Darlıkta Sığınak Dergahlardı
Tasavvufî hayatın canlı olduğu zamanlarda tekke ve dergâhlar, âdeta bir rehabilitasyon merkezi hâline gelmiştir. İşi bozulan, âilevî sıkıntıları olan veya kendi kendine aşamadığı herhangi bir derde giriftâr olanlar, tekke ve dergâhlarda huzur bulmuşlardır.
Tarih boyunca tasavvuf, hem iktisâdî ve ictimâî rahatlık zamanlarında rehâvet, gevşeklik ve azgınlıkları engelleyerek mânevî zindeliği devam ettirmiş; hem de istilâ, işgal ve zulüm dolu zor dönemlerde bunalan gönüllere mânevî telkinleriyle nefes aldırmış; yaralı kalplere merhem, yorgun dimağlara tesellî olmuştur.
Gündüz ticârî hayatın hay huyuyla yorgun düşen esnaf, akşam dergâha devam ederek hem mânevî bir eğitim alır, hem de ticârî hayatın yorgunluğunu giderirdi. Bugün bu nevî istifâde imkânları mahdut olduğundan, tasavvufî temâyüllere yönelme hususunda her ferdin daha büyük bir şahsî gayret göstermesi îcâp etmektedir.
HZ. MEVLANA’NIN ÇAĞRISI
Gerçekten, tasavvufî hayatın canlı olduğu zamanlarda tekke ve dergâhlar, âdeta bir rehabilitasyon merkezi hâline gelmiştir. İşi bozulan, âilevî sıkıntıları olan veya kendi kendine aşamadığı herhangi bir derde giriftâr olanlar, tekke ve dergâhlarda huzur bulmuşlardır. Nitekim Hazret-i Mevlânâ’nın; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel!” çağrısı da bütün muzdariplere, çâresizlere, ümitsizlere bir kurtuluş davetidir.
DÜNTA DÜŞÜNCESİ KALPTE KARANLIKTIR
Hazret-i Osman radıyallâhu anh buyurur:
“Dünya düşüncesi (ve ihtirâsı) kalpte karanlıktır; âhiretin tefekkürü ise kalpte nurdur.”
Bütün bunlar da, tamamen nebevî bir tavırdır. Nitekim Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem herhangi bir nîmet veya zafere ulaştığında; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.”[1] buyurarak gönüllerde dünya meyli oluşmasının, yahut gurur, kibir ve enâniyete kapılmanın yolunu kapatmışlardır. Buna mukābil herhangi bir çile ve ıztırapla karşılaştıklarında da yine; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.” buyurmuş, böylece müʼmin gönülleri, fânî sıkıntılar sebebiyle ümitsizlik, şikâyet ve aşırı hüzne gark olarak rızâ hâlini zedelemekten sakındırmışlardır. Neticede ümmetine, her hâlükârda huzur, sükûn ve denge içinde kalabilmenin mânevî reçetesini vermişlerdir.
Yani insanın rûhu mâneviyattan uzaklaşırsa, varlıkta da darlıkta da bunalımlara sürüklenmekten kurtulamaz. Varlıkta insanın dizginlenmesi îcâb eder, darlıkta ise tesellîye ihtiyacı olur. Bu sebeple insanın, nebevî terbiye usullerini temel alan tasavvufî telkinlere, hem varlık hem de darlık zamanlarında ihtiyacı vardır. Zira varlık da darlık da birer imtihandır. Hattâ denilebilir ki varlığın imtihanı, darlığın imtihanından daha büyüktür. Zira varlıkta, nefsin palazlanma ihtimâline mukâbil; darlıkta, onun acziyeti sebebiyle Allâhʼa teveccüh etmek daha kolaydır. Elverir ki Allâhʼın takdîrine karşı şikâyetçi olunmasın…
İmâm Gazâlî Hazretleri buyurur:
“Asıl hüner ve âfiyet, bollukta sabretmesini bilmektir.”
Dipnotlar:
[1] Buhârî, Rikak, 1.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Müslümanın Para ile İmtihanı, Erkam Yayınları