBERİ İFTİRASI

Bazı Hristiyan müsteşrikler, güyâ sûret-i haktan görünerek, Hazret-i Peygamber’i, sadece Araplara gönderilmiş bir peygamber olarak göstermiş ve risâletinin şümûlünü daraltmaya kalkmışlardır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dünyayı teşrîfinden sonra Yahudîlik ve Hristiyanlığın hükmü bittiği hâlde, bunların İslâm’dan sonra da geçerli olduğunu iddia edenlerin de bu sapkın görüşe sahip oldukları anlaşılmaktadır.

Hâlbuki İslâmiyet, başlangıcından itibaren sadece Arap kavmine değil, bütün insanlığa hitâb etmiştir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Bizans İmparatoru Herakliyüs’e, İran (Sâsânî) Kisrâsına, Habeş Necâşîsine, Bizans’ın İskenderiye Vâlisi Mukavkıs’a ve daha birçok kavmin reisine hitâben İslâm’a dâvet mektupları göndermiştir.

Ashâb-ı kirâm, tâ Semerkand’a, Çin’e, Kafkaslara, Afrika’ya, velhâsıl ulaşabildikleri bütün insan toplumlarına hidâyet nûrunu taşımak için uzun yolculuklara çıkmışlar ve birçoğu da gittikleri son noktada defnedilmişlerdir. Vedâ Haccı’nda 120.000 sahâbî varken, Mekke-Medîne’de medfun sahâbî sayısının 20.000’i geçmemesi, bunun açık bir göstergesidir.

Nitekim daha Mekke devrinde İslâm, Hristiyan Habeşistan’da yayılmaya başlamıştır. Peygamber Efendimiz’in Habeşli Bilâl, Fârisî Selman ve yahudî Abdullah bin Selâm -radıyallâhu anhum- ve emsâli Arap olmayan ashâbı da bunun en bâriz şâhididir. Âyet-i kerîmede insanların millet ve kavim bakımından eşitliği şöyle ifade edilmiştir:

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât, 13) Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Ey insanlar! Dikkat edin: Rabbiniz birdir, babanız (Âdem) birdir.

Dikkat edin! Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a, kırmızı tenlinin siyah tenliye, siyah tenlinin kırmızı tenliye hiçbir üstünlüğü yoktur. Bunlar birbirlerine karşı ancak takvâ ile üstün olabilirler.” (Ahmed, V, 411) Buna mukâbil, tahrif edilmiş olan Yahudîlik, sadece İsrâiloğulları ırkına mahsus hâle getirilmiştir. Muharref kitaplarında şu ifadeler yer almaktadır:

“Siz Rabbiniz olan Allâh’ın oğullarısınız. Çünkü sen, Rabbin olan Allâh’a mukaddes bir kavimsin ve Rab bütün kavimlerden üstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere seni seçti.” (Tesniye, Bâb 14)

Yani yahudîlerde âdeta din bir ırk, ırk da bir din hâline geldiği için, kendilerinden olmayanı istihkār ve istihfâf ederler, hattâ kimi zaman insan yerine bile koymazlar. Zira Tevrât’ın tefsiri olan Talmut’ta, yahudî olmayanlara yapılan bazı zulüm ve haksızlıklar ile onlar üzerinde işlenen birtakım günahlar câiz görülmektedir. Hristiyanlık’ta olduğu gibi, dinlerini yaymaya çalışan bir misyonerlik teşkilâtı Yahudîlik’te yoktur. Ancak Siyonizm esaslı Masonluk ile Yahudî kavmine hizmet eden bazı cemiyetler vardır. Burada yegâne hak din İslâm’ın kavmiyet anlayışına nasıl baktığı hususuna da kısaca temas edelim:

Yukarıda geçen âyet ve hadîsten gâyet sarih bir şekilde anlaşılmaktadır ki, İslâm’da kavmiyet üstünlüğü anlayışına hiçbir şekilde yer yoktur. Gerek ferden, gerekse ırken kibir ve böbürlenmeyi reddeden, tevâzu ve mahviyeti emreden İslâm ahlâkının da elbette, biyolojik ırkçılığı tasvip etmeyeceği, açık bir husustur.

Irkçılığın hiçbir mantıkî tarafı da yoktur. Her milleti Allah yaratmıştır. Bir ırkın diğerine üstünlüğü olsaydı, bu bir adâletsizlik olurdu. Cenâb-ı Hak ise her türlü noksan sıfattan münezzehtir. Rabbimiz dileseydi bütün insanlığı tek bir ırk olarak dünyaya gönderebilirdi. Nitekim bütün insanlık Hazret-i Âdem ile Havvâ Vâlidemiz’den gelmektedir. Fakat maalesef toplumlarda dînî duygular zayıflayınca, insanları bir arada tutabilmek için ırk asabiyeti ön plâna çıkarılmaktadır.

Fakat İslâmiyet, insanın kendi kabîlesini, milletini ve tarihini sevmesini de reddetmez. Hayır-hasenatta bulunacak kişinin, yakın akrabalarından başlamasını telkin buyurur. İslâm, insanların içindeki rekabet hissini, hayırda yarış sırrı içinde, bir teşvik unsuru olarak istihdâm eder. Yeter ki, bu kendi grubuna duyulan muhabbet ve bağlılık, diğer gruplardaki “ibâdullâh’ı istihkār” noktasına getirilmesin, zulüm ve tekebbüre sebep teşkil etmesin.

Bu kavmiyet asabiyetinin kötü numûnesi, Emevîler olmuştur. Ömer bin Abdülaziz devri hâriç tutulursa, Emevîlerin, Araplığı üstün tuttukları, bu sebeple birçok isyan ve muhalefet hareketleriyle karşılaştıkları ve neticesinde de fazla bir ömür sürmeden, 92 sene zarfında tarihe karıştıkları mâlumdur.

Buna mukâbil, târihî an’anelerinden kopmadan, fakat Emevîler gibi başka milletleri de aslâ tahkir ve tezyif etmeden, hizmet şuuruyla hareket eden Osmanlı, tarihte hiçbir hânedâna nasîb olmayan, 620 senelik, bereketli bir ömür sürmüştür. Arab’ı, Boşnak’ı, Arnavut’u, Çerkez’iyle her milletten insan, kâbiliyetlerine göre devletin yüksek makam ve mevkîlerinde yer almışlar, ümmet şuuruyla birlik ve beraberlik içinde yaşamışlardır.

Kültür, tarih, lisan ve edebiyat bakımından, milletlerin kendi mefâhirinden ilham alması ve istikbâle doğru, diğer milletlerle adâlet ve hakkâniyet içinde yarışması, İslâm’ın “Gerçekçilik” prensibine de muvâfıktır.

İslâmiyet, nesep/soy hakîkatini de sosyal verâsetin eğitimdeki faydası cihetinden ele alır. Nesep üstünlüğünü kabul etmez, fakat nesebin ehemmiyetini bildirir. Nesebin ehemmiyeti de mensuplarına, doğru bir istikâmet telkin ettiği nisbettedir. Aksi hâlde bir kıymeti yoktur.

Nitekim Ebû Leheb, Peygamber Efendimiz’in amcası olduğu hâlde, Kur’ân-ı Kerîm’de tel’în edilmektedir. Fakat diğer taraftan Allah Rasûlü’nün mü’min akrabaları olan Ehl-i Beyt’e muhabbet beslemek, Efendimiz’e muhabbetin bir gereğidir.

