Çocuklara Kur’an-ı Kerim’i Nasıl Öğretelim?
Çocuklara Kur’ân-ı Kerîm nasıl öğretilir? Kur’ân-ı Kerîm’i evlâtlarımıza öğretme teknikleri...
Evlâtlarımıza Kur’ân’ı öğretmek sûretiyle onlara en büyük hazineyi bahşetmiş oluruz. Onlar yüklendikleri bu paha biçilmez emânet sâyesinde Allah ve Rasûl’ünün sevdiği kimseler hâline gelirler. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân ehlini her şeyin üzerinde tutmuş, onlara dâimâ kıymet vermiştir. Peygamber Efendimiz, Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın bayrağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sâbit’i görünce, bayrağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir! Burnu kesik siyâhî köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu.
Evs ve Hazrec kabîlelerine de, bayraklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimselere taşıtmalarını emretti. Bunun üzerine Avfoğulları’nın bayrağını Ebû Zeyd -radıyallâhu anh-, Benî Selime’nin bayrağını da Muâz -radıyallâhu anh- taşıdı. (Vâkıdî, III, 1003)
Kur’ân ehlinin fazîletine dâir diğer bir ibretli hâdise de şöyledir:
Nâfî bin Abdi’l-Hâris, Usfan’da Ömer -radıyallâhu anh-’a rastlamıştı. Hazret-i Ömer onu Mekke’ye vâli tâyin etmiş olduğu için:
“−Mekkelilerin başına kimi bıraktın?” diye sordu. O:
“−İbn-i Ebzâ’yı!” dedi.
Hazret-i Ömer:
“−İbn-i Ebzâ kimdir?” diye sorunca Nâfî:
“−Âzâd ettiğimiz kölelerden biridir.” dedi.
Ömer -radıyallâhu anh-’ın:
“−Yerine bir âzatlıyı mı bıraktın?” sorusu karşısında ise şu ibretli cevâbı verdi:
“−O, Allâh’ın Kitâbı’nı okur ve farzlarını da iyi bilir.”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer hayranlık içerisinde:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«Allah şu Kur’ân ile birtakım kimselerin kıymetini yükseltir; bazılarını da alçaltır.» buyurmuştu!” dedi. (Müslim, Müsâfirîn, 269)
Allah Rasûlü’nün ve ashâbının Kur’ân’ı bilen, ahkâmıyla amel eden kimselere gösterdiği bu ihtimam sebebiyle nesillerimizin Kur’ân’ı öğrenmeleri ve onun feyzine nâil olabilmeleri için canhıraş bir gayret içerisinde olmalıyız. Unutmamalıyız ki Kur’ân’a karşı gösterilen ihmâl kadar insanın mânevî hayatını karartan başka bir hatâ yoktur.
İstikâmet üzere yaşayarak Allah ve Rasûl’ünün râzı olduğu bir ümmet kıvamına erişebilmek için başta kendimiz, evlâtlarımız ve toplum olarak Kur’ân kültürüne sahip olmalıyız. Zira Kur’ân-ı Kerîm bize hayatın her safhasında ilâhî bir rehberdir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Gerçekten Biz, insanlar düşünüp akıllarını başlarına alsınlar diye bu Kur’ân’da, her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27)
Kur’ân’ın üçte birinden fazlası peygamberlere ve onların ibret verici kıssalarına âittir. Her mü’minin kalbi dâimâ Kur’ân’la hemhâl olmalı, kendine âit problemlerin çözümünü Kur’ân’da bulmalıdır. Zira Kur’ân, her derde devâdır.
KUR’ÂN-I KERÎM’İ EVLÂTLARIMIZA ÖĞRETMEK
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân’ın ilim ve hikmetleriyle istikâmetlenen, ahlâkıyla ahlâklanan ve evlâtlarına Kur’ân’ı titizlikle öğreten anne-babalara şu müjdeyi vermektedir:
“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati… Çünkü hamele-i Kur’ân (yani Kur’ân hafızları) hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde peygamberler ve asfiyâ (yani safâya ermiş olan Allah dostları) ile birlikte Arş’ın gölgesindedir.” (Münâvî, I, 226)
Kur’ân eğitimi, küçük yaşlardan itibâren îtinâ ile yerine getirilmesi îcâb eden bir vazifedir. Zira çocuğun kulakları Kur’ân’ın sesine, kalbi Kur’ân’ın dünyasına âşinâ olmalıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kim Kur’ân’ı küçük yaşlarda öğrenirse Kur’ân onun etine ve kanına işler (Yani Kur’ân’ın feyziyle nûrlanır.)” buyurmuştur. (Ali el-Müttakî, I, 532)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendileri de, Abdülmuttalib Oğulları’ndan bir çocuk güzel konuşmaya başladığında, ona İsrâ sûresinin 111. âyetini yedi defa okutarak öğretirdi.[1]
Evlâtlarımız öz varlığımızın devamı olan hayat ziynetleridir. Onlar, İslâm fıtratı üzere yaratılarak anne-babalarına emânet edilmişlerdir. Bundan dolayı çocukların maddî yapıları ile birlikte rûhî hayatlarını da geliştirip istikametlendirmek, anne-babaların en mühim vazifesi ve Hak katındaki mes’ûliyetidir.
Bir mü’minin evlâdına bırakabileceği en kıymetli ve hakîkî mîras, ebediyet zenginliğidir. Evlâtlara fânî lezzetler değil, solmayan, eskimeyen, pörsümeyen bir ebedî saâdetin yolu gösterilmelidir. Bunun ilk şartı da onların Kur’ân-ı Kerîm ile fiilen ve fikren ünsiyetlerini (kaynaşmalarını) sağlamaktır. Bu hakîkati ifâde etmek üzere Peygamber Efendimiz:
“Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)
Dolayısıyla bir mü’min, hayat boyu Kur’ân-ı Kerîm’in talebesi ve yaşayabildiği kadar da bildiklerinin hocası olmakla mükelleftir.
Tarih şâhittir ki fertler, âileler ve milletler en azametli bir ilâhî emânet olan Kur’ân-ı Kerîm’e sahip çıktıkları ve tâbî oldukları nisbette âbâd olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Vedâ Haccı’nda:
“…Size öyle bir emânet bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu şaşırmazsınız. O emânet, Allâh’ın Kitâbı ve Nebî’sinin Sünnet’idir…”[2] buyurmuşlar ve târihî gerçekler ile de birçok defa yaşanan bir hakîkate işaret etmişlerdir.
Ahlâk ve mâneviyat eğitiminin yeterince yapılmadığı, bunun neticesi olarak iffetsizliğin, narkotiğin ve türlü gasp ve cinâyetlerin arttığı, böylece vatanperverlik duygularının zayıfladığı zamanımızda, Kur’ânî hizmetler ve fedakârlıklar büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Bu gayrette ihmâlkârlık göstermek, kendimizin, neslimizin ve bütün ümmetin geleceğini tehlikeye atmak gibi ağır bir vebâldir.
Kur’ân düşmanlığı kadar büyük bir bedbahtlık düşünülemezse de ona hizmet hususundaki ihmâlkârlık da buna yakın bir vebâl taşır. İnsanların selde sürüklenen kütükler misâli zamânın menfî modalarına kapıldığı günümüzde, ayakta kalabilmemiz ve küfür, ilhad ve tâviz selinden üzerimize bir katre dahî sıçramayacak sûrette korunabilmemiz için, yakınlarımıza, âile efrâdımıza, muhîtimize Kur’ân’ı öğretmeye, onun nûrunu, feyzini, bereketini yaymaya gayret etmeliyiz. İki cihanda da Kur’ân’a muhtaç olduğumuzu aslâ unutmamalıyız.
Kur’ân’la dâimî bir ünsiyet içinde hemhâl olmamız; onun emir ve nehiyleri ile istikâmetlenmemize, ahlâkı ile ahlâklanmamıza vesîle olur. Aksine hareket ise, büyük bir hüsrandır. Ebedî istikbâli fânî lezzetler mukâbilinde hebâ etmektir.
Yaşadığımız çağ, âileleri, gafletin esir aldığı bir devirdir. Öyle ki kitleler hâlinde nesiller hebâ edilmektedir. Hâlbuki isrâfın en kötüsü, insanların hebâ edilmesidir.
Diğer taraftan dînin, ırzın, malın ve neslin korunması zarûrîdir. Bunlar ise vatanın muhafazası ile mümkündür. Bu sebeple neslimize küçük yaşlarda muhabbetullah, Kur’ân aşkı ve vatanperverlik şuuru vermek mecburiyetindeyiz.
*
Kur’ân-ı Kerîm muhabbeti, çorak gönlümüze bereketli nisan yağmurları gibi yağmadıkça, Muhammedî bir mevsimin zümrütlüğüne kavuşamayız. Gönül bahçeleri, yağmura hasret toprak gibi Kur’ân rûhâniyeti ile amel-i sâlih yağmurlarını bekler. Çünkü bu rahmet yağmurları ile Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, hizmet ve muhabbet filizleri yeşerir. Böylece insan, kâinat kitabının hulâsası, hilkatin nüsha-i kübrâsı hâline gelir. Rabbi, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı ve akleden kalbi olur. Elinden, dilinden ve gönlünden bütün varlıklar istifâde eder.
Mübârek ecdâdımız, dünyada kazanılmaya en lâyık metâ ve âhiret sermâyesi olan hayr u hasenât gayretlerine son derece ehemmiyet vererek hizmetlerini dünyanın dört bir bucağına taşıdılar. Hâssaten iki cihan saâdetine erişmenin Kur’ân hizmetine gönül vermekle mümkün olacağını çok iyi idrâk ettikleri için, Kur’ân’ı asırlara ve nesillere büyük bir titizlikle ulaştırdılar.
Bizler de son nefesimizi verdikten sonra kabrimizin tenhâ ve ıssız kalmaması, vedâ ettiğimiz dünyadan ve insanlardan gelecek sadaka-i câriye yani mânevî yardımın devâm etmesi için, îman heyecanını ve Kur’ân’ın rûhâniyetini hayatımıza ve evlâtlarımıza intikâl ettirerek rûhumuzu tezyîn etmeliyiz. evlâtlarımızın kusursuz olmasını istiyorsak, kusursuz anne-babalar olmaya gayret etmeliyiz.
Unutmamak gerekir ki, Allah katında en makbûl amellerin başında, “Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker” gelir. Bu da ancak Kur’ân-ı Kerîm’i doğru bir şekilde anlayıp insanlara öğretmekle gerçekleştirilebilir. Zira beşeriyetin muhtaç olduğu ahlâk, hayır, huzur ve saâdetin kaynağı, Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Dipnotlar:
[1] Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1970, IV, 334; İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarabad 1976, I, 348. [2] Hâkim, I, 171/318.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, 12 Saadet Damlaları, Erkam Yayınları
YORUMLAR