Cinler Nasıl Müslüman Oldu?
Cinler nasıl iman etti? Cinlerle ilgili ayet ve hadisler nelerdir? İşte cinlerin Müslüman olması...
Addâs’tan başka kimsenin îmân etmediği Tâif dönüşünde Allâh Resûlü, geceyi geçirdiği bir yerde Kur’ân okurken, bir grup cin O’nu dinledi. Hepsi de hakîkati anlayıp Resûlullâh’a îmân ettiler. Kavimlerinin yanına teblîğ vazîfesiyle döndüler. (İbn-i Sa’d, I, 212)
CİNLERİN MÜSLÜMAN OLUŞU
İbn-i Abbâs (r.a.) şöyle demiştir:
“Resûlullâh bir grup ashâbıyla Ukâz Panayırı’na gitmek niyetiyle yola çıkmıştı.
O zaman, (cin tâifesinden olan) şeytanların semâdan gelen haberleri almalarına mânî olunmuştu.[1] (Bundan dolayı, mûtad olarak semâdan haber getiren) cinlerin üzerine şihâblar[2] gönderildi. Böylece onlar kavimlerine (eli boş ve habersiz) döndüler. Kavimleri:
«–Ne var, niye (boş) döndünüz?» diye sordular. Onlar:
«–Bizimle semâvî haberler arasına mânia kondu, üzerimize şihâblar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik.)» dediler. Kavimleri:
«–Bu, yeni zuhûr eden bir şey sebebiyle olmalı, arzın doğusunu ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin.)» dediler.
MÜSLÜMAN CİNLER
Cinler (yeryüzünü taramak üzere gruplar hâlinde yola çıktılar. Bunlardan) Tihâme tarafına giden bir grup, (Ukâz Panayırı’na giderken Nahle mevkiinde) ashâbıyla birlikte sabah namazı kılmakta olan Hazret-i Peygamber’e rastladı. Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvetini duyunca durup kulak kabarttılar:
«–Bizim semâdan haber almamıza mânî olan şey işte budur!» deyip döndüler. Kavimlerine şöyle dediler:
«–Ey kavmimiz, gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur’ân dinledik ve ona îmân ettik. Artık kimseyi Rabbimize aslâ ortak koşmayacağız.»
CİNLERLE İLGİLİ AYETLER
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Nebiyy-i Ekremi’ne Cin sûresini inzâl buyurarak cinlerin Kur’ân dinlemelerini ve kavimlerine söyledikleri sözleri haber verdi:
«(Ey Resûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (okuduğum Kur’ân’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, doğru yola ileten, hârikulâde güzel bir Kur’ân dinledik de ona îmân ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize aslâ ortak koşmayacağız.» (el-Cin, 1-2)” (Buhârî, Tefsîr 72, Ezân 105; Müslim, Salât 149; Tirmizî, Tefsîr 72/3324)
Allâh Teâlâ Ahkâf Sûresi’nde bu hâdiseden şu şekilde bahsetmektedir:
“Hani cinlerden bir topluluğu, Kur’ân’ı dinlemeleri için Sana yöneltmiştik. Kur’ân’ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) «Susun!» demişler, Kur’ân’ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Onlar kavimlerine şöyle dediler: «Ey kavmimiz! Gerçekten biz Mûsâ’dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri tasdîk eden bir kitap dinledik. O kitap, hakkı ve doğru yolu gösteriyor. Ey kavmimiz! Allâh’ın dâvetçisine uyun! O’na îmân edin ki, Allâh da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun. Her kim Allâh’ın dâvetçisine uymazsa bilsin ki, yeryüzünde Allâh’ı âciz bırakacak değildir. Onun Allâh’tan başka dostları da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içerisindedirler.” (el-Ahkâf, 29-32)
Âyet-i kerîmelerde, cinlerin semâ haberlerini dinlemekten menedildiklerine dâir şöyle buyrulur:
“(Cinler, dediler ki): «Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle (şihâblarla) dolu bulduk. Doğrusu biz göğün bâzı mevkîlerinde dinlemek için otururduk. Fakat şimdi her kim dinleyecek olursa kendini gözetleyen parlak bir alev buluyor. Doğrusu biz, yeryüzündekilere kötülük mü murâd edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi, bilmiyoruz.»” (el-Cin, 8-10) [3]
Resûlullâh’ın Tâif yolculuğundan zâhirdeki kazancı sâdece Addâs (r.a.) idi. Lâkin hakîkatte Allâh Teâlâ O’na pek çok lutuflarda bulunmuştu. Bu cümleden olmak üzere meselâ kendisine iki farklı âlemin sultanlığını bahşetmişti. İlk olarak daha Mekke’ye dönmeden cinler O’ndan Kur’ân dinledi ve kendi âlemlerinde teblîğe başladılar. Bundan kısa bir müddet sonra da Allâh Teâlâ, Habîbi’ni semâ âleminin sultânı kılarak Mîrâc’ı lutfetti.