Tek başına kan bağı ve biyolojik yakınlık, hiçbir şey ifade etmez. Ancak îman ve takvâ ile müzeyyen bir aile ve akrabalık bağları, kişinin sâlih ve sâliha olarak yetişmesinde pek müessirdir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir sahâbî;

“–Yâ Rasûlâllah! Muhammed’in âli, Ehl-i Beyt’i kimlerdir?” diye sordu. Efendimiz cevâben şöyle buyurdular:

“–Muhammed’in âli/âilesi bütün müttakîlerdir, bütün takvâ sahipleridir.” (Taberânî, Evsat, III, 338) Bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir:

“Dikkat edin, benim dostlarım, babamın âilesi değildir. Benim asıl dostlarım, Allah Teâlâ ve sâlih mü’minlerdir.” (Müslim, Îmân, 366; Buhârî, Edeb, 14) Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- hakkında;

“Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’imizdendir…” buyurmuştur. (Ahmed, II, 446-447)

Hulâsa; eğer kalbî beraberlik yoksa, biyolojik ve genetik yakınlık hiçbir şey ifade etmez. Kur’ân-ı Kerîm, bu hakîkati ifade sadedinde Nuh -aleyhisselâm-’ın, kendisine inanmayan oğlu Ken‘an’ı misal verir. Îman etmeyen bu oğlunun, ailesinden olduğunu söyleyerek, kurtuluşu için Cenâb-ı Hakk’a niyâz eden Hazret-i Nûh’a Rabbimiz şöyle buyurdu:

“–Ey Nuh! O aslâ senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı, amel-i gayr-i sâlihtir (kötü bir iştir, çünkü inkâr üzeredir). O hâlde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Ben’den isteme! Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hûd, 45-46) Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“…Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçiremez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

CİHANŞÜMÛL ADÂLET

Peygamber Efendimiz, ashâbına ve ümmetine, kıyâmete kadar yaşanacak birçok hâdiseyi haber vermiştir. Yaşanabilecek fitne ve musibetlerde, Kur’ân ve Sünnet’e sarılarak, dalâletten yani bâtıla düşmekten muhafaza olacaklarını bildirmiştir. Peygamberimiz’in “Vedâ Hutbesi”, en mükemmel ve müstesnâ “İnsan Hakları Beyannâmesi”dir. Kıyâmete kadar değişmez bir anayasadır.

Günümüzde hukukî buhranlar sebebiyle hukukçular toplanır, anayasalar yazılır, fakat çok geçmeden boşluklar, noksanlıklar, yanlışlıklar ortaya çıkar. Tekrar tekrar değişiklik ve düzeltme ihtiyacı hâsıl olur. Hâlbuki Peygamber Efendimiz’in ilâhî te’yide mazhar olan anayasası, hiçbir değişikliğe muhtaç olmayan, kıyâmete kadar devam edecek en muhteşem anayasadır. Allah Rasûlü’nün bu cihana getirdiği ulvî hakîkat ve tesis ettiği muazzam adâlet, gayr-i müslimler tarafından dahî medh ü senâ edilmiştir.

Nitekim 1789 Fransız İhtilâli’nin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof La Fayette (ö. 1834); meşhur “İnsan Hakları Beyannâmesi” neşredilmeden, bütün hukuk sistemlerini tedkik etmiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görünce -Peygamber Efendimiz’i kastederek- şöyle demekten kendini alamamıştır:

“Ey şanlı ve büyük insan! Sen ne kadar takdîr edilsen azdır! Zira Sen adâletin ta kendisini bulmuşsun. (Bugüne kadar hiç kimse, Sen’in tevzî ettiğin adâlet seviyesine ulaşamadı!)”[5] İngiliz yazar Thomas Carlyle ise şöyle demiştir:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.” Alman devlet adamı Bismark’ın hayranlık ifadeleri de şöyledir:

“Yâ Muhammed! Sen’inle aynı asırda yaşayamadığımdan dolayı mahzunum. (...)

İnsanlık Sen’in gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra bir daha da göremeyecektir. Bundan dolayı, huzûrunda kemâl-i hürmetle eğilirim.” Alman ediplerden Johann Wolfgang von Goethe ise Peygamber Efendimiz’i şöyle takdir eder:

“Hiç kimse Hazret-i Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasîb olan bütün başarılara rağmen Avrupalıların koymuş olduğu bütün kanun ve nizamlar, İslâm kültürüne göre eksiktir. Biz Avrupa milletleri, medenî imkânlarımıza rağmen Hazret-i Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu yarışta O’nu geçemeyecektir. Ve bu kitap (Kur’ân) da son derece pratik olduğundan, ebediyyen tesirini kaybetmeyecek ve diğer milletleri etrafında toplayacaktır.”

