Çocuğa Bırakılacak En Güzel Miras

ÇOCUĞUMUZ

Miras dendiği zaman aklımıza ilk gelen maddi bir ölçüttür. Bir baba birikimlerini elbette varisi olan çocuklarına pay eder. Fakat insanın evladına bırakacağı miras yalnız maddi midir? Peki çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras nedir?

İçtimâî ibâdetlerin zirvesi, hizmettir. Ferdî ibâdetlerle rûhâniyet kazanan, nefsindeki hoyratlıkları bertarâf edip, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettiren; sîretinde fazîlet ve rızâya, sûretinde de secde nûruna nâil olan mü’min, artık irşâd ehli olur.

Güneş, nasıl ısıtmamak ve aydınlatmamak nedir bilmezse; bir mü’min de, etrafına nur olur, hidâyet çerâğı olur.

Tıpkı suyun tebahhur edip, iyice arındıktan sonra, yine rahmet yağmurları hâlinde yeryüzüne inmesi gibi; îman şahsiyetini ikmal edip, ibâdet hassâsiyeti ve fazîlet yarışında nefsini tezkiye edenler de, kalplerinden rahmet taşıran bir mü’min olurlar. İslâm’ın gönül fethi vazifesini, bu rahmet dolu deryâ gönüllüler üstlenir.

PEYGAMBERİMİZİN (S.A.V) BIRAKTIĞI MİRAS

Peygamberimiz; bu sebeple en husûsî alâkasını, husûsî talebelerine tahsis etti. Suffaya emek verdi. İstîdatlı gördüğü gençleri terbiye etti. Peygamberimiz huzurla irtihâl-i dâr-ı bekā eyledikten sonra, O’nun yetiştirdiği ashâbı, İslâm’ın hidâyet pınarlarını dünyaya taşırdı. Tâ Çin’den Kayravan’a, Afrika’dan İstanbul’a; O şanlı Peygamber’in nasipli talebeleri, İslâm’ın güler yüzünü temâşâ ettirdiler. Ecdâdımız Osmanlı da, aynı ideal üzerinde hayâtiyetini devam ettirmenin gayreti içinde idi.

ORHAN GAZİ'DEN OĞLU SULTAN MURAD'A MİRAS

Sayısız misallerinden biri:

Sultan Orhan Gazi, oğlu Sultan Murad’a şöyle dedi:

“Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükmetmek yetmez! Zira i‘lâ-yı kelimetullah (Allâh’ın dînini yüceltmek) azmi, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır!”

Sultan Murad da Kosova’yı fethe gitti ve zaferin kurbanı olarak orada şehid oldu. Son nefesinde şöyle diyordu:

“İslâm’ın muzafferiyeti, benim şehîd olmama bağlı ise, şehidlik şerbetini nasîb buyurmasını Cenâb-ı Hakk’dan duâ ve niyâz eylemiştim. Demek ki duâm kabul buyuruldu. Allâh’a hamd ve senâ olsun!”

Çünkü onlar, hep Efendimiz’in yetiştirdiği müstesnâ şahsiyetlerin düsturlarında ve istikametinde yetişmiş ve inkişâf etmişlerdi. Bu sebeple;

İmam Karâfî’nin dediği gibi; bu mükemmel yetiştirilmiş nesillerin maddî ve mânevî muvaffakiyetleri, Peygamberimiz’in risâletini ispat için tek başına delil ve hüccettir.

Âyet-i kerîmede eğitim bir ekin yetiştirme faaliyeti olarak tasvir edilmiştir. İnsan; tedrîcî olarak, yavaş yavaş terbiye edilişiyle, nebâta benzer. Nitekim, Meryem Vâlidemiz’i annesinin Beytü’l-Makdis hizmetine nezretmesi üzerine;

فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَاَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا

“Rabbi, Meryem’e hüsn-i kabul gösterdi ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi…” (Âl-i İmrân, 37) buyurulmuştur.

YETİŞMİŞ NESİLLERİN EHEMMİYETİ

İçtimâî hizmetler, geleceğe atılan tohumlar mesâbesindedir. Necip Fazıl; ümitsizliğe kapılmadan, nesil endişesi için gayret etmenin ehemmiyetini ne güzel ifade eder:

«Tohum saç, bitmezse toprak utansın!»

Bahçıvan, tohumun ziyan olmamasına gayret etmelidir. Zira bir bahçıvan tarlasına dikkat etmezse; o tohumlar, tarla farelerinin ve tavukların midesinde kaybolur gider. Bahçıvan yetiştirdiği nebâtın güneşine, suyuna ve onlara gelebilecek tecavüzlere karşı dikkatli olmalı, onları zâyî etmemelidir. O tohum böylece filizlenir, kalınlaşır ve gövdesi üzerinde yükselir.

Gövdenin kalınlaşması; talebenin mânevî bünyesinin, dâhilî ve hâricî düşmanlara karşı kuvvetlenmesini temsil eder. Çok zayıf bir filiz, hafif bir rüzgâr yahut bir su akıntısıyla dahî ziyan olur. Fakat köklerini derinlere saldıkça, gövdesini de kalınlaştırdıkça o bitki muhkemleşir. Bir mü’minin de îmânı sağlam olmalı; nefs, şeytan, tâğût, kötü arkadaş ve benzeri bütün taarruzlara karşı mukavemetli ve metin olmalıdır.

Nebâtat aynı zamanda esnektir. Şiddetli rüzgârlar gibi musibetler gelir, başaklar boyunlarını eğerler; yani mü’minler rızâ gösterirler ve kulluğa devam ederler. Fakat bazı eğilmeyen çam gibi ağaçlar, kırılır ve helâk olurlar.

Yetişmiş yeni nesiller, küffârı öfkelendirir. Çünkü kâfirler, âhiret inancına düşmandır. Nefsânî arzuları galebe hâlindedir. Sorgusuz, sualsiz, zâlimâne ve nefsânî bir câhiliyye hayatı yaşamak ister. Hâlbuki; dindar, takvâlı ve ihlâslı yetişen her fert, ona hakikatleri hatırlatacaktır. İslâm dâvâsını da geleceğe taşıyacak yeni nesillerdir. Azılı İslâm düşmanları; camilerdeki ihtiyarlarla fazla uğraşmaz, fakat Kur’ân kursundaki ve dînî müesseselerdeki nûranî ve temiz gençler onları rahatsız eder. Nitekim İslâm tarihinde; Recî ve Bi’r-i Maûne fâciaları, İslâm’ın ilk Kur’ân talebelerine karşı girişilmiş sûikastler idi. Cenâb-ı Hak; bu düşmanlığı hatırlatarak, tedbire davet etmektedir.

Bir bahçıvan, bahçesini çok sever. Toprağın karası ona zümrüt görünür. Güneşin harareti altında iki büklüm çalışmak ona en büyük zevktir. Hizmet faaliyetleri de ancak böyle bir muhabbet ile gerçekleştirilebilir. Muhabbet, fedâkârlığı; fedâkârlık da ilâhî yardım ve muvaffakiyetleri hâsıl eder.

Peygamberimiz; mescidinin suffasında, açlığını dindirmek için karnına taş üstüne taş bağlayarak, ashâbına muhabbetle Kur’ân tâlim etti, onlara kalb-i selîm kazandırdı. En güzel şekilde tezkiye ve terbiye etti. Onlar da bu muhabbet ve fedâkârlık aşısıyla, dünyanın dört bir yanına aşk ile koştular. Gönül fethinin kumandanları oldular.

İKİ TÜRLÜ MİRAS VARDIR

Biz de unutmamalıyız ki; evlâtlarımızı en güzel şekilde, Kur’ân muhtevâsında eğitmek en mühim vazifemizdir. Zira;

İki türlü mîras vardır:

  • Zâhirî mîras: Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği şekilde mal-mülkün vârislere intikalidir. Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu hudutlardır.
  • Bâtınî mîras: Kişinin, ardında bıraktığı evlâtlarına İslâm karakter ve şahsiyetini, îman ve ahlâkı mîras bırakmasıdır. Eğer bâtınî mîras sağlam verilirse, o evlâtlar zâhirî mîrâsı da yerli yerinde kullanırlar. Ebeveynlerine sadaka-i câriye olurlar.

Fakat mânevî eğitimden mahrum vârislerin, zâhirî mîrâsı nasıl kullanacağı meçhuldür. Belki de yanlış yolda kullanarak ebeveynlerine seyyie-i câriye olurlar.

Hikmet ehli bir zât şöyle der:

“Şuna hayret edilir ki; bir kul öldüğünde bütün malı elinden gitmesine rağmen, bunların hepsinden hesaba çekilir.”

Bu sebeple bir mü’min, mîras husûsunda iki şeye dikkat edecek:

Birincisi; helâlden kazanacak, helâlden yiyecek, ardında bıraktığı da helâl olacak.

İkincisi; neslini de bu helâl hassâsiyetiyle yetiştirerek onlara takvâ şuurunu mîras bırakacak.

Bu sebeple;

Derdimiz neslimiz olmalıdır. Hazret-i İbrahim’in duâsı bu nesil derdini ne güzel ifade eder:

“Yâ Rabbî, beni ve neslimi namaz kılanlardan eyle!” (İbrâhîm, 40) Zira namaz ferdî ibâdetlerin zirvesidir. Namaz; düzgün ve huşûlu ise, bütün ibâdetler düzgün olur, kulu fahşâdan ve münkerden, yani kötülüklerden de korur.

Neslimize mânevî ve bâtınî mîrâsı kazandırabilmek için de, Kur’ân tahsiline ehemmiyet vermemiz zarûrîdir.

Âyet-i kerîme, bütün bu gayretlerin uhrevî mükâfâtıyla hitâma erer:

وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا

“Allah onlardan inanıp sâlih ameller îfâ edenlere mağfiret ve büyük mükâfat va‘detmiştir.” (el-Fetih, 29)

Ne mutlu onlara!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi 136. Sayı Haziran 2016