Çocuklarımızı Kim Büyütüyor?
Çocuklarımızı tek başımıza biz mi büyütüyoruz, yoksa onlar televizyonların, dizilerin ve internet sitelerinin çocuğu olarak mı büyüyorlar? Ne kadar bizim rengimizi taşıyorlar? Biz, ne kadar kendi renklerimize büründük? Acaba hercâî bir model ile, herkesten farklı farklı renkler devşirerek “İslâm’ın rengini”, “Allâh’ın boyasını” oluşturacağımızı mı düşünüyoruz?
Selim bir vicdan, insan için en doğru ve en şaşmaz ölçü kaynağıdır. İnsan, beşerî zaafiyetlerinden dolayı birçok fazilet ve ahlâkî güzellikleri kaybetse de, vicdan, en karmaşık ve karanlık durumlarda bile tarafsız bir şekilde yol göstermeye devam eder. Zira Allah, insanın fıtratına her zaman doğruyu söyleyen bir yoldaş, her zaman adâleti seçen bir hâkim ve her zaman hakkı gösteren bir rehber koymuştur. Belki de Rabbimizin insanın içinde yerleştirdiği bu mânevî kod, her ne olursa olsun, insan nasıl bir mâneviyât iflâsı yaşarsa yaşasın; en asgarî düzeyde bile bir insanlık tarafının muhafazası içindir.
Ancak İslâm, insanlığın en asgarî şekliyle yetinmek istemez. İnsanı, temsil ettiği kemâl vasıflarına uygun bir şekilde yüceltmek ister. Onun zirve bir karakter hâlini alması için düsturlar ortaya koyar. Yani mevcut bir özün Kur’ân ve Sünnet’le büyüyerek ideal bir hâl alması için çalışır.
BATILILAŞMA HAYATIMIZI ESİR ALDI
Popüler kültürün tesirinden bir türlü kurtulamayan toplumumuz ve bu toplumu oluşturan bizler, hayat maceramızı zaman zaman muhasebe etmeli, başladığımız ve içinde bulunduğumuz durumu sık sık karşılaştırmalıyız. Bunca geçirdiğimiz zaman içinde mânevî açıdan ilerlemiş miyiz yoksa gerileme ve çöküş sürecinde miyiz, samimî bir şekilde tespit etmeliyiz.
Batılılaşma merak ve meylinin hayatımızı esir aldığı son iki-üç asrı göz önünde bulundurursak, özümüzden fersah fersah uzaklaştığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Kendine has bir toplum mozaiği olan ve farklı etnik yapıları bünyesinde asırlarca huzur ve barış içinde kaynaştıran Osmanlı, bu güç ve imkânı, İslâm Dîni’nden ve onun insana, ümmete bakış açısından almıştır.
Ancak Batı’daki maddî gelişmeleri, insanlığın mânevî açıdan da tekâmülü zanneden Batı heveskârı bir güruhun toplum ve devlet yönetiminde söz sahibi olmaya başlaması, tam mânâsıyla, sonun başlangıcı olmuştur. Kendine has değerleri bir bir terk eden Osmanlı toplumu, “Batılı” olamadığı gibi, kendisi olarak da kalamamıştır. Fert ve cemiyet hayatındaki bozulma, devlet plânında da savrulmalara yol açmış; siyasî, ekonomik, askerî çalkantılar koskoca bir cihan devletinin Batılılar tarafından paramparça edilmesine yol açmıştır. Halk fakirleşmiş, insanlar özgüvenlerini kaybetmiş, elde kalan bir avuç toprak parçasında, Batı’nın merhametine sığınmış bir idârî/siyâsî devlet kurulabilmiştir.
NEREDE HATA YAPTIK?
Ortaya çıkan bu yeni hayat anlayışında din, sosyal hayatın belli alanlarına hapsedilmiş, hattâ gizlenmiş, dîni çağrıştıran her ne varsa dışlanmış, ötekileştirilmiştir. Üstüne üstlük, bütün geri kalmışlığın sebebi olarak din ve dîne âit kurumlar gösterilmiştir.
Neticede fert ve toplum plânında dînin sıfırlandığı, ahlâkın küçümsendiği; dünyevîleşmenin, Avrupa kültür ve medeniyetinin göklere çıkartıldığı bir dönem geçirilmiştir. Bugün biz, toplumu oluşturan en küçük parça olan fertten başlayarak yukarılara doğru bütün kademelerimizle “Nerede hata yaptık? Niye bu hâllere düştük?!” muhasebesini yapmaya mecburuz. Bizi tanımak, bizi biz yapan değerleri tespit etmek; toplumumuzun küllenen vicdanını harekete geçirmek, tabiri câizse küllerimizden tekrar doğmak zorundayız.
DİN, SADECE BİR-İKİ ÇEŞİT İBADETTEN Mİ İBARET?
Türkiye’de birçok konuda memnuniyet duyduğumuz toplumsal hâdiseler, gelişmeler varken, aynı nispette bizi üzen, hatta ümitsizliğe düşüren meseleler de yok değil!.. Bilhassa toplumu bir hamur gibi yoğurup şekillendirecek hanımların iç dünyalarında ve dış görünümlerindeki zikzaklar, bizi derin bir endişeye sevk etmektedir.
“Batılılaşma” diyerek küçümsediğimiz, kabullenmediğimiz ne varsa, bugün kendi bünyemize tatbik etmenin, âdeta hazmetmenin mücadelesini verir olduk.
Hayatımızda yeme-içme kültüründen ev düzenine, kılık kıyafetten alışkanlık ve zevklerimize kadar her şey Batı standardı ve anlayışına göre olurken, dindar olanlarımız dînî hassasiyetlerini sadece namaz ve oruçlarında mı gösteriyorlar? Din, sadece bir-iki çeşit ibadetten mi ibaret? Dinin hayata yansıyan bir yönü yok mu? Hayatı şekillendiren, dönüştüren dînî prensipler bulunmuyor mu?
Meselâ “israf”, sadece fazla alınan ekmeğin çöpe atılması mıdır? Onlarca kıyafet, moda hastalığı, kullanılmadan atılan eşyalar, hiç yüzüne bakılmayan kıymetli takılar, ayakkabılar, evler, arabalar vs.
Âile münasebetlerimiz, babaların eşleri ve çocukları ile ilgileri, annelerin âileye bakışı; ne kadar İslâmî? Hayatımızı lüks, konfor, rahat ve hazlar mı belirliyor? Gündelik hayatımızda kıyametin, âhiretin yansıması ne kadar? Hayatımız fedakârlık üzerine mi kurulmuş, bencillik ve menfaat üzerine mi?
SOSYAL MEDYADAKİ DOSTLUKLARIMIZ NASIL?
Sosyal medyadaki dostluklarımız nasıl? Kiminle, ne için ve ne kadar arkadaş oluyoruz? Evimiz, âilemiz mahremiyet perdeleriyle örtülü mü, yoksa her isteyen mutfağımıza girip yediklerimize bakıyor, giydiğimiz kıyafetleri öğreniyor, gezdiğimiz yerlerde bize eşlik ediyor mu?
Çocuklarımızı tek başımıza biz mi büyütüyoruz, yoksa onlar televizyonların, dizilerin ve internet sitelerinin çocuğu olarak mı büyüyorlar? Ne kadar bizim rengimizi taşıyorlar? Biz, ne kadar kendi renklerimize büründük? Acaba hercâî bir model ile, herkesten farklı farklı renkler devşirerek “İslâm’ın rengini”, “Allâh’ın boyasını” oluşturacağımızı mı düşünüyoruz?
Özellikle iffetimizin korunması konusu, sadece giyim-kuşamdan mı ibaret olmalı? Gözümüzün, gönlümüzün, kalbimizin ve bütün duygularımızın iffetini koruyacak sosyal bir ağ içerisinde olmamız gerektiğinin ne kadar farkındayız?
VARLIK İÇİNDE MANEVİ FAKİRLİK
Varlık içinde, mânevî fakirlik çeken bir durumda mıyız veya yokluk içindeyken isyan bataklığına sürüklenen bir karaktere mi sahibiz?
Bütün bunlar, aslında geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan sosyal bir değişimin, önlenemez Batılılaşma sürecinin sonunda geldiğimiz acı bir noktadan ibaret... Böyle bir durumda kalkıp sadece geçmiştekileri suçlayacak değiliz. Herkes kendisinden, yaptıklarından veya kendi döneminden mes’ûldür. Biz, öncelikle fert olarak kaybettiğimiz güzel hasletlerimizi geri getirmeliyiz ki, toplum da kendi kodlarına dönsün.
Evimizin mânevî yapısı, evlâdımızın âhiret hayatı, eşimizin dînî hayatı konusunda bir dert içerisinde olursak, toplum da yavaş yavaş bu dertleri gündemine alır. Aksi takdirde bütün değerlerimizi silip süpüren bu küresel etkileşim kültürü altında yok olur, kendimizi ve geçmişimizi unuttuğumuz gibi geleceğimizi hayal bile edemez noktaya geliriz, Allah korusun.
En başa dönersek, işte neyin doğru, neyin yanlış olduğunu kestiremiyorsak, kafamız karışıyorsa, gönlümüz bulanıyorsa; vicdânımıza danışalım. Ama sapmış, saptırılmış, kirletilmiş olana değil; Allâh’ın fıtratımıza yerleştirdiği, hakîkatleri tarafsızca ve en doğru şekilde söylemekten çekinmeyen selîm vicdanımıza… Sonra da onun çağrısına, gönülden boyun eğelim.
İnsanın vicdanı olduğu gibi, toplumların da vicdanı vardır; mâşerî vicdan adı verilen… Toplum da, ne kadar bozulmuş olursa olsun, bir yerden sonra isyan eder ve:
“-Bu kadar da olmaz!” der.
İşte şimdi sözü, vicdana bırakma zamanıdır. Vicdan en doğru sözü söyleyecektir!
Kaynak: Şefika Meriç, Şebnem Dergisi, 145. Sayı