Hâfız-ı Şîrâzî’nin dîvânını okuyarak epeyce tesirinde kalan bu meşhur Alman şair, Peygamber Efendimiz’e hitâben şu mânâya gelen mısrâları da yazmıştır:

“Sen koca bir dağ pınarısın! Sen’den herkes istifâde eder. Kardeşlerini bağrına alarak, yakıcı çöllerin kumlarından kurtarırsın.

Çağlayarak dağlar aşar, ebediyet ummânına ulaşırsın.”

Yine 1979’da gayr-i müslimler tarafından bilgisayar ve istatistik hakîkatler kullanılarak dünya tarihinin en müessir şahsiyetleri araştırılmış, insanlık üzerinde en büyük tesiri bırakan şahsiyetin, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğu ilân edilmiştir.

CİHANŞÜMÛLLÜĞÜN SIRLARI

İslâmiyet’in akîde/inanç kısmı, zaten ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem’den itibâren aynıdır ve değişmemiştir. İslâm’ın amelî tarafı, yani şerîat/fıkıh kısmı ise, getirdiği prensipler sayesinde cihan-şümûldür. İslâmiyet’te ahkâmın, her yerde tatbik edilebilecek ve bütün mahallî şartlarda yaşanabilecek şekilde takdir edildiği görülür. Meselâ, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müʼminlerin hanımlarına söyle, (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbablarına bürünsünler. Onların (iffetli kadınlar olarak) tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur...” (el-Ahzâb, 59)

Âyette buyrulan cilbab; normal elbise üzerine giyilen, vücut hatlarını belli etmeyen ve kadını şehevî bakışlardan koruma vazifesi gören bir dış giysidir. Anlaşılmaktadır ki tesettür; vücudun örtülmesi gereken kısımlarının, dar ve şeffaf olmamak şartıyla örtülmesidir. Bunun hangi eşya ile gerçekleştirileceği, mü’minlerin yaşadığı coğrafya ve iklime göre serbest bırakılmıştır.

Buna göre soğuk iklimlerde bu; kalın, post ve kürk gibi kıyafetlerle sağlanabilir, sıcak iklimlerde ise pamuklu veya keten kumaşlarla gerçekleştirilebilir. Yani İslâmiyet; örfî, mahallî ve târihî unsurları, şerîatin şartı kılmayarak, âlem-şümûllük vasfını bizzat muhafaza etmiştir.

Orucun Kamerî takvim sistemiyle, her sene Güneş takvimine göre 10-11 gün öne gelen, yani bütün mevsimleri dolaşan bir yapıda emredilmesi de, kuzey yarımküre ve güney yarımkürede yaşayan insanlar için bu ibadetin tam bir adâletle tayin ve takdir edilmesinden dolayıdır. Bu da İslâm’ın âlem-şümûl vasfını te’yid eden diğer bir hakîkattir. Eğer Güneş sistemine göre kış mevsiminde sabit kılınsa idi, diğer yarımkürede tam tersi, yaz olacak, orada oruç, sürekli zor şartlarda tutulacaktı.[6]

Kıyâmete kadar insanlığın karşılaşacağı her mesele, Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ şeklindeki aslî deliller ve diğer fer’î delillerle çözüme kavuşturulur. Böylece hiçbir mesele aslâ cevapsız kalmaz. (Bu delillerden, kitabımızın “Gerçekçilik” bölümünde etraflıca bahsedilecektir.)

İçtihad kapısının açık tutulması, gelecekte karşılaşılacak meselelerin de çözümsüz bırakılmadığı hakîkatini bildirir. İslâmî hükümlerin cihan-şümûllüğünü sağlayan hususlardan biri de, bazı hükümlerin “illet”lerinin, yani sebep ve gerekçelerinin bildirilmiş olmasıdır.

Meselâ, Kur’ân’ın nâzil olduğu devirde “hamr” adı verilen şarap biliniyordu. Dînimiz hamrı içmeyi yasakladı. Fakat, gerek Kur’ân-ı Kerîm’deki işaretler ve gerekse hadîs-i şerîflerdeki sarih ifadeler, bu yasağın illetinin “iskâr” yani “sarhoşluk vermek” olduğunu bildirdi. Bu sebeple kıyâmete kadar, sarhoşluk verici her şeye kıyas yoluyla hüküm verilecektir. Sonradan çıkan farklı türlerdeki içki ve uyuşturucular, asr-ı saâdette yoktu denilerek, hükümsüz kalmayacaktır.

Şeri Hükümler Neden Konulur?

Aynı muhtevâda, kıyâmete kadar geçerliliği sağlayan bir başka husus, şerîatin ana gâyelerinin bildirilmiş olmasıdır. Buna göre şer’î hükümler, dâimâ şu beş hedefi gerçekleştirmek için konulmuştur:

  • Dîni muhafaza
  • Canı muhafaza
  • Malı muhafaza
  • Aklı muhafaza
  • Nesli muhafaza

Bu umûmî hükümler de İslâm fıkhının donuklaşmamasını, dâimâ dinamik bir yapıda kalmasını ve yeni ihtiyaçlara cevap verir hâlde bulunmasını sağlar.  Usûl-i fıkhın imkânları tam ve doğru olarak kullanıldığında, aslâ İslâm ahkâmının donuklaşması ve zamana yenik düşmesi mevzubahis olmayacaktır.

Kur’ân-ı Kerîm büyük bir kültür inşâ etmiştir. Nüzûlü 23 senede tamamlanmıştır. Allah Rasûlü yaşayarak ve yaşatarak ashâbına bu kültürü tâlim buyurmuştur. İslâm’dan evvel yarı vahşî olan insanlar, İslâm’dan sonra büyük bir fazîletler medeniyeti inşâ ettiler ve asr-ı saâdetin hayat veren ölçülerini, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa miras bıraktılar.

Hiç kimse; “İslâm’da benim yaşadığım problemin çözümü yok!” diyemez. Onun bir benzeri mutlaka asr-ı saâdette geçmiştir, Kur’ân ve Sünnet’te muhakkak bir çözümü vardır.

TARİHSELCİLİK SAFSATASI

İslâmiyet’in âlem-şümûl vasfına rağmen, son asırlarda, müsteşriklerin tesiriyle bazı ehl-i sünnet dışı şahıslar, “tarihselcilik” diye bir safsatayı ileri sürmüşlerdir.

Bu bâtıl anlayış, Kur’ân ahkâmının, hattâ neredeyse anlattığı kıssalara varıncaya kadar birçok muhtevâsının, indiği döneme has ve bölgenin şartlarına münhasır olduğunu iddia eder. Sahibini küfre götürecek olan bu bâtıl anlayışa göre, Kur’ân’ın ahkâmı âdeta emekliye ayrılmıştır!.. Onun yerine insanlar, sadece Kur’ân’ın ahlâkî görüşlerinden ilham alarak, kendileri hukuk geliştirebilirler.

Meselâ, Kur’ân’ın bütün tafsilâtıyla bildirdiği miras hükümlerini[7] bir kenara kaldırıp, beşerî bir düzenle miras taksimine girilmesini teklif etmektedirler. Bu tarafıyla aslında tarihselcilik, tamamen lâiklik ve sekülerizm karşısında mağlûbiyet psikolojisiyle, Kur’ân ahkâmını rafa kaldırmak demektir. Tarihselcilik, tıpkı Hristiyanlık’ta olduğu gibi, ahkâmın Sezar’a (yani siyâsî otoriteye) bırakılıp, dînin sadece mâbede ve vicdana hapsedilmesidir.

