Çocuklara Bırakılacak En Güzel Mîras
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi, İslâm’da çocuk eğitimini ve çocuğa bırakılabilecek en önemli mirâsı anlatıyor...
EVLÂTLARIMIZA BIRAKACAĞIMIZ EN MÜHİM MÎRAS, MÂNEVÎ MÎRASTIR.
Muhterem Kardeşlerimiz!
Bir sünnet merasimi içinde sohbet ediyoruz. Tabi sünnet mühim. İnşâllah, bu biyolojik sünnetle beraber -inşâallah- rûhânî hayatımız, istikâmetimiz, yavrularımızın istikâmeti, hep -inşâallah- mânevî kimlikler ve -inşâallah- Sünnet-i Seniyye yolunda istikâmetlenmekle devam eder -inşâallah-.
Evlâtlar, Allâh’ın bir emanetidir. Cenâb-ı Hak, anne-babaya emanet olarak verir.
Anne-baba yoksa, vefât etmişse, yetimse-öksüzse, bu iş akrabalara ve bunun himâyesi topluma gelir; toplum, onun terbiyesinden mes’ûldür.
En mühim -yavrularımıza- kimlik, bu sünnet, bu biyolojik kimliğin yanında mânevî kimliktir. Anne-babaya emanet olarak veriliyor.
Tarihe baktığımız zaman -nasıl bir evlât yetiştirilecek- İmam Mâlik Hazretleri;
“Bana diyor, babam bir hadîs-i şerîf ezberletir, bir hediye verirdi diyor. Ertesi gün aynı, aynı… Ondan sonra vermediği zamanlar olurdu diyor. Ben aynı şevkle hadîs-i şerîf ezberlerdim diyor. O bana rûhâniyet kazandırırdı.” diyor.
Yine Huzeyfe -radıyallâhu anh- beni diyor, annem diyor, bir gün beni iyice bir haşladı dedi.
“–Anne, niye bana kızıyorsun, ben ne yaptım da beni azarladın?” dedim.
Dedi ki:
“–Yavrum sen câmiye gitmiyorsun, Rasûlullah Efendimiz’in arkasında namaz kılmıyorsun!”
“–Yok anne dedi, bir dün gitmedim, hemen şimdi gideceğim, senin ve benim için duâ etmesi için ricâ edeceğim.” dedi.
Demek ki bir anne yüreğinin nasıl bir evlâdına istikbâl verecek, onun endişesi.
Efendimiz’e hicrette Ebû Talha veyahut da annesi, iki rivayet var, on yaşındaki Enes’le geldi.
“–Yâ Rasûlâllah! dedi, hayatımda dedi, bu Enes’ten başka hiçbir varlığım yok, dedi. Bunu Siz’in hizmetinize vakfediyorum.” dedi.
Efendimiz kabul buyurdu. On yaşındaki bir çocuk, elli küsur yaşındaki bir Peygamber’e nasıl hizmet edebilir, elli üç yaşındaki Peygamber’e? Efendimiz, nasıl bir evlât yetiştirilecek, onu kabul etmesiyle telkin ediyor.
Enes diyor ki:
“–Ben diyor, mahalle çocuklarıyla dalardım diyor, Efendimiz beni bir yere gönderirdi diyor. Fakat Efendimiz beni takip edermiş diyor, ben farkında değildim…” diyor.
Çok mühim. Demek ki anne-babanın tâkip etmesi…
“Yanıma yaklaşırdı diyor, bana tebessümle derdi ki:
«–Enesçik derdi, seni şuraya göndermiştim değil mi?» derdi bir muhabbet tezâhürüyle.
«–Evet yâ Rasûlâllah, hemen gidip vazifemi yerine getireyim.» derdim.” diyor.
Buna göre Enes’in bazı hâtıraları var:
“Bana Efendim, bir gün üf of demedi. Niye böyle yapmadın Enes demedi. Hep tebessümle beni yetiştirdi…”
Enes, Efendimiz’in vefatından sonra çok uzun yaşıyor.
“Rüya görüp de diyor, Efendimiz’i görmediğim bir rüya olmadı.” buyuruyor.
Demek ki nasıl bir muhabbet transferi. Nasıl evlâtlarımızı, demek ki Allah sevgisi -celle celâlühû-, Rasûlullah sevgisiyle yetiştireceğiz? Ki o bizim için en büyük mîrâsımız olacak. En mühim mîras, mânevî mîrastır. Karakter ve şahsiyet mîrasıdır. Bu, Sünnet’le başlıyor. Öyle devam ediyor.
Sık sık onlara namazı telkin etmek lâzım. Çünkü namaz çok mühim. Cenâb-ı Hak namazsız bir Müslümanlık istemiyor. Hattâ o Sekar Cehennem’ine girenlere, Cennet’e girenler uzaktan soruyorlar. İlk cevapları;
“‒Biz namaz kılanlardan değildik, ondan Cehennemlik olduk.” diyorlar.
İkincisi: “‒Biz yalnız kendimizi düşünürdük. Açları doyuranlardan değildik.” diyorlar.
Üç: “‒Gaflete dalanlarla beraberdik.” diyorlar. İşte televizyon, internet, bugünkü aynı şey, modalar vs. reklâmlar…
“‒Âhireti de unuttuk.” diyorlar. Yani inkâr eden duruma geldik diyorlar. “Ölüm de geldi bizi yakaladı.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 40-47)
Velhâsıl evlâdımıza vereceğimiz en mühim mîras, ananın-babanın onu Allah yolunda yetiştirmesidir.
Gayret eder, olmaz; o ayrı. Fakat ufak yaşta gayret etmesi lâzım. Yani ağaç, yaşken eğilir. Ne kadar anne-babalar bunun ehemmiyeti içinde? Ne kadar? Herkes bulunduğu Kur’ân kursuna baksın, ne kadar orada evlâdımız var?
Demek ki Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar seviyoruz? Allâh’ın kelâmıdır Kur’ân-ı Kerîm. Rasûlullah Efendimiz’i ne kadar seviyoruz? Ashâb-ı Suffe’yi, Kur’ân kültürüyle yetiştirdi, Kur’ân tâlimiyle yetiştirdi. Bizim de bu, aramızdaki bir sevginin, bir muhabbetin mesafesini gösteriyor.
Yine tehdit edici âyetler var. Biz, çocuğumuz ölür, yakınımız ölür, bir hicran kaplar… Çünkü bir ayrılık başlıyor. Esas ayrılık, kıyamet günü olacak. Kıyâmet günü hesap-kitaptan sonra mü’minlere:
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) denilecek, Cennetliklere. Selâm ile, büyük bir merasimle, ihtiramla karşılanacak.
İsterse oğlu olsun, kızı olsun vs. olsun, en yakını olsun;
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
“Siz mücrimler, ayrılın bu tarafa!” (Yâsîn, 59) diyecekler. Siz Cehennem yolcususunuz diyecekler.
Esas en büyük hicran, ayrılış, hüzün, orada olacak. Buradaki dünyevî ayrılıkta olmayacak.
Onun için evlâtlarımız mühimdir. Onlarla -inşâallah- öbür tarafta da onlarla, evlâtlarımızla beraber olalım.
Rasûlullah Efendimiz; “çobansınız” buyuruyor. (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20) Annenin çobanlığını bildiriyor, babanın çobanlığını bildiriyor. Çoban nasıl koyun sürüsünü muhafaza eder, onu korur, kurtlara kaptırmaz onu… Demek ki evlâtlarımızı da kurtlara kaptırmayalım.
Her taraf kurtlarla dolu, bir kurtlar vadisinin içinde kaldık. Televizyon, internet, modalar, reklâmlar, vs. lüks, israf, gösteriş, bir kurtların içinde kaldı toplum. Fakat biz evlâdımızı, yakın çevremizi, toplumu, hattâ dünyanın akışını, bu kurtlar içinden toplayabilirsek, büyük bir saâdet olur.
Evlâtlarımızı yetiştirmek, en mühim, yarın kabrimiz tenha kalmasın. Tabi en acıklı kabirler, tenha kalan kabirlerdir.
Onun için evlâtlarımızı -inşâallah- Cenâb-ı Hak, yarın, yine hepimiz yolcuyuz. Bu dünya bir imtihan dergâhı, imtihan sınıfı, mekteb-i âlem. İnşâallah kendimiz ve evlâtlarımız Allah yolunda olur, öbür tarafta da beraber oluruz.
İbrahim -aleyhisselâm-’ın en büyük derdi; kendisinin, evlâdının, mü’minlerin, annesinin-babasının derdiydi. Dört tane derdi vardı.
“Yâ Rabbi (diyordu), beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle!..” (İbrahim, 40)
Tabi bu nasıl, mîrâca çıkacak, huşû ile olan.
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Mü’minler felâh buldu. Onlar ki namazı huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 1-2)
Demek ki sırf namazın geometrik tarafı olmayacak, rûhânî tarafı da olacak. Beden ve rûhâniyet içinde bir namaz.
İbrahim -aleyhisselâm- hem kendisi için istiyordu bunu, hem de zürriyeti için istiyordu. Cenâb-ı Hak bize bunu telkin ediyor. Annesi-babası için selâmet istiyordu, mü’minler için selâmet istiyordu. Demek ki bir mü’minin dört tane derdi olması lâzım:
Kendi derdi, evlâdının derdi, toplumun derdi, anne-babasının derdi…