Derdinize Derman Arıyorsanız, Okuyun!

Varlıklı bir ailenin kızı olan Müge'nin ailesi aniden gelen iflas ve hacizle yepyeni bir hayata başlamak zorunda kalır. Tamamen maddi çıkarlara dayanan arkadaş çevresinden kopan Müge yeniden başlamak zorunda kaldığı hayatından bir çıkış arar. Daha önce ziyaret etmediği komşusu İffet Anne'nin kapısını çalar. Saliha bir kadın olan İffet Anne'nin nasihatleri Müge ve onun gibi maddi ve manevi dertleri olan herkese çare olacaktır.

Günümüzde maddi olarak ilerlememize rağmen toplumda psikolojik sorunlar artmaktadır. Çocuklara verilen tek yönlü maddi eğitim ilerleyen zamanlarda kişilerin maneviyattan yoksun bir birey haline gelmesine yol açmakta bu da toplumda kapanmaz yaralara neden olmaktadır. Okuyacağınız bu hikayede insanın başına gelen sorunlar karşısında nasıl davranması gerektiğini ve dosta vefanın önemini idrak edeceksiniz.

Müge, İffet Anne’nin karşısında kendisini önce biraz garip hissetti. Ancak İffet Anne’nin içten ve sıcak karşılaması, biraz da olsa rahatlamasını sağlamıştı. Yine de biraz çekingen bir edâyla ve mırıldanırcasına:

“–Hoş bulduk, hanım teyze...” dedi. İffet Anne, Müge’deki tedirginlik hâlini sezmişti. Hemen buyur etti:

“–İçeri gel güzel kızım… Ben de yenice çay demlemiş, belki bir misafirim gelir, diye ümit ediyordum. Nasibin varmış…”

Müge üstündeki çekingenliği hâlâ tam olarak atamamıştı. Bir çocuk acemiliğiyle ayakkabılarını çıkardı ve çekingen adımlarla içeriye doğru yöneldi. İffet Anne’nin evi, fizikî yapısı itibariyle Müge’nin ailesiyle birkaç gün önce terk etmek zorunda kaldıkları eve benziyordu. Ancak sahip olduğu atmosfer tamamen farklıydı. İffet Anne’nin kendisini buyur ettiği salona girerken burnuna mis gibi bir gül kokusu doldu. Salonda sadelikle birlikte göze çok hoş gelen bir düzen hâkimdi. Gereksiz sayılacak bir eşya kalabalığı yoktu. Ortalıkta televizyon falan da görünmüyordu.

Oysa birkaç gün öncesine kadar kendi oturdukları evde salonun en baş köşesi dev ekranlı bir televizyona ayrılmıştı. Ancak o da şimdi diğer bütün eşyalarla birlikte haciz sebebiyle ellerinden alınmıştı.

Müge alışkın olmadığı bu ortamda yabancılık hâliyle karışık bir huzur duygusu içinde hissetti kendini. Duvarlarda intizamla yerleştirilmiş birbirinden güzel hat ve ebrû tabloları ilk bakışta gözü okşuyordu. Bu güzel tabloları görünce kendi evlerinin duvarlarında asılı duran, bazısı bunalım kokan iğreti çizgilerden oluşan bazısı da gayet müstehcen olan tablolar geldi aklına. Bir anlık bu zihnî mukâyeseden utanır gibi oldu. Yüzü kızardı hafiften…

Salonun bir köşesinde devamlı serili durduğu her hâlinden belli olan bir seccade vardı. Müge bu seccadeyi görünce, birkaç sene önce kendi evlerinde yaşadıkları bir hâdiseyi hatırladı. Annesinin akrabalarından bir hanım misafirliğe gelmişti. Tesettürlüydü… Namaz vakti geldiğinde ise, seccâde istemişti annesinden. Annesi bu istek karşısında ilk önce afallamıştı. Çünkü o güne kadar evlerinde hiç kimse namaz kılmamış, Allâh’a secde etmemişti. Hâliyle seccâdeye de ihtiyaç duyulmamıştı. Neyse ki misafire mahcup olmamak için zor bela eski çeyiz sandığının diplerinden, yer yer sararmış bir seccâde bulunup çıkarılmış ve misafir hanımın eline verilmişti. Ancak bu sefer de kıble hususu, mesele olmuştu. Annesi; “Herhâlde şöyle olmalı, yok yok böyle galiba…” diye tereddüt edince, misafir kadın, pencereden en yakın caminin minaresine bakarak kıbleyi kendisi tayin etmek zorunda kalmıştı.

İffet Anne’nin salonunda göze çarpan bir diğer unsur da kitaplardı. Bir duvar, boydan boya, taşıdığı kitap yüküyle yer yer belini eğmiş raflardan oluşan eski, fakat intizamlı bir kitaplıktan ibaretti. Müge’lerin evlerinde de kitaplıkları vardı. Lâkin içki dolaplarıyla süs vitrinleri, kitaplıklarından daha fazla yer kaplıyordu. Kitaplık da zaten büyük ölçüde gazetelerin vaktiyle vermiş olduğu ansiklopedilerden ve diğer promosyon kitapçıklardan oluşmaktaydı. Oysa İffet Anne’nin kitaplığı oldukça zengin bir kitap çeşitliliğine sahipti. Okuma masasının üstünde de Kur’ân-ı Kerîm ve bir tanesinin sayfaları açık duran birkaç kitap daha bulunmaktaydı.

HİZMET ETMEK EV SAHİBİNİN EN BÜYÜK ŞEREFİ

Müge, İffet Anne’nin göstermiş olduğu kanepeye otururken ortada bulunan sehpanın üzerindeki çay tepsisi dikkatini çekti. Tepside iki adet çay bardağı hazırlanmıştı. Sanki İffet Anne, Müge’yi bekliyordu. Müge bir an böyle düşünmekle birlikte sonra kendi kendine: “Aman canım tesadüf işte… Hem belki kadıncağızın âdetidir böyle hazırda birkaç tane çay bardağı tutmak…” dedi. İffet Anne mutfağa giderek çaydanlığı getirdi. Müge yaşlı kadının kendisine hizmet ettiğini görünce çaydanlığı onun elinden almak için yerinden kalkacak oldu. Fakat İffet Anne gülümseyerek o gönül okşayıcı sesiyle buna mâni oldu:

“– Sen otur kızım, misafire hizmet ve ikram etmenin ecrini çok görme bana. Hizmet etmek, ev sahibinin hem vazifesi, hem de en büyük şerefidir.”

Sonra besmele çekerek çayları doldurdu ve Müge’nin karşısındaki koltuğa oturdu. Müge’nin söze başlamaktaki çekingenliğini sezdiğinden, ilk olarak kendisi sordu:

“–Nasılsın hanım kızım?”

Müge bu soru karşısında içinde bulunduğu hâli düşündü. Nasıldı? Aslında hiç iyi sayılmazdı. Cevabı da buna göreydi:

“–Mahvoldum İffet Anne! Açıkçası berbat bir durumdayım. Haberiniz var belki, babam iflâs etti. Bütün hayatımız alt üst oldu. Utancımdan kaç gündür arkadaşlarımın yanına bile uğrayamıyorum. Çünkü biliyorum ki, arkadaşlarımın bir kısmı acıyan gözlerle beni süzecek. Önceden beri beni kıskanan bazı arkadaşlarım da içine düşmüş olduğum sefâlete içten içe sevinecek. Acıma numaraları yaparak üstü kapalı bir şekilde benimle dalga geçenler olacak…

Artık markalı kıyafetler alıp giyemeyeceğim. Oysa bizim arkadaş çevremizde, giydiğin kıyafetin markasına göre itibar görürsün… Açıkçası şöyle bir düşünüyorum da, böyle bir durumda arkadaşım diyebileceğim -Şebnem hariç- hiç kimse gelmiyor aklıma. Cep telefonuma her gün onlarca mesaj ve arama gelirdi. Ama iflâs ettiğimiz günden bu yana bir tek kişi bile arayıp hâlimi hatırımı sormadı. Hattâ kendisinden tesellî beklediğim nişanlım da bir zarfın içinde yüzüğümü geri gönderdi. Geleceğe ait bütün hayallerim suya düştü. Kendimi aşağılanmış, bir kenara itilmiş, kaldırım kenarlarında çiğnenmiş çiçekler gibi hissediyorum. Dün gece intihar etmeyi bile düşündüm. Artık her şey o kadar anlamsız ki!..”

BULUNDUĞUN DURUM SENİ EBEDİ SIHHATE KAVUŞTURACAK BİR LÜTUF OLABİLİR

İffet Anne, Müge’nin içinde bulunduğu durumdan haberdardı. Söze başladı:

“–Kızım, içinde bulunduğun durumu tahmin edebd biliyorum. Sen aslında mahvolmadın, bilâkis mahvolmaktan kurtuldun. Sen narkoze olmuş bir insan gibi farkında olmadan uçurumların civarında, girdapların etrafında dolaşıyordun. Nefsinin esâreti ve kahkahaların çılgınlığı içindeydin. Fakat senin kimbilir hangi güzel hâlin dolayısıyla Allah sana merhamet etti. Şu an senin eski hayatına neşter vuran hâdise, şimdi acı verse de neticede seni ebedî sıhhate kavuşturacak bir ilâhî lütuf olabilir. Tıpkı ameliyat olup sıhhate kavuşan bir hasta gibi…

Bir de şu pencereden bak hâdiseye:

O arkadaşların senin gerçek anlamda arkadaşın olsa, böyle bir durumda seni yalnız bırakmazlardı. Sen böylece onlarla arandaki yakınlığın dostluk değil tamamen bir menfaat ilişkisi olduğunu görmüş oldun. Buna bence o kadar fazla üzülme. Bir yanlışın farkına varmamak neden bu kadar üzüyor ki seni? Şimdiden sonra vefâ sahibi gerçek dostlar kazanmanın yoluna bak…

Yaşadığın buhrana gelince: Bunun sebebi sence nedir? Hiç uzun uzadıya düşündün mü? Bu buhranların sebebi -belki biraz garip gelecek ama- kesinlikle babanın iflâs etmesi ve eski zenginliğinizi kaybetmeniz değil. Sahip olduklarının birer birer elinden çıkması hiç değil… Peki ya ne?”

İffet Anne, sözünün bu noktasında bir müddet sustu. Müge’nin herhangi bir cevap vermese de bu soru üzerinde üç-beş saniye olsun düşünmesini istiyordu. Müge bu beklemediği soru karşısında, bir an şaşırdı. Nasıl yani? Her şeyin sebebi, basbayağı babasının yaşadığı iflâstı. Başka ne olabilirdi ki?

DÜNYA MALINA AŞIRI SEVGİ BESLEME

İffet Anne sözlerine şöyle devam etti:

“–Bunalımlarının gerçek sebebi, dünya malına karşı kalbinde beslediğin aşırı muhabbet ve bağlılıktan ibâret… Evet, sadece budur gerçek sebep. Eğer bütün umutlarını sahip olduğun maddî zenginliğe bağlamış ve elindeki mal-mülkle mağrur hâle düşmüşsen, onlar elinden alındığında da derin bir boşluğa ve yalnızlığa düşmen ve tenhalarda kalman kaçınılmaz."

Oysa bir de şöyle düşün:

Biz bu dünyaya gelirken üzerimizde bir parça bez bile yoktu. Midemiz de bomboştu. Ama Allah Teâlâ bizi hayat sahasına düştüğümüz ilk andan itibaren rızıklandırmaya başladı. Doğar doğmaz bizim için, bünyemize ve o anki ihtiyacımıza en mükemmel sûrette karşılık veren bir gıda olarak anne sütünü yarattı. O günden beri de rızıklandırmaya devam etmektedir. Yani sahip olduğumuzu sandığımız her şey, aslında Allâh’ın lutfuyla bahşedilmiş nîmetlerden ibaret. Gerçek sahibi, onları istediği zaman geri alma hakkına ve kudretine sahiptir. Bu sebeple mala, mülke îtimad etmeyip onun gerçek sahibine, yani sadece Allâh’a tevekkül etmemiz ve o yüce kudrete teslim olmamız şarttır.

Bil ki, Allah kulunu zâyî etmez… Biz, gerek zenginlikte gerek fakirlikte, gerek sağlıkta gerek hastalıkta, her hâlükârda O’na karşı tevekkül ve teslimiyet hisleriyle dolu olmalı, O’nun bizim için takdir ettiği her şeye boyun bükmeliyiz.

Görmez misin bir çocuk, korkulu bir hengâmede anne babasına nasıl da yapışır? Peki ya biz? Biz, ilâhî kudrete ne kadar teslimiyet hâlindeyiz?! İşte bunu başarabilirsek, hiçbir dünyevî sıkıntı bizi sarsamaz. Kadere isyan ile elimize geçecek tek şey, hüsrandır. Çıkmaz sokaklarda yol aramaktır.”

TEDBİRLERİN BİTTİĞİ NOKTADA NE YAPMALI?

İffet Anne, bu sözleri söyledikten sonra oturduğu yerden doğrularak okuma masasına yöneldi. Açık duran kitabın üstündeki bir not kâğıdını aldı ve tekrar koltuğuna oturarak şöyle dedi:

“–Sen gelmeden önce Mesnevî isimli şu kitabı okuyordum. Tam da tevekkül hakkındaki bir pasajı yeni bitirmiş ve bir kısmını da bu kâğıda not etmiştim. İzninle onu okuyayım sana:

«Kaderden sakınmakta perişan olmak, kötülüklere uğramak vardır. Yürü, tevekkül et; çünkü tevekkül, işlerin en iyisidir. Kazâ ve kaderle pençeleşme ki, kazâ ve kader de seninle pençeleşmesin, kavgaya tutuşmasın. Allâh’ın hükmüne ve takdîrine karşı ölü gibi olman gerekir ki, sabahın Rabbi olan Allâh’tan bir kahır yarası almayasın. Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Tevvekkül ise, tedbirlerin bittiği noktada Rabbine sığınmaktır. Hakk’a teslim olmaktan daha hoş ne vardır ki?!»

Tevekkül, insandaki rûhî mukâvemeti artıran en büyük haslettir. Bu haslete sahip olan bir kişi, değil intiharı düşünmek, içinde bulunduğu hâlden en ufak bir şekilde şikâyet dahî edemez.

Sen bir de intihar etmekten bahsettin. Bu şekilde yaşadığın sıkıntılardan kurtulabileceğini sanıyorsun. Ama unutma ki, intihar bir insanın uğrayabileceği en büyük ziyandır. Kişinin kendisini ebedî hüsrana hapsetmesidir. Çünkü sahip olduğumuz her şey, Allâh’ın bize bir emânetidir. Biz bu emânetleri korumak ve O’nun istediği yönde değerlendirip kullanmak durumundayız.

En önemli ve kıymetli emânet de can emânetidir. Can emânetini Allâh’ın emrine isyan ile almak, yani kendi öz canımıza kastetmek, büyük bir günahtır. İntihar, dönüşü olmayan tek yoldur; işlendikten sonra tevbe etmesi mümkün olmayan tek günahtır.”

Müge, solgun ve buğulu bakışlarını pencereden dışarıya çevirerek:

“–Günahtan bahsediyorsun İffet Anne… Ben bu kelimeleri çok fazla duymuş birisi değilim. Annem, babam bana sevap nedir, günah nedir, öğretmedi. Oysa küçüklüğümden beri beni çok severler. Bir dediğimin iki edildiğini hatırlamam. Benim bütün istediklerimi yaptılar şu ana dek… Bütün arzularımı, tatminkâr bir şekilde yaşadım. Ama anamın babamın bana bu yanlış davranışı şimdi pahalıya mâl oluyor. Bundan sonra ise hayat çok farklı olacak sanırım. Çünkü, bütün hayat şartlarım değişti ve şu son birkaç gündür de kimseden vefânın kırıntısını bile göremedim!” diye mırıldandı.

İNSANIN İKİ AÇLIĞI DA DOYURULMALI

İffet Anne şefkat dolu bakışlarla şöyle dedi:

“–Kızım, şu güne kadar anne ve baban sana olan sevgileri sebebiyle bütün maddî ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamış olabilir. Ancak, anladığım kadarıyla onlar senin en fazla ihtiyaç duyduğun mâneviyâtı, gafletlerinden dolayı fark edememişler. İnsanoğlu, hem maddî, hem de mânevî yönlere sahip bir varlıktır. Bu sebepten onun, maddî yapısını doyuracak gıdalara olduğu kadar mânevî yapısını doyuracak gıdalara da ihtiyacı vardır.

Her iki açlık da doyurulmalı ve bedenimizle rûhânî hayatımız âhenk içinde olmalıdır. Bu da gerçek mânâda dinî ve ahlâkî eğitimle olur. Allâh’a olan inancımız ve bu inanca uygun bir hayat, hem bizim varlığımıza anlam kazandırır, hem de hayatta karşılaşmış olduğumuz zorluklara karşı mukâvemetimizi artırır.

Sonra kızım, sakın ola arkadaşsız kaldığını da düşünme. Bak senin Şebnem gibi vefâkâr ve sana hiçbir zaman küsmemiş olan bir arkadaşın var. Onun vefâsı sana yeter.

Unutma ki; Vefâkârlık, insanoğlunun en çok muhtaç olduğu vazgeçilmez bir haslettir. Ne kadar zor da olsa elde edilmeli ve yaşatılmalıdır. O kaybolduğu zaman gönüller mahzun olur, kimsesiz kalır, harabeye döner.

Bunun için ilk vefâ, Cenâb-ı Hakk’adır. Çünkü bizi yaratan O’dur. Mal-mülk O’na aittir. O’ndan geldik, O’na döneceğiz. O’na vefâlı olan, sâlih kullar arasına dâhil olur.

DOSTA VEFALI OL

Vefâ bahsinde Mehmed Âkif merhumun şu hatırasını da anlatmadan geçemeyeceğim:

 Mehmed Âkif, kızının nikâh akdine çok sevdiği ahbâbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi davet etmiş.

Yaşlı hocaefendi bu davete biraz geç gelmiş ve gecikme sebebi olarak da Vefâ Yokuşu’ndan çıkışının biraz vakit aldığını söylemiş. Merhum Âkif de bu yerinde mâzereti, yerinde bir hakîkatle mezcederek mütebessim ve mânidar şekilde şöyle cevaplamış:

«–Hangi Vefâ Yokuşu’ndan bahsediyorsun hocaefendi? Şimdiki nesil, o yokuşu çoktan düzledi.»

Âkif merhum, bugünkü toplumumuzu görse, kimbilir nasıl feryat ederdi. Bugün insanlar, izleri silinmiş, unutulmaya yüz tutmuş iyilikleri, nefsânî arzularının galebesi sebebiyle hatırına bile getirmemekte ve ekseriyetle vefâ kelimesi, âdeta ve sırf İstanbul’da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.

Bahçelere bekçilik için konulan köpekler dahî vefâkârlığına göre itibar kazanır. Yani bir hayvanda bile asâlet aranır. Hazret-i Mevlânâ bu hususta ne güzel buyurur:

«Vefâ, köpekler için bile bir değerdir. Vefâsızlık, köpekler için dahî bir leke ve ayıp olduğu hâlde, sen nasıl oluyor da bir insan olarak vefâsızlık gösterebiliyorsun!.. »

Bir de şöyle bir hâdise anlatılır:

Hazret-i Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi’yi hastalığı sebebiyle ziyarete gitmiş. Talebeleri ve dostları, sokağın başında ve sonunda ihtiram hâlinde bekliyorlarmış.

Dar bir yerden de bir köpek geliyormuş. Mevlânâ’nın talebelerinden biri telâşla o köpeğe vurup uzaklaştırmış. Bunun üzerine Mevlânâ o talebesine:

“–Evlâdım!.. Çelebi’nin mahallesinin köpeğine mi vuruyorsun?” diye sitem etmiş. Bu hâdise, hem Mevlânâ’nın hayvanlara olan şefkatini göstermekte, hem de dostlarına olan sevgi, vefâ ve bağlılığının derecesine işaret etmektedir. Zîrâ kişi, dostuyla herhangi bir şekilde yakınlığı olan her şeye, velev ki mahallesinin köpeğine bile olsa, vefâ gösterilmelidir. Çünkü vefâ, muhabbetin aynasıdır.

Hazret-i Mevlânâ vefâsızlardan uzak olmanın zarûretini de şöyle ifade eder:

«Vefâsızlara gitme!.. Onlar yıkık birer köprüdür. »

Vefâ, İslâm’ın şiarlarından biri ve belki de en esaslısıdır. Zîrâ vefâ, ahde riâyet, yapılan bir iyiliğe sadâkat göstererek onu unutmamaktır. Minnettarlıktır, sadâkattir. Vefânın en güzel örneklerini, dînimiz İslâm’da buluruz.

Peygamber Efendimiz, vefât eden Hatice Annemizin akrabalarına bile çok ihtimam gösterirdi. Bir kurban kesse, Hatice Annemizin akrabalarına da mutlaka et gönderirdi. Vefâ, ince ruhlu, hassas, rikkat sahibi kalplerin hasletidir.”

İffet Anne, bu minvalde Müge’yle bir hayli konuştu. Ona, gönlündeki buhranların hakikî çarelerini göstermeye çalıştı.

Müge, İffet Anne’nin yanından ayrıldığında üzerindeki dağ gibi ıztıraplar âdeta kalkmıştı. Kuş gibi hafiflemişti. Uçarcasına evine doğru giderken kendi kendine sitem etmekteydi:

“Yıllarca aynı apartmanda İffet Anne’den yazık ki boşuna uzak yaşamışım…”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Damladan Deryaya, Erkam Yayınları, 2008

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.