İslâm, kıyâmete kadar geçerlidir ve tarihselcilik, dînimizde aslâ kabul edilemez. Tarihselciler, görüşlerini kabul ettirmek için, bazı hakîkatleri sû-i istîmâl etmekte ve çarpıtarak nakletmektedirler. Meselâ, Mecelle’deki umûmî kâidelerden biri şöyledir:

“Ezmânın tegayyürü ile, ahkâmın tegayyürü inkâr olunmaz.”

Yani; “Zamanların değişmesiyle, hükümlerin de değişeceği inkâr olunmaz.” Ancak bu hüküm, Kur’ân ve Sünnet ile sâbit olan taabbüdî ve tevkîfî hükümlerle alâkalı değildir.

Yani zamanın değişmesiyle, Kur’ân ve Sünnet ile sâbit olan namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerde bir değişme olmaz. Haramlar helâl olmaz, helâller de haram olmaz. Bu değişim, örf ve maslahat gibi fer’î deliller ile, içtihad yoluyla konulmuş hükümlere mahsustur. Değişiklik; hükmün özünde değil, tafsilâtında meydana gelir. Zira aynı Mecelle;

“Mevrid-i nasta ictihâda mesâğ yoktur.” kâidesini de ortaya koymuştur. Yani; “Hakkında âyetin nâzil olduğu veya hadîsin vârid olduğu bir hükümde, aksi yönde içtihad yapılamaz.”

Eğer Kur’ân ve Sünnet’le sâbit hükümlerde içtihad yapılabilecek olsa, din Hristiyanlık ve Yahudîlik gibi, sözde din adamlarının oyuncağı olurdu. Sayısız dînî anlayış ortaya çıkardı. Maalesef günümüzde bu kabilden birçok bâtıl anlayış ortaya çıkmaya devam etmektedir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir îkaz mâhiyetinde şöyle buyurmuştur:

“–Ümmetim, yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası kurtulacaktır.” Ashâb-ı kirâm sordular:

“–Yâ Rasûlâllah! O kurtulan fırka, hangi fırka olacaktır?” Fahr-i Kâinat Efendimiz şu cevâbı verdi:

“–Benim ve ashâbımın takip ettiği yolu izleyenler...” (Tirmizî, Îmân, 18; İbn-i Mâce, Fiten, 17)

Hadîs-i şerîfte bildirilen 73 sayısı, kesretten kinâye olabileceği gibi, hakikî bir sayı da olabilir. Fırka-i nâciye, yani ebedî kurtuluşa giden yegâne yol, Kitap ve Sünnet istikâmetinde devam eden “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” yoludur. Zamanın değişmesiyle değişen içtihâdî hükümlere bir misal verelim:

Rasûlullah Efendimiz zamanında seferler daha ziyade kara yoluyla yapılıyordu. Deniz yolculukları varsa da mahduttu. Günümüzde ise, hepsi çok hızlanıp geliştiği gibi, bunlara hava yolculuğu da ilâve oldu. O devirlerde, seferîliğin ölçüsü 3 günlük yolculuk olarak belirlenmişti. Günümüzde ise seferîlik, geçmişte üç günde katedilen mesafe demek olan 90 km. olarak hesaplanmıştır. Burada akla şu suâl gelebilir:

Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu 15 asır öncesiyle günümüz arasında, gerçekten insanların yaşayışı, keşifler, hız vb. çok büyük gelişmeler oldu. Hiç mi, târihî gelişme ve değişme yoktur? Buna şu cevâbı vermek gerekir:

