Kur'ân'la Fâni Olmak
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...
DÂVET, KUR’ÂN’DA FÂNÎ OLMAKLA OLUR
Nasıl bir hayat tarzımızın olmasını Rabbimiz, bizim istiyor?
“(Kur’anʼla) Allâhʼa dâvet eden…” (Fussilet, 33)
Yani Kur’ânʼla yaşayacak, Kurʼânʼla yaşatacak.
يَتْلُونَ buyruluyor. (Bkz. Fâtır, 29) Tilâvet edecek, yaşayacak, yaşatacak, güç verecek, omuz verecek, Kurʼânʼda fânî olacak. Amel-i sâlihler olacak. Amel-i sâlihlerle o, bir ispat hâlinde bulunacak. Îmân takviye olacak, zirveleşecek.
“Ben müslümanlardanım, diyenden.” (Fussilet, 33) bir İslâm karakteri, İslâm şahsiyeti temsil edecek.
“Ondan kimin sözü daha doğrudur…” (Fussilet, 33) buyuruyor. Bu şekilde bir emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münker istiyor Cenâb-ı Hak bizden, dostluk için.
Yine diğer bir âyette Cenâb-ı Hak; siz yeryüzünde Allâhʼın şâhitlerisiniz, buyuruyor. Allâhʼın dînini temsil edersiniz, buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 143; el-Hac, 78)
İbadette temsil, muâmelâtta temsil, ahlâkta temsil, hayatın her safhasında temsil…
Kalp, o “ihsan” duygusunun içine girecek.
Diğer okunan, devam eden âyet-i kerîmede de bir ahlâk, yüce bir ahlâk… Kötülükle iyilik karşılaştığı zaman, kötülükle iyilik karşı karşıya geldiği zaman, sabırların hattâ zorlandığı zaman, kötülükle iyilik karşı karşıya geldiği zaman, sana kötülük yapıldığı zaman;
“…Sen, en güzel şekilde o kötülüğü önle…” (Fussilet, 34) buyruluyor. Neyle önleyeceksin: Yusuf -aleyhisselâm- gibi… Kardeşlerine nasıl ikram etti? Sonra kardeşleri ona yakından bir dost oldu. Devamlı kardeşlerine ikram etti. Kardeşleri kendisini kuyuya attılar. Öldürmeye karar vermişlerdi. Dediler; “Sen Yusufʼsun…” dediler. “Allah, seni hakikaten bizden üstün yaratmış…” dediler. (Bkz. Yûsuf, 90-91)
Yusuf -aleyhisselâm- bir fazîlet gösterdi:
“Eskileri başa kakma yok!..” (Bkz. Yûsuf, 92) dedi. Eskileri ortaya dökme yok, dedi. Ben sizi affettim, dedi. Fakat tabi Allâhʼın affetmesi lâzım. Oraya işaret etti: İstiğfâr edin, dedi. Mağfiret dileyin dedi. “…Allah, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) dedi.
Yine daha aşağılarda, yine ayrı bir fazilet sergiledi:
“…O zaman aramıza şeytan girdi…” (Yûsuf, 100) buyurdu.
Demek ki kul, güzel bir ahlâkî vasfa sahip olacak. O şekilde Rabbine güzel bir kul olacak. Tabi bu, Cenâb-ı Hak bu iş sabır işidir, buyuruyor. Yani sabırla hallolacak bir iş.
Yine muhtelif âyetler var. Muhtelif âyetlerde Cenâb-ı Hak gönül yapısını bildiriyor. Enfâl Sûresiʼnde ayrı:
“…Allah anıldığı zaman وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ : kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.
Bu kalp nasıl titreyecek? Nasıl menfi bir havâdis geldiği zaman, yahut sevinçli bir havâdis geldiği zaman hâlimiz değişiyor. Demek ki Allah anıldığı zaman hâl değişecek. وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ.
