Dervişliğin Kapısı
Olmanın, dervişliğin, insanlığın kapısı da şüphesiz ki Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dan geçer. Unutmamalı ki O’na varmayan menzilden Hakk’a varılmaz. O’na meclup olmayan kalple, O’na teslim olmayan başla hiçbir yere/şeye erilmez.
Müslüman olmak, mümin olmak, ahlaklı olmak, adam olmak, derviş olmak... Bu minvaldeki bütün sıfatların yanında olmazsa olmaz şey hiç şüphesiz ki “olmak” denen şeyin bizzat kendisidir. Birtakım ulvi ve uhrevi sıfatlarla muttasıf olmak gayesiyle girişilen ve esasında hüsnüniyet yatan bütün gayretler, en temelde yine nefsten azade olmayıp onu paylamaya elverişlidirler.
MODERN İNSANIN EN ÖNEMLİ SORUNU
Hem bu zamanın içinde hem de hassaten benlik dehlizinde kaybolmuş araf nesli olarak “modern insanın” en ehemmiyetli meselesi şüphesiz ki nefsi ile yaşadığı çetin mücadeledir. Nefs ile giriştiği mücadelede, insanın bu devir ve hayat içerisindeki serencamı üstün sıfatlara sahip olmaklıktan da öte “olmaya” çalışmaktır. Hakikatte “olmadıkları halde” sadece Müslüman, mümin, ahlaklı, derviş, mürit vs. gibi sıfatlarla anılmak arzusu, ne yazık ki insanı bâtından ziyade harice, derundan ziyade taşraya meclup kılar. Halbuki bu sıfatlarla mevsuf olmak lüzumu, insanı o kelimelerin hakikatine erdirecek olan “olgunluk” ve “olmuşluk” ile alakalıdır. Esas mesele sureti put etmekten ise, manaya (hakikate) boyun eğmektir. Ancak o vakit, Müslüman olmak, derviş olmak “laftan” öteye geçer. Ancak o zaman bu sıfatların sahipleri temsil davasına layık olurlar. Öyle ya, Yunus’un (k.s.) dediği gibi;
Dövene elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek,
Sen derviş olamazsın!
DİLİNE GELEN GÖNLÜNDE DE OLA
İddia, sahibini tam da iddialı olduğu yerden yakalarmış. Er olana gerek ki münafıklar gibi dillerindeki hoş sözler sadırlarına/gönüllerine inmeden kuru laf tekrar etmeye. Diline gelen gönlünde de olan ola!
Müslümanların, halihazırda idrak ettiğimiz şu modern/post-modern dünyanın “hakikatsizlik” ve “nihilizm” çukuruna düşmeden Müslüman kalması ve hakikaten Müslüman olması için zahirlerinden evvel batınlarını, taklitlerden evvel esasları dert edinmeleri gerek. Sözden çok hale bakmalı, yapmaya, dahası ihlasla yapmaya çalışmalı. Müslüman özünde dertli adamdır (âdem=insan=er). Tıpkı Merhum Üstad Necip Fazıl’ın dizelerinde haykırdığı gibi;
Yaşamak zor, ölmek zor, erişmekse zor mu zor?
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
KAPIYI ÇALMAKTAN GERİ DURMA
Dert sahibi olmak her şeyden evvel farkındalık ister. İnsan, üç günlük dünyada bedeni, şehevi ve maddi dertlerin keşmekeşi içinde ruhunun ve kalbinin iniltisini, çilesini duyacak ki, görecek ki dert sahibi olsun. Bu da en temelde bir nasip işidir. Talebe değil, ihsana bağlıdır. İnsana düşen ise ihsana “bahane” olacak say u gayrete, sebeplere sarılmak, kapıyı biteviye çalmaktır. Eskilerin tabiriyle Allah, “baha” Allah’ı değil, “bahane” Allah’ıdır. Kulunun hayrı için, affı için, menziline varması, maksudunda erişmesi için bahane arar. Öyleyse kapıyı çalmaktan geri durmamalı! Atıf Efendi’nin kavli üzere;
Gelirsen demezler gelme dön geri
Kapıdan savmazlar alırlar seni
Müslüman hem ilme hem de irfana talip olmalı, Hakk’ın rızasını ve cemalini arzu etmelidir. Bu hayat eriyen bir buz timsalidir. Sermaye erimekte, vakit geçmekte, dünya durağından tren kalkmaktadır. Modern/post-modern insan, dünyanın haz ve lezzetine aldanıp, dalarken, dinin en esaslı tarafını ıskalamakta, nefsinin peşinde giderek, hakikatine ermeden sadece psikolojik tatmin maksadıyla bazı mukallitliklere sarılarak felaha kavuşacağını sanmaktadır. Oysa İslam, sadece birtakım mükellefiyetler, yasaklar, emirler/buyruklar ve cezalardan ibaret, kalbî ve ruhî tarafı budanmış, mekanik-hukukî bir kurallar bütünü değildir.