MUTİM BİN ADİYY’İN HİMAYESİ
Resûlullâh Efendimiz, Mekkeʼden kendi isteği ile çıktığı için Arap örfüne göre oraya geri dönmesi, ancak bir Mekkelinin himâyesi ile mümkündü. Bu sebeple Tâif dönüşü Nahle’den Mekke’ye doğru gelirken Hirâ Dağı’na vardığında Mekkelilerden rastladığı bir kimseyi evvelâ Ahnes bin Şerîk’e, daha sonra da Süheyl bin Amr ve Mut’im bin Adiyy’e gönderdi. Onlara:
“−Muhammed «Rabbimin bana verdiği risâlet vazîfesini teblîğ edip yerine getirinceye kadar, beni himâyene alır mısın?» diye soruyor.” demesini istedi.
Diğer ikisi kabûl etmedi ancak Mut’im, müsbet cevap verdi. Hazret-i Peygamber, o gece Mut’im’in evinde kaldı. Sabah olunca Mut’im, oğullarını ve kavmini yanına çağırarak:
“−Silâhlarınızı kuşanınız ve Beytullâh’ın rükünleri yanında bulununuz!” dedi. Kâbe’ye vardıklarında kavmine dönüp:
“−Ey Kureyş cemaati! Muhammed’i himâyeme aldım! O’na kimse dokunmasın!” diyerek seslendi. Resûlullâh, Kâbe’yi tavâf edip iki rekât namaz kılarak evine dönünceye kadar Mut’im ve oğulları O’nu muhâfaza ettiler. (İbn-i Sa’d, I, 212; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 182)
Aradan seneler geçti. Îman şerefine nâil olamayan Mut’im, Bedir’de Müslümanlara karşı savaştı ve öldürüldü. Düşman esirlerine ne yapılacağı tartışılırken Resûlullâh, Mut’im’in oğlu Cübeyr’e:
“−Şâyet Mut’im hayatta olup da benden esirlerin bağışlanmasını isteseydi, fidye almadan hepsini serbest bırakırdım.” buyurarak ona olan vefâsını gösterdi. (Buhârî, Humus, 16; İbn-i Hişâm, I, 404-406)
İslâm’ı teblîğ ederken kendisine kolaylık gösteren bir müşriğe bile uzanan bu vefâ hissi, ne büyük bir ahlâkın tezâhürüdür!..
Dipnotlar:
[1] “Cinler semâya yükselip orada vahyi dinliyorlardı. Bir tek kelime işitince, ona doksan dokuz tane de kendilerinden ilâve ediyorlardı. O tek kelime hak, ilâve edilenler ise bâtıldı. Resûlullâh Peygamber olarak gönderilince, şihâblarla semâdaki yerlerine yükselmelerine mânî olundu. Bundan önce semâdayken cinlere şihâb atılmazdı.” (Tirmizî, Tefsir, 72/3324) [2] Şihâb, lügatte alev, ateş şûlesi demektir. Özellikle gökten yıldız kayıyor gibi görünen aleve denilir. Şihâbların göktaşları olabileceği günümüz müfessirlerince kaydedilmektedir. [3] Mevlânâ Hazretleri bu hâdiseyi, mecâzî misâllerle ne güzel anlatır:
“Şeytanlar gökyüzüne çıkıp esrâr-ı semâviyeye kulak verirlerdi.”
“O sırlardan az bir miktârını çalarken hemen gökten şihâblar gelir onları semâdan sürerdi.”
“Ve derdi ki: Bir Peygamber gönderilmiştir. O’nun bulunduğu yere gidin ve ne isterseniz O’ndan elde edin.”
“Eğer değer biçilmez inci arıyorsanız «Evlere kapılarından giriniz!»*”
“O kapının halkasını vur ve kapı önünde dur. Zîrâ sana ve senin gibilere feleğe doğru yol yoktur.”
“Hem sizin için öyle uzak yollara gitmeye lüzum yoktur. Biz sırların sırrını topraktan yaratılan kulumuza verdik.”
“Eğer hâin değilseniz Halîfe-i İlâhiyye olan O zâtın huzûruna geliniz. Boş kamış gibi olsanız bile O’nun himmet ve sohbetiyle şeker kamışı gibi olursunuz.”
* “Evlere kapılarından giriniz.” (el-Bakara, 189): Câhiliye devrinde ve İslâm’ın ilk yıllarında kişi hac veya umre için ihrama girdiğinde bağa bahçeye ve eve kapısından girmezdi. Şehirli ise çatıdan bir delik açar, oradan girer çıkardı. Bedevî ise çadırın kapısından girmez, çadırı arkasından yırtar, oradan girerdi. İhramdan çıkıncaya kadar böyle yapar ve bunu iyilik ve taat zannederdi. Allâh Teâlâ Bakara Sûresi’nin 189. âyetini inzâl buyurarak evlere arkalarından girmenin iyilik ve taat olmadığını bildirdi. (Vâhidî, s. 56-57) Daha sonra bu âyet “bir işi usûlünce yapmak”tan kinâye olarak her hususta kullanılmaya başlandı. Hazret-i Mevlânâ da burada: “Allâh’ı bulmak için O’nun kapısı mesâbesinde olan ehlullâha mürâcaat ediniz.” diye tasavvufî bir tefsir yapmıştır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları