Define Arayan Adamın Hikâyesi

Menkıbeler

Hazret-i Mevlânâ, anlattığı hikâyelerle insanın iç dünyasına ışık tutar. Bu hikâyede de bizler için birçok sır ve hikmet gizlidir.

Mîrasyedi bir adam vardı. Konduğu mîrâsın hepsini yedi, bitirdi; ağlayıp sızlanmaya başladı.

Zaten mîras malının vefâsı yoktur! Mîrâsı bırakan da, murâdına ermeden geçip gitmiştir; mal da ondan ayrılmış kalmıştır!

Mîrâsa konan da, o malın kadrini kıymetini bilmez! Çünkü, onu kolay buldu; ter dökmeden, çalışıp çabalamadan elde etti. O mal için, pek o kadar zahmete katlanmadı!

Ey insan! Sen de, Hakk’ın lütuf ve ihsânına mîrasçı oldun! Hak sana bu canı bedava verdi de; o yüzden canının kadrini-kıymetini bilmiyor, mîras yiyen gibi onu harcayıp duruyorsun!

O adamın da, eline geçen para gitti. Cenâb-ı Hakk’a yeniden lütuflarda bulunması için çok duâ etti. Adam bir rüya gördü; rüyasında hâtiften bir ses duydu. O ses şöyle diyordu:

“Sen, ancak Mısır’da zenginliğe konacaksın! Yürü, Mısır’a git. Allah, niyazını kabul etti. Zaten niyazları kabul eden hep O’dur! Filân yerde pek büyük bir define var! Onu elde etmek için, Mısır’a kadar gitmen gerek!”

Adam; Bağdat’tan kalktı, ta Mısır’a kadar gitti. Fakat oraya vardığında hiç azığı kalmamıştı. Halktan bir şeyler dilenmeyi; onun-bunun kapısını çalmayı düşündü. Bundan da utandı. Sabretmeye karar verdi. Derken, açlıktan yine çırpınmaya başladı. Artık dilenmekten başka çaresi kalmamıştı.

“Geceleyin yavaş yavaş çıkar, dilenirim!” diye düşündü. “Karanlıkta gördüğümü seçemem. Böylece, dilenmekten utanmam!”

Böyle düşünerek geceleyin çıktı, mahalleye daldı. Yine dilenip dilenmemek husûsunda tereddüt hâlinde sokaklarda dolaşırken bekçi onu yakaladı. Açlıktan kıvranan zavallıyı dövmeye başladı. Çünkü son zamanlarda mahalleye bir hırsız dadanmıştı. Bekçi onu hırsız sanmıştı.

O fakir adam;

“Vurma da, hâlimi dosdoğru söyleyeyim!” diye feryâda başladı.

Bekçi;

“İşte sana mühlet verdim!” dedi. “Haydi söyle; gece vakti ne diye dışarı çıktın? Anlat bakalım! Belli ki sen; buralı değilsin! Doğru söyle; sen buraya ne yapmaya geldin?”

Zavallı garip, yeminler ederek dedi ki:

“Ben ne hırsızım, ne de soyguncu! Ben, Mısır’ın garibiyim; Ben, Bağdatlıyım!”

Garip adam, bekçiye rüyasını ve o define meselesini anlattı. Bekçi; onun doğru söylediğine inandı, gönlü rahatladı. Fakat bir rüya peşinde buralara gelmesine şaşırdı. Ona dedi ki:

“Sen; ne bir hırsızsın, ne de kötü adamsın! Sen; iyi adamsın ama, saf ve ahmak bir kişisin! Çünkü; bir hayal peşinde koşuyor, bir rüyaya kanıyorsun.

Ben de, defalarca rüya gördüm. Bana da;

“Bağdat’ta bir define var!” der dururlar. Bağdat’ın filân tarafında, filân sokağında gömülü bir defineden bahsederler. Hem de bu rüyayı kaç kere gördüm. Fakat hiç de kalkıp Bağdat’a gitmeyi düşünmedim. Deli miyim, bir rüya gördüm diye gurbete düşeyim?!.”

Adamcağız şaşırdı kaldı. Çünkü bekçinin rüyasında gördüğü ve söylediği mahalle; Bağdatlı garibin mahallesi idi, onun sokağı idi.

Bağdatlı garip bu sözleri duyunca, önce şaşırdı, sonra düşündü;

“Demek ki define, benim kendi evimde imiş. Bu böyle olunca; ben neden kendi yurdumda fakir düşmüşüm, yoksulluktan feryat etmişim?” diye hayıflandı, kendi kendine kızdı.

“Meğer ben; definenin başında yoksulluk çekermişim de haberim yokmuş! Ne kadar gafilmişim!..”

Bu müjdeli haberden âdetâ mest oldu; üzüntüsü, derdi kalmadı. Yediği sopaların acısını unuttu da içinden Allâh’a şükretti.

“Rızkım; çektiğim üzüntülere, yollarda uğradığım sıkıntılara, şimdi de şu bekçiden yediğim sopalara bağlı imiş! Âb-ı hayat benim kendi evimde imiş, haberim yok!

Ey ulu er! Sen bana; «Dertli!» de; «Aptal!» de! Ben; sence, senin önünde dertliyim, zavallıyım ama, ben kendi kendime hoşum, mutluyum!”

YOLCULUKTAN ÇIKARILAN DERSLER

Adam; Cenâb-ı Hakk’a secdeler ederek, rükûa vararak, senâlarda, şükürlerde bulunarak Mısır’dan kalktı, Bağdat’a döndü.

Diyordu ki:

“Bu ne hikmettir ki, isteklerim beni deli bir arzuya düşürerek evimden uzaklara sevk etti; yolumu kaybettim; fakat, ümitli idim!

Şaşkınlığımdan, koşa koşa sapıklık yoluna düştüm. Meğer; her an dileğimden biraz daha uzaklaşıyormuşum!

Sonradan, yine Cenâb-ı Hak; o şaşırmayı keremiyle lütuf hâline getirdi de, doğru yolu bulmamı ve işin içinden kârlı çıkmamı sağladı!

O, öyle sonsuz lütuf sahibidir ki, sapıklığı îman yolu yapar; eğri gidişi, ihsan ekininin devşirme zamanı kılar!

Böylece de, hiçbir ihsan sahibinin korkudan emin olmamasını, hiçbir hâinin de ümitsiz kalmamasını, recâdan el çekmemesini sağlar!

Kendisine; «Gizli lütuf sahibi!» densin diye; o gözlere görünmeyen büyük varlık, zehrin kalıbına panzehir yerleştirir!

O kerem sahibi, namazda gizlenmiştir; gönül namazı kılan, kendini tamamıyla Allâh’a veren kuluna lütuf ve ikramda bulunur! O’nun affı ve mağfireti günaha şeref elbisesi giydirir de; böylece o günahı affedilmeye, ihsâna ve kurtuluşa vesile eyler, sebep kılar!

Hakk’ı inkâr edenler; güvenilir, üstün îmanlı kişileri, yani peygamberleri küçük düşürmeye uğraştılar, onları aşağılamaya çalıştılar. Fakat onların bu gayretleri, küçük düşürmek istedikleri kişileri yüceltti; onlar mûcizelerin belirlenmesine sebep oldular!

Gizli lütuf ona derler ki: «Cenâb-ı Hak sana ateş gösterir; hâlbuki o nurdur!»”

MAHRUMİYET TÂLİMİ

Hikâyede mîrasyedi bir adamın fakirleşmesi, daha sonra kendi sokağındaki hazinenin farkına büyük zahmetlerle varması anlatılır. Mîras gibi hazır kazancın kıymetini bilmeyen insan, zahmetle elde ettiği şeyin değerini anlar. Eğer o hâlinde o defineyi bulsaydı, o da mîras gibi tükenip gidecekti. Yani kıssada; Cenâb-ı Hak o kişiye asıl, kanaat hazinesini kazandırmış oldu.

Kıssadaki adam ihtirasın getirdiği felâket ve faciayı gördü. Sopa yedi, aç kaldı. Eziyetlere uğradı. Eli de sonunda boş çıktı. Dünyaya hırsın âkıbeti budur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, 137. Sayı, Temmuz 2016