ARİF OLAN İŞARET KÂFİDİR
Derunda muhabbet, his, aşk, kalbî ve ruhî itminan olmadan “rasyonalize” edilmiş bir “modern din tasavvuru” ile hakikat şehrine varılmaz. Her doğan güneş gurûb etmiş, batmıştır. Dünya sathına ayağı değen her insanın güneşi de gurûba doğru seyir izlemektedir. Gelip geçen ömür, eriyen buz misali tükenen sermaye insanın hüsranını anlaması için kafidir. “el ârifu yekfîhu’l işâre: Arif olana işaret kafidir.”
Aczini ve fakrını itiraf edip, kibirden yüz çevirmek ve akabinde bir hakikat erinin, bir pirin eteğini tutmak lazımdır. Ruhî ve kalbî kemâlâtı talim etmek için bir ustanın, bir üstadın eşiğine yüz sürmek, boyun eğmek lazımdır. Nasıl ki kula teşekkür etmeyen, Allaha şükredemez. Nefsine baş kaldırıp, Allah erlerine boyun eğmeyen de Rabbi’ne boynunu eğemez, teslim olamaz. Allah’a boynu eğmeyen ve ona kulluk etmeyenin rabbi de ancak nefsi olur.
Terbiye için bir mürebbi, bir üstad lazımdır. Değil mi ki insan henüz dünyaya geldiğinde istidadı varken konuşmayı ve yürümeyi dahi başkalarından öğrenir, talim eder. İnsan manevi bir yola koyulduğunda da tıpkı doğumu akabindeki gibi emekleme vaziyetindedir. Talime, eğitilmeye, eğilmeye mecburdur. Yol, yolun kendisi adamı terbiye edeceği gibi, yolun evvelki yolcuları, tecrübe sahipleri de insanı yetiştirir. Yol gösterici olmadan varılacak son ise “kaybolmak”tan başka bir netice vermez;
Evliyâya uğramaz ise yolun
Göçdü kervân kaldık dağlar başında
Dervişlik, aşıklık iddiasıdır. Aşık için maşuka kavuşmak gayelerin gayesidir (gaye-i kusvâ). Hasretten çekilen ah u vahlar, vuslat ve halveti beklemek aşıklığın/dervişliğin şanındandır. Bu hal üzere olanlar, “olmuş” olanlardır. Bunlara da hakikatiyle “insan” denir. Aşıklar ölmez, olur; Ölen hayvan imiş, Aşıklar ölmez!
DERVİŞLİĞİN KAPISI
Bu dünyada “ol”mayan, öte tarafta da “olmamış” muamelesi görür. Burada manen kör olanlar, öte tarafta da kör olacaktır. Olmanın, dervişliğin, insanlığın kapısı da şüphesiz ki Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dan geçer. Unutmamalı ki O’na varmayan menzilden Hakk’a varılmaz. O’na meclup olmayan kalple, O’na teslim olmayan başla hiçbir yere/şeye erilmez.
Elbette aşk bedel ister. Ruhî ve kalbî kemâlâtın bedeli de sevdiğinin haliyle hallenmek, onun derdiyle dertlenmektir.
Kıyamazsan bâş ü câna uzak dur girme meydâna
Bu meydânda nice başlar kesilir hiç soran olmaz
Seyyid Nizamoğlu Seyfullah
Kaynak: Muhammed Mahmut Bakır, Altınoluk Dergisi, Sayı: 453
YORUMLAR