Değişim eğer, “bedîhî” denilen, yani apaçık görünen bir değişim ise, zaten onu akl-ı selîm doğrudan kabul eder. Meselâ, bugün artık kılıç, ok, at gibi âlet ve edevatla savaş yapılmamaktadır. Bu sebeple bunlardan bahseden âyet ve hadislerdeki hükümleri, zihnimiz otomatik olarak, günümüzdeki savaş âlet ve edevâtıyla değiştirir. Yine bir asırdan fazla zamandır, kölelik müessesesi kaldırılmıştır. Dolayısıyla, âyet ve hadislerde geçen kölelerle alâkalı hükümler, günümüzde tatbik edilmeyecektir. Bunlar İslâmiyet’in -hâşâ- zamanın geçmesiyle eskidiğini değil, bilâkis cihan-şümûllüğünü ispatlamakta, zamanın ilerlemesiyle fıkhın tazelenebildiğini göstermektedir. Şöyle izah edelim:

Köle âzâdı, Kur’ân’da birkaç keffârette geçer. Fakat her birinde; “eğer bulamazsanız” diyerek başka yol da gösterilmiştir.[8]

Yani; “Kölelik kaldırıldı, şimdi Kur’ân’ın emrini nasıl yerine getireceğiz?” şeklinde bir tıkanıklık ve bir çözümsüzlük meydana gelmemiştir. Bilâkis, köle bulunamayacak bir zamanın geleceği Kur’ân-ı Kerîm’de işaretle bildirilmiş, başka keffâret yollarına da yer verilmiştir. Yine, cihadla alâkalı olarak Rabbimiz; “kuvvet” hazırlamayı emretmiştir.[9] Peygamber Efendimiz ise;

“Dikkat edin; kuvvet, atmaktır.”[10] diyerek, âdeta asırlar sonrasında îcad edilecek; top, tüfek, füze ve benzeri silâhlara işaret buyurmuştur. İslâm’ın;

“Zaruretler, mahzurlu hususları mubah kılar.”

“Âmme zararını def için, zarar-ı hâs tercih olunur.”

“Ehvenü’ş-şerreyn (yani mecbur kalınan iki kötülükten hafif olanı) tercih edilir.” ve benzeri usûl-i fıkıh kâideleri de, değişen şartlarda hükümlerin çıkmaza girmesine mânî olur. Meselâ kutuplara yakın kuzey ülkelerinde, yaz boyunca yatsı namazının şartlarının meydana gelmediği bildirilmektedir. O hâlde yatsı namazı nasıl kılınacaktır?

Usûl-i fıkıh âlimleri, burada yatsı namazı için “sebep” kılınan, yıldızların zuhur edeceği derecede havanın kararması hâdisesini, gerçekleştiği en yakın yere kıyaslayarak namazların kılınması gerektiğini söylemek sûretiyle meseleyi çözmüşlerdir. Zira havanın kararmasıyla yatsı namazı arasında, sadece ibadetin zamanlaması bakımından bir bağ vardır.

Meselâ bir kişi kıbleyi tam olarak tespit edemese de, zannî olarak bir kıble belirler ve namazı kılar. Kıbleyi tam olarak tespit edemediği için, namazı terk etmez. Su bulamayan, teyemmüm alır. Ayağa kalkamayacak derecede hasta olan, oturarak kılar; buna da gücü yetmeyen, îmâ ederek kılar.

Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Ahkāf, 29; el-Cin, 1-19. [2] Yani dînin temeli olan akâid/inanç kısmı Hazret-i Âdem’den Rasûlullah Efendimiz’e kadar hep aynı kalmakla birlikte, Cenâb-ı Hak, farklı ümmetlere şer’î ahkâmda birtakım farklı hükümler de tayin buyurmuştur. [3] Bkz. el-Hicr, 9. [4] Bkz. el-En‘âm, 19, 92; eş-Şûrâ, 7; el-Cuma, 2-3. [5] Kâmil MİRAS, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX, 289. [6] Bkz. Tâhiru’l-Mevlevî, Müslümanlık’ta İbadet Tarihi, s. 117. [7] Bkz. en-Nisâ, 11-14. [8] Bkz. en-Nisâ, 92; el-Mâide, 89; el-Mücâdele, 3-4. [9] Bkz. el-Enfâl, 60. [10] Ebû Dâvûd, Cihâd, 23.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları