Dalâlettekilerin Dünyasından Uzak Olmamız Lazım

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde, dalâlettekilere ibâdette bile benzememenin ehemmiyetinden bahsediyor.

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ (el-Fâtiha, 7) Dalâlettekilere, İslâm dışındakilere benzemememizi istiyor. Onların modaları, reklâmları, onların israf ekonomisi… Onlardan uzak olmamızı Rabbimiz arzu ediyor. Öyle bir şey ki Cenâb-ı Hak bizim tertemiz huzuruna gelmemizi arzu ediyor.

Meselâ 10 Muharremʼde bir yahudi geldi:

“–Biz de oruç tutuyoruz.” dedi. “Mûsâ bugün Firavunʼu Kızıldenizʼde gömdü.” dedi.

Efendimiz dedi ki:

“–Mûsâʼya biz sizden daha yakınız.” dedi. (Bkz. Buharî, Savm, 69, Enbiyâ, 22; Müslim, S›yâm, 127/1130)

O zaman dedi ashâb-ı kirâma:

“–Biz o zaman 10 Muharremʼde bir gün ekleriz.” dedi, yahudilere benzememek için.

İbadette bile benzemedi. İbadette bile “غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ”

Bunu sahâbe ne güzel tatbik ederdi. Hudeybiye Musâlahası için Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼı Mekkeʼye gönderdi Efendimiz elçi olarak. Onun akrabaları vardı. Onlar dedi ki:

“–Sen tavaf et, serbestsin, fakat Muhammedʼi istemeyiz.” dediler. O da dedi ki:

“–Allah Rasûlüʼnün istenilmediği yerde ben de yokum!” dedi. “Oʼnun kabul edilmediği ibadette bile ben yokum!” dedi.

Demek ki her hâlimizde Rasûlullah Efendimizʼin hâline sadâkat gösterilecek. “غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ”… Oʼnun dışındakilere, tevhidin dışındakilere benzememenin gayreti içinde olacağız. Ki her rekâtta Fâtiha okuyoruz. O Fâtiha hayatımızda tatbikata geçecek.

Yine namaz çok mühim. Cenâb-ı Hak; “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Bir yakınlık… Efendimiz de “mîraç” buyuruyor.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, insan anatomisini en güzel secde edecek şekilde, iskelet yapısını en güzel secde edecek şekilde yarattı ki, sık sık, devamlı Allâhʼa secde etsin. Cenâb-ı Hakʼtan yardım dilesin. Ve devamlı kul, mîrâca çıkmanın gayreti içinde olsun. Yani Cenâb-ı Hakʼla beraberliği taşısın. Tabi bu, namazla beraber her ibadet. Oruç öyle…

Mevlânâ diyor ki:

“Sen namazı bir şekil olarak alma. Orucu bir perhiz olarak alma.” diyor. “Gözüne oruç tutturacaksın.” diyor. “Kulağına oruç tutturacaksın.” diyor. “Sırf midede kalmayacak.” diyor. “Bütün uzuvlar oruç tutacak ki bu, sana iftar vakti bir Cehennemʼe kalkan olacak.”

Zekât, hayır, infak… Bu da Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92])

Sevdiklerinizden vermedikçe Allâhʼa yaklaşamazsınız, buyuruyor.

Velhâsıl; ibadetlerle Cenâb-ı Hakkʼa yakın bir hâle gelebilmek. Bu namaz, o kadar mühim ki Abdullah bin Şıhhîr -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“Allah Rasûlü namaza dururdu, sanki yüreğinden bir tencerenin fokurdaması gibi bir ses duyardım.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Ahmed, IV, 25, 26)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir ok yedi.

“–Namazda çıkartın.” dedi. (Namazdan sonra:)

“–Ne yaptınız?” dedi.

“–Çıkardık yâ halife.” dediler.

Ömer -radıyallâhu anh- hançerlendi. Kanlar içinde kaldı. Bayılır gibi oldu. Kaldıramadılar. Bir kişi geldi:

“–Namaz, halîfe!” dedi. “Namaz geçiyor!” dedi.

Kalktı kanlar içinde:

“–Namazsız Müslümanlık olmaz.” buyurdu.

İlk (olarak sohbetin başında okunan) Müddessir Sûresiʼnde de Cennetʼe girenler bu Sekar Cehennemiʼne girenlere sesleniyorlar:

“‒Siz ne yaptınız Cehennemlik oldunuz?” diyorlar. Onlar diyorlar ki:

“–Birincisi; biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar.

“İkincisi; biz merhametsizdik, açları doyuranlardan değildik.” diyorlar.

“Üçüncüsü; gaflettekilere, yani «veleddâllîn» ondakilere uyanlardandık. Gâfillerin peşinde giderdik. Onları taklid ederdik. Tabi âhireti de yalan saymaya başladık. Ölüm de geldi çattı.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 40-47)

Velhâsıl namaz çok mühim. Allah hepimizi gerçek namaz kılanlardan eylesin.

İbrahim -aleyhisselâm- bu dertteydi. Bir huşû ile namaz kılmak… Bir mîrâca çıkacak bir namaz kılabilmek.

“Yâ Rabbi!” diyor. “Beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle.” diyor. (Bkz. İbrahim, 40)

Gerçek namazın hakîkatine kavuşmak. Ki ilâhî huzurda olduğumuzun idrâki içinde bulunabilmek. O namazdan sonra o namazdaki hâlimizi devam ettirebilmek.

Ondan sonra gelen ikinci madde, bu Cennetʼe girenlerin hâli… Birincisi demek ki ibadetin büyük bir rûhâniyet kazanması. İkincisi:

وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ

“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)

Güzel bir ahlâk isteniyor bizden. En başta; gıybet, dedikodu, ağzımız dedikoduyla kirlenmeyecek. Hattâ dedikodu olan yerde bile bulunmayacağız.

Abdullah Dehlevî Hazretleri bir yerden geçiyordu. Oruçluydu o gün, nâfile oruç. Orada dedikodu vardı. Oradan geçti:

“–Eyvah, orucum bozuldu!” dedi. Yani faziletim gitti, dedi. Dediler ki:

“–Üstad! Sen oradan hemen geçtin.”

“–Geçtim ama oradan bir inʼikâs geldi. Bir gaflet geldi.”

Onun için değil dedikodu yapmak, dedikodu olan yerde bile bulunmama zarûrî ki, o, kalpte bir leke meydana getirmesin.

Çünkü boş sözlerden, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.

Bir gün Âişe Vâlidemiz, Safiye Vâlidemizʼe; “boyu küçük” dedi. Yani bir küçültme kastıyla dedi. Efendimiz:

“–Âişe!” dedi. “Öyle bir söz söyledin ki onu denize (bir müşahhas bir şey olsaydı) denize atsaydın denizin rengini kirletirdi.” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4875; Tirmizî, Kıyâmet, 51)

O kadar; “boyu küçük” dedi, o kadar…

Yine Abdullah bin Mes’ûd anlatıyor:

Efendimizʼle oturuyorduk, diyor. Bir adam kalkıp gitti, diyor. Onun ardından başka birisi geldi, ileri-geri o giden adam hakkında konuştu. Buna -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Git, ağzını iyice yıka!” dedi. “Dişlerinin arasında yemek kalıntıları var.” dedi. O da dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Dişlerimle yemek yedim ama bir kalıntı yok.” dedi.

“–Sen o giden kardeşine gıybet ettin.” dedi. (Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 231)

Kur'ân-ı Kerîmʼde Cenâb-ı Hak Hucurât Sûresiʼnde:

“…Kardeşinin ölü etini yemek sana giran gelmez mi?..” (el-Hucurât, 12) buyuruyor.

Demek ki en mühim, bu dilimizi muhafaza etmek. Kul hakkı oluyor. O da kıyâmete kalıyor.

Efendimiz buyuruyor:

“Kıyâmet günü kat kat ibadetlerle gelir. Alınır alınır, o gıybet ettiği kimseye verilir. Kul hakkı olan kimseye verilir. Hattâ en sonra onun günahlarını alır Cehennemlik olarak gider.” buyruluyor. (Bkz. Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor ki:

“Eğer gıybet etmek, dedikodu etmek çok hoşuna gidiyorsa, kendini kurtamıyorsan, anneni, babanı gıybet et. Sevapların annene, babana gitsin. Yabancıya gitmesin.” buyuruyor.

Onun için, dilimizi muhafaza edebilmek. Meryem Vâlidemizʼde olduğu gibi “sükût orucu” tutabilmek, her an için.

Sâdî-i Şîrâzî vardır, Allah dostlarından, bir gençlik şeyini anlatıyor:

Ben diyor, Bağdatʼta Nizâmiye Medresesiʼnde bir vazifem vardı diyor. Gece-gündüz ders müzâkere ederdim diyor. Bir gün üstadıma dedim ki diyor:

“‒Ben hadis okutuyorum üstâdım. Fakat falan kişi geliyor -diğer bir hoca- beni hased ediyor, beni kıskanıyor çok. O adamın içi karmakarışık.” dedim diyor.

Üstadım çok üzüldü diyor, benim bu hâlime.

“‒Çok kötü bir durum” dedi. “Dostun sana hased etmesi çok kötü bir ahlâk.” dedi. “Senin dedi, onun kötü ahlâkını bana anlatman, o da çok kötü bir ahlâk.” dedi. “İkiniz de aynı kötülüğü işlediniz.” buyurdu.

Yine Sâdî-i Şîrâzî diyor:

Ben diyor, geceleri Kur’ân okumayı çok severdim diyor. Babam beni geceleri kaldırırdı diyor. İbadet ederdik diyor. Bir gün dedim ki diyor:

“–Baba! Bize ne güzel. Bak biz kalkıyoruz gece. Bütün etrafta hiçbir lamba yanmıyor. Hepsi mahrum.”

Dedi ki:

“–Sâdî sus!” dedi. “Onlar bir gaflette, fakat onlara melekler bir şey yazmıyor. Sen ise onları küçük gördün, istihkar ettin, sana menfî şeyler yazmaya başladı.”

Velhâsıl bu kalp âlemi çok mühim. Her hâlimizi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin hâliyle mîzan etmemiz zarûrî. O bizim için çok büyük bir nîmet. İşte ashâbı câhiliyye insanıydı. Ahlâkını Oʼnun ahlâkıyla, Oʼna hayran oldu, Oʼnun ahlâkıyla ahlaklanmanın gayreti içinde oldu. Çünkü insanlar dâimâ şahsiyet ve karaktere hayrandır.

İki şey üzerinde çok durmamız lâzım:

Birincisi; bilhassa bu zamanda “helâl gıdâ”.

Boğazımıza girene dikkat etmemiz lâzım. Kazancımıza dikkat etmemiz lâzım. Kazancımızda bir pürüz var mı? Bir berrak suya, bir damla necâset damlasa onun bütün berraklığı gider. Haram karıştığı zaman da gaflet olur. Helâl olduğu zaman güç-kuvvet olur.

Bir Hak dostu diyor ki:

“Sen gündüzleri isyan etme ki O geceleri seni huzurunda bulundursun.” diyor. Lokmana dikkat et diyor.

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî diyor ki:

“Bu gece bana, bu seherde bir tuluat, bir sünûhat, bir hikmet, bir sır kalbimde tecellî etmedi bu seherde.” diyor. “Anladım ki ağzıma yanlış bir lokma girmiş.” diyor.

Velhâsıl bir gece hayatımızın ihyâ olması için gözümüzü korumamız lâzım. Kulağımızı korumamız lâzım. Ağzımızı korumamız lâzım ki gece O bizi huzurunda bulundursun.

“–Efendim ben geceleri kalkamıyorum.”

“–E niye kalkamıyorsun?”

Bu dünya fedakârlık şeyi. Demek ki kendimizi gece kalkmaya hazırlamamız lâzım. Niye? Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor.

“Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak tevbe kapılarını açıyor. Rûhâniyet veriyor kalbe. Kelime-i tevhid var, salevât-ı şerîfe var, ölümü tefekkür var. İç dünyanı bir rûhânî hâle getirme var. Gündüze o şekilde gireceğiz. Şafak başlayacak. O şekilde rûhânî bir şeyle gündüze gireceğiz.

Cenâb-ı Hak; وَالْفَجْرِ (“Fecre andolsun.” [el-Fecr, 1]) buyuruyor. Her gün bize bir fecir oluyor. Bir hayat takviminden Cenâb-ı Hak bir sayfa daha açıyor. Sabahleyin kalktığımızda düşüneceğiz:

Bu gece yatıp da sabahı bulamayan çok kişi var. Ben de olmayabilirdim. Dün benim son günüm olabilirdi. وَالْفَجْرِ Cenâb-ı Hak “andolsun” diyor. Bu bana hayat defterinden bugün bir sayfa daha açtı takvimden. Ben düşüneceğim; bu sayfayı nasıl dolduracağım? Nasıl hayırla nasıl, kendime ne kadar, kendim dışındakilere ne kadar (vererek) Allah rızâsını arayacağım? Tabi bu neye bağlı oluyor? Geceyi nasıl geçireceğim? Gündüzü de o gecenin tesiriyle, o enerjiyle, o rûhun enerjisiyle nasıl bir gündüz yaşayacağım?

Cenâb-ı Hak işte; “boş şeylerden kaçınırlar” buyuruyor. (el-Müʼminûn, 3) Dilimizde boş şey olmayacak. Kalbimizde boş şey olmayacak. Dâimâ kendimizi bir mîzan hâlinde…

Bunun için Efendimiz sorardı:

“Bugün bir hasta ziyaretinde bulundun mu? Bir yetim başı okşadın mı?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Bir yoksulu, bir garibi, bir muhâciri, bir Sûriyeliyi, yoksul bir insanı ziyaret ettin mi? Ona bir dert ortağı oldun mu?

Yine aynı Furkan Sûresiʼnde:

“…Boş sözlerle karşılaştıklarında oradan bir vakar ile geçerler.” (el-Furkân, 72) buyruluyor. Bu iç âlemin terbiyesi çok mühim. Ashâb-ı kirâmʼın bütün derdi buydu.

Abdullah bin Ömer anlatıyor, Hazret-i Ömerʼin oğlu:

Baktım diyor, babam bir su kırbasıyla omuzunda dolaşıyor. Bir taraftan halife, bütün İslâm dünyasının mesʼûliyeti üzerinde, bir su kırbasıyla dolaşıyordu.

“–Niçin böyle yapıyorsun?” diye sordum:

“–Nefsim diyor, kendini beğenmeye kalktı, onun için bu kırbayla nefsimin burnunu sürtmek için bu kırbayla dolaşıyorum halkın arasında.”

Yine Zeyd bin Sâbit, vahiy kâtibi. O diyor ki:

Hazret-i Ömerʼin üzerinde yamalı elbiseler gördüm diyor. Halifeydi. Kuzey Afrika fethedildi. Hazineler doldu. Bir yamalı elbiseyle dolaşırken gördüm diyor. Kendimi düşündüm, eve gittim, ağlamaya başladım diyor. Sonra tekrar sokağa çıktım diyor. Baktım yine halîfe bir su kırbasıyla gidiyordu diyor. Yanına yaklaştım:

“–Ey müʼminlerin emîri!” dedim. Bana:

“–Sus!” dedi. “Konuşma!” dedi. “Sonra sana anlatırım.” dedi.

Tâkip ettim. Gitti bir garip kadının evine, o su kırbasındaki suyu boşalttı.

“–Gel.” dedi sonra. Gittim, yanına gittim.

“–Sen o zaman benim yanımdan ayrıldın. Fars ve Rum büyükelçileri geldi. Onlar bana çok iltifat ettiler. «‒Allah sana hayırlar, iyilikler versin ey Ömer! Bütün insanlar senin ilmin, faziletin, adâletin hususunda ittifak hâlindedir.» dediler. Ben de nefsimden korktum. Nefsim bir pay almaya başladı. Onun için bu kırbayla gittim. Bir garip buldum. Onun evine suyu boşalttım.” buyurdu.

İşte Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri Kâdıʼl-kuzât... Bu mânevî yola girmek için diyorlar ki; ilk defa sen nefsinin problemini halledeceksin. İşte ciğer satıyor, mâlum, biliyoruz. Sonra ne oluyor? Cihana yön veren cihan sultanlarını irşâd ediyor.

Velhâsıl, bu hayvanî vasıfların şerrinden, nefsânî arzuların şiddetinden kendi rûhânî hayatımızı koruyabilmek…

Cenâb-ı Hak bizim için; sizler, yeryüzünde Allâhʼın şâhitlerisiniz, buyuruyor. Allahʼın dînini temsil edersiniz, buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 143; el-Hac, 78) Hem yaşayacağız, hem temsil edeceğiz. Müslümanın derdiyle dertleneceğiz.

Yine Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki, şöyle bir özleyiş içinde:

“Allah yarın bana bir sene daha ömür verirse, -inşâallah- halkın içinde bir sene gezeceğim.” diyor. “Biliyorum ki insanların bana ulaşamayanları çoktur.” diyor. “Bana derdini anlatamayanları çoktur.” diyor. “Vâliler gelip bana bunları anlatmıyorlar.” diyor. “Ben önümüzdeki sene iki ay Şamʼa gideceğim. İki ay Cezîreʼye gideceğim. İki ay Mısırʼa gideceğim. İki ay Bahreynʼe gideceğim. İki ay Kûfeʼye gideceğim. İki ay Basraʼya gideceğim. Bu altı memlekette bir sene dolaşacağım.” diyor. “Bütün müslümanların derdiyle dertleneceğim.” diyor. “Onların derdini halletmenin gayreti içinde bulunacağım.” diyor.

Demek ki zamanımızı boş harcamamak, kendi iç dünyamızı ihyâ etmek ve ümmet-i Muhammedʼin derdiyle dertlenebilmek… Çünkü bütün müslümanlar birbirine zimmetli. Yalnız ferdî bir hayat yok.

Bakın bir Ramazân-ı Şerîfʼten sonra bir şehâdet, bir Ramazan bayramı oluyor. Kurban, bir fedakârlıktan sonra gelen bir bayram. Yine bitmiyor; bayramda ayrı vazifeler var. Bayramda da ictimâîleşeceğiz. Tek başımıza bir bayram namazı kılamayız. Cemaatle kılıyoruz. Birbirimizi göreceğiz, tanıyacağız, birbirimizi anlayacağız. Cenâb-ı Hak:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Kalbimiz rakikleşecek, hassaslaşacak. Kendi kendimize bayramımızı tebrik edemeyiz. “Bayramını tebrik ediyorum” diyoruz, “mübârek olsun” diyoruz. Demek bir ictimâîleşme günü olmuş oluyor.

Hac daha büyük bir ictimâîleşme. Cemaatle namaz daha küçük bir ictimâîleşme. Demek ki bizi İslâm, dâimâ ictimâîleştirecek. “Bütün kardeşlerim bana zimmetlidir” diyeceğiz…

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.