Allâhʼın âyetlerinin her biri bir tâlimat. Her biri bizim saadetimiz için. Kıssalar saâdetimiz için.
Ashâb-ı kirâm diyorlardı ki:
“Bir âyet indiği zaman biz zannederdik gökten bir sofra indi. Allâhʼın murâdı nedir?” derdik. “Nasıl biz Allâhʼın rızâsını kazanalım?” derdik.
“Akşamleyin evimize gittiğimiz zaman hanımlarımız:
«Bugün ne satıldı, ne etti, ne markalı, ne bilmem neli?» diye sormazlardı. «Şamʼdan ne kervanı geldi? Nasıl ipekler geldi?» diye sormazlardı. «Bugün hangi âyet indi, sen bana onu söyle!» derlerdi. «Bugün Allah Rasûlüʼnün fem-i muhsininden/mübârek ağzından ne gibi kelâmlar çıktı? Onu anlat!» derlerdi.”
Kocaları giderken de:
“Aman ben dünyalık bir şey istemiyorum. Bana helâl lokma getir.” derlerdi. “Çünkü dünyada ben her şeye katlanırım ama Cehennem azâbına katlanamam.” derlerdi.
Yani nasıl bir îman meydana geldi? Aynı Peygamber, bizim Peygamberimiz… Nasıl o vahşi insanlardan bir fazîletler medeniyeti meydana geldi?
Cenâb-ı Hak işte âyet-i kerîmede:
Mekkeliler… “İslâmʼa ilk giren Muhâcirler…” (et-Tevbe, 100) Bütün cefâya katlandılar. Malları gitti, her şeyleri gitti. Sırf kalplerini korumak için hepsini bedel olarak verdiler.
Medîneliler… Onlar da nasıl bir kardeşlik yaşadı? Bir taraftan münâfıklar, müşrikler, yahudiler, üç tane kıskacın içinde on sene geçti. Her inen âyete:
سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا “…İşittik ve itaat ettik…” (el-Bakara, 285) dediler, hemen tatbikâta geçtiler.
Cenâb-ı Hak bizlere:
“…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” (et-Tevbe, 100) buyuruyor, onlar gibi olmamızı istiyor.
Velhâsıl, Cenâb-ı Hakʼla dostluğa kavuşabilmek…
Yine Rabbimiz bize Müʼminûn Sûresiʼnde de, orada da; “اَفْلَحَ” buyuruyor. Kırk yerde “اَفْلَحَ” geçiyor; اَفْلَحَ, تُفْلِحُونَ, مُفْلِحُونَ … Yani felâh bulanlar. Felâh bulmak ne demek? Zorluktan sonra felâh bulunur. Hayatın bütün meşakkatlerini bertaraf ederek felâha erilir. Kırk yerde مُفْلِحُونَ, تُفْلِحُونَ geçiyor.
194 yerde “ihsân” geçiyor. Yani kul, ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olacak. İhsan sahibi olacak, ikram sahibi olacak, cömert olacak.
اَحْسِنُوا buyruluyor. (el-Bakara, 195) Bir müʼminin her işi en güzel olacak. İşi en güzel olacak, kazancı en temiz olacak. “اَحْسِنُوا” buyuruyor.
“Cenâb-ı Hak muhsinleri sever.” (el-Bakara, 195) buyruluyor.
254 yerde “takvâ” geçiyor, muhtelif kalıplarda. Kul, nefsânî arzularını bertaraf edecek, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirecek.
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Müʼminler felâh buldu.” (el-Müʼminûn, 1)
İlk defa ibadetle felâh bulacak. Çünkü ibadet bir vitamin. Rûhuna bir vitamin alacak. Nasıl, beden vitaminsiz yaşayamıyor; Cenâb-ı Hak bütün meyvelerle türlü türlü vitaminler halk etti. Mânevî vitamine de kalbin ihtiyacı var.
Namaz, ayrı bir vitamin; bir huzur-i ilâhîye çıkış. Cenâb-ı Hak insan anatomisini en güzel secde edecek şekilde yarattı ki kul, bol bol secde etsin.
Cenâb-ı Hak “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.
Kul, aynı zamanda ibadetle de ictimâîleşecek. Cemaat emrediliyor. Namazını cemaatle kılacak. Ecir çok çok artacak. İctimâîleşiyor orada.
Âmâya bile Rasûlullah Efendimiz; “Ne hâlde olursan ol, devam et mescide!” buyurdu.
Velhâsıl namaz, 99 yerde geçiyor Kur’ân-ı Kerîmʼde.
Bu “Sekar Cehennemi”ne girenlere Cennetʼe girenler sorduğu zaman, ilk onların cevabı:
“Biz namaz kılanlardan değildik, diyorlar.” (el-Müddessir, 43)
Yine Ebû Firas (Rebîa bin Kâ‘b), Efendimizʼe hep geceleri su taşırdı. Efendimiz:
“‒Dile benden ne dilersen Ebû Firas!” dedi.
Ebû Firas dedi ki:
“‒Yâ Rasûlâllah! Senʼinle Cennetʼte beraber olacağım.” dedi.
“‒Yâ Firas!” dedi. “Biraz dünyevî şey iste.” dedi.
Cennetʼte Efendimizʼin mevkii bütün peygamberlerin üzerinde. O da beraber olmak istiyor.
“‒Yok, yâ Rasûlâllah! Hiçbir şey istemiyorum. Ben, Senʼinle Cennetʼte beraber olmak istiyorum.”
“‒Ebû Firas! O zaman bana yardım et.” dedi. “Çok çok Allâhʼa secde ederek bana yardım et.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Salât, 226)
Namaz, ayrı bir vitamin.
Oruç ayrı vitamin. “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Vicdanlar temizlenecek. Vicdanlar yıkanacak oruçla. Senden aşağıdakileri düşüneceksin. Yüreğin oraya uzanacak. Merhametin artacak. Merhamet arttıkça, en başta kendine olan zulüm azalacak. Nefsânî arzuları bertaraf etmenin gayreti içinde olacak.
Zekât verecek. Zaten senin malın değil zekât. “لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ” (el-Meâric, 25; ez-Zâriyât, 19) Muhtacın malı. 32 yerde zekât geçiyor. En çok, veren el olmamız isteniyor. 21 yerde sadaka geçiyor. 72 yerde infak. Yani 125 yerde Cenâb-ı Hak, devamlı vereceksin, buyuruyor. Bedenî gücünden vereceksin, mâlî gücünden vereceksin, aklının gücünden vereceksin.
Hep bu gücü veren Cenâb-ı Hak. Ve bu güçleri Cenâb-ı Hak uğrunda kullanmanın imtihanı içindesin.
Hac ayrı. Hac, tefekkürî bir ibadet. Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-ʼın hâtıralarıyla dolu. Ot koparma yok. Avcıya avı gösterme yok. Av avlama yok. Refes yok, fısk yok, cidâl yok. (Bkz. el-Bakara, 197)
Şeytan taşlıyorsun. Sırf şeytan taşlama hacda değil. Her zaman şeytan taşlayacaksın. “اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ” diyoruz. Eğer biz şeytanı taşlayamazsak şeytan bizi taşlıyor.
İbadetler, ayrı -elhamdülillah- bir şey… Fakat bu ibadetlerde Cenâb-ı Hak bizden:
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
(“Müʼminler felâh buldu.” [el-Müʼminûn, 1])
Hemen başta bir namaz bildiriyor:
اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
“Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 2)
Nasıl huşû ile kılacağız? Bu da kalbî duruma bağlı. Kalp inkişâf edecek ki huzurla, huşû ile kılacağız.
Onun için peygamberler üç vazifeyle gönderiliyor.
Birincisi; Allâhʼın emirlerini tebliğ etmek.
İkinci vazifesi; “وَيُزَكِّيهِمْ : duyguları temizlemek”. “Lâ ilâhe” ile yanlış duygular gidecek. Duyguların putperesti olmayacak insan. Duygular yıkanacak, temizlenecek.
Cenâb-ı Hak duygularımıza göre terfi-i derecât veriyor. İbadetler, duygularımıza göre yükseliyor. Yanlış duygulardan kalp uzaklaşacak. “Kalb-i münîb” meydana gelecek. Kalp dâimâ hayra doğru gidecek.
Bunun neticesinde kalpte bir; Kitabʼın, Kur’ânʼın derinliklerine doğru bir ufuk açılacak. Eşyânın sırrî hakîkati; hikmet tecellî edecek. İşte bu kulu Cenâb-ı Hak Cennetʼe davet ediyor.
İşte peygamberlerin terbiyesi, işte ashâb-ı kirâm, evliyâullah…
Diğer bir tâlimat Cenâb-ı Hakkʼın: Bilhassa bugün bu boş lâflardan;
وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3)
İşe yaramayan şeyler. Meşgul eden şeyler. Gaflete götüren şeyler. Gaflete götüren sözler. Bunlar arttıkça kalbin kasveti artıyor.
Cenâb-ı Hak:
وَلَا تَفَرَّقُوا : (“…Parçalanıp bölünmeyin…” [Âl-i İmrân, 103]) buyuruyor, ayrılık istemiyor.
Cenâb-ı Hak:
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) diyor. Arkadan; “Kur’ân-ı Kerîmʼe sarılın” buyuruyor. “وَلَا تَفَرَّقُوا” buyuruyor, ayrılık olmamasını istiyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 103)
Yine Hucurât Sûresiʼnde:
وَلَا تَجَسَّسُوا buyuruyor. (el-Hucurât, 12) Tecessüs yok, hatâ aramak yok. Yani şahsî olarak (hatâ) aramak yok. İslâmʼa zarar veriyorsa, o ayrı…
Hasan-ı Basrî Hazretleri:
“Gıybete alışmışsan dedikoduya, o zaman bâri annene-babana dedikodu yap da sevapların annene-babana geçsin; yabancıya gitmesin.” diyor.
Yine bir Hak dostu buyuruyor ki:
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”
Nefsânî arzularını bertaraf edersen, Cenâb-ı Hakʼla beraberlik meydana geliyor. Allahʼta fânî olmak, Rasûlullahʼta fânî olmak. Nasıl ki Sakarya Karadenizʼe aktığı zaman, Karadenizʼde Sakaryaʼyı bulamazsın, artık orada akan Sakarya, Karadeniz olmuştur. İşte evliyâullah da onun için; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan…”
İnsan şahsiyeti üzerinde iki tane ağır müessir vardır, tesir vardır:
Biri: Kazandığın para sana müessirdir; helâl lokma. Eğer helâlse sana bir haz verir, ibadete güç verir, amellerini sâlih eyler. Yok eğer şeyse (haramsa) insanı nâdân eyler, gaflete dûçâr eder, abus ve alık eder ilâhî azamet karşısında.
İkincisi de: Beraberinde bulunduğun insan. O da eğer hayırlı bir insan ise seni hayra götürür. Bir inʼikâs, bir trans olacak, yani insandan bir güç çıkıyor.
Aynı hadîs-i şerîfi, aynı âyet-i kerîmeyi muhtelif kişilerden dinlersiniz; dinlediğiniz kimsenin kalbî durumuna göre tesiri artar, yahut tesiri zâyî olur. Onun için kalbî hayat çok mühim. Beraberinde bulunduğumuz insan çok mühim. Bilhassa bu zamanda.
Gazâlî Hazretleri buyuruyor ki:
“Zihnî beraberlik, kalbî beraberliğe götürür, o da helâk eder.” diyor, menfîsi. Müsbeti de saâdete götürür.
Efendimiz buyuruyor:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ : “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
YORUMLAR