Dikkat, Savruluyoruz!
Ülkemizde son yıllarda bir savruluş var. Erkekler de hanımlardan geri kalmadı, bu savruluşta… Şu durumda usanmadan tebliğ etmeli; muhatabımızın aklına ve gönlüne hitap edecek yollar bulmalı, ümidimizi kesip kendi hâllerine bırakarak onları şeytanın ve nefsin eline terk etmemelidir.
Son yirmi yıldır ülkemizde İslâm’ın hükümlerini yaşamak için birçok alanda, devlet eliyle büyük kolaylıklara imza atıldı. Başörtülü okuma ve çalışma imkânları sonuna kadar sağlandı. Hepimiz bu imkânların sağlanması ile şöyle düşündük: Çocuklarımız anaokulundan üniversiteye kadar istediği gibi din eğitimi alabilecek ve bizden sonraki nesil, bize ve ninelerimize nazaran daha dindar, daha ihlâslı olacaklar! Ülkemizin her yerinde müslümanlar, daha etkili ve donanımlı hâle gelecekler, müslümanların ve dolayısıyla İslâm’ın yüzü daha fazla gülecek! Ama evdeki hesap, çarşıya uymadı maalesef!
Son yıllarda başörtüsü dâvâsı yüzünden okullardan atılan annelerin kızları, başörtülerini açmaya başladı. Namaz kılan birçok kimse, işlerinin yoğunluğu sebebi ile namazı terk etti. Tesettüre daha çok sarılmamız gerekirken tesettür şuurunu kaybettik; başörtü, bir moda aksesuarı hâline geldi. Makyaj yapmayan ve İslâmî sınırlara dikkat eden hanımlar, neredeyse ellerin parmakları sayısınca azaldı.
ERKEKLER DE HANIMLARDAN GERİ KALMADI
Erkekler de hanımlardan geri kalmadı, bu savruluşta… Sakalı aksesuar niyetine kabullendiler, tesettür farzı da sadece kadınlaraymış, erkeklerin istediği gibi giyinme hakkı varmışçasına bir tavır aldılar. Sokaklar, eskiden hanımların iç kıyafet olarak giyeceği darlıktaki taytlardan giymiş erkeklerle dolu…
Namaz da gitti, oruç da… Geçen Ramazan ayında, hiç ummadığım dindar âilelerin erkeklerinin, işlerinin zorluğu gerekçesiyle Ramazan orucunu tutmadığını üzülerek öğrendim.
Herkes zamanın çok kötü oluşundan, gençlere söz geçiremediğinden, bu zamanda müslümanca yaşamanın neredeyse imkânsız olduğundan sızlanıyor! Peki, biz nerede hata yaptık?
Nerede bizim kocakarı îmanı ile yoğrulmuş, az bilgi, çok amel ve kar tanesi gibi ihlâsla yoğrulan insanımız? Nerede o evlerine televizyonu bile sokmayan, dilinde kıpır kıpır duâlar olan takvâ sahibi yaşlılarımız? Kim toplayacak onları televizyondaki kadın programlarının pençesinden? Ümmetin yaşlılarının emeklilik hayalleri bu muydu?
Dâvâ sancısı çeken, mücâhid ruhlu sohbet ablaları-ağabeyleri ve onların gönüllerine girdiği, her türlü zorluk ve sıkıntıya rağmen başını örten, namaza başlayan gençler nereye kayboldu? Az da olsa devam ediyor, tamamen bitmiş değil elbette… Ama kaybettiklerimize bakınca, kazandıklarımız bir avuç mesabesinde…
Bazen câmiamızdaki arkadaşlar, bana:
“-Bu kadar ümitsiz olma, bak elimizdeki talebelerimiz, ulaştığımız gençlerimiz de var. Hepsi pırlanta gibi!” diyorlar.
Evet, onlara bakınca ümitleniyorum, fakat elimizdeki imkânın çokluğuna bakıp ulaştığımız insanın ne kadar az olduğu gerçeğini görünce ve bir de Rabbimize vereceğimiz hesabı düşününce ürperiyorum.
Türkiye’de eğitime devam eden öğrenci sayısı, istatistiklere göre 25,5 milyon civarında… Yani Dünya’daki 143 ülkenin nüfusundan daha fazla... Peki, biz bu gençlerin ne kadarına ulaşabilmiş olabiliriz?
Diyânet’in yurt içinde toplumun bütün kesimlerine ulaşmak için başlattığı “Yaygın Din Eğitimi Projesi” kapsamında ulaşılan öğrenci sayısı, 7 milyon 619 bin. Câmi ve Kur’ân Kursları’na giden öğrenci sayısı, 391 bin civarında… Tabi, bu sayının içinde hanımlar da var, hepsi gençlerden oluşmuyor.
Yapılan araştırmalara göre, ülkemizde beş vakit namaz kılanların oranı, yüzde 22. Arada Cuma ve bayram namazı kılanların oranı ise yüzde 24… Ülkemizde namaz kılanların oranına da bakınca ulaşabildiğimiz insan sayısı devede kulak değil, belki devede bir kıl mesâbesinde…
Özellikle içinde bulunduğumuz câmiadan karşılaştığımız eski dostlar, ahbaplar:
“-Biz kermes evi açtık, kurs açtık, kültür merkezi açtık, yurt açtık, açtık, açtık…” diye sayıp duruyorlar.
“-Peki, ne kadar insana ulaştık?” denildiğinde:
“-Hafta içi şu kadar üniversite öğrencisi, hafta sonu şu kadar lise-ortaokul…” diyorlar.
“-Peki, ulaştığınız öğrencilerin kaç tanesi beş vakit namaza sizin vesîlenizle başladı, kaçı tesettüre girdi, kaçı ihtilat ortamını veya çeşitli menfî faktörlerin cirit attığı okul ortamını değiştirdi?”
Cevap, büyük bir sessizlik…
“-Bu öğrencilerle buluştuğunuzda neler yapıyorsunuz?”
“-Çeşitli etkinlikler yapıyoruz.”
“-Peki, beraber namaz kılıyor musunuz? Namazın fıkhını veya önemini anlatıyor musunuz? Peygamber Efendimiz ve ashâb-ı kirâmın hayatı hakkında bilgi veriyor musunuz? Ya hakikî tesettürü anlatıyor muyuz? Size gelenlerin kaçının hayatı, anlattıklarınız sebebiyle değişti?” diye sorduğumuzda:
“-Biraz değiniyoruz, ama çok sıkmamak için uzunca anlatmıyoruz.” deniyor.
Neden bu soruları soruyorum?
Bir nevî nefis muhâsebesi olsun bizlere diye… Her müessesemiz, çok hizmet ettiğini gerile gerile anlatıyor, ballandıra ballandıra mekân resimlerimizi paylaşıyoruz. “Çok hizmet ediyoruz!” diye düşünüyor herkes…
Bunun öyle olmadığını, resmin bütününe bakıp Allâh’ın verdiği nîmetler karşısında aslında ne kadar az iş çıkardığımızı fark edelim ve kendimize çeki düzen verelim diye bu soruları soruyorum.
Müesseselerimize gelince… İki gün çayını-çorbasını içirdiğimiz, saatlerce el becerileri, sanat ve sportif faaliyetler yaptığımız, fakat bir türlü gönlüne ulaşamadığımız kimselerin sayısıyla övünmek, belki bu dünyada bizim yıldızımızı parlatabilir. Ama âhirette bu vebalden nasıl kurtuluruz, bir daha muhâsebe edelim diye bunları dile getiriyorum. Gelin, kendimizi kandırmaktan vazgeçelim.
Anne-babalar, örnek olamadıkları veya yeterli bilgiye sahip olamadıkları için, dînî bir çevreye girsin, en azından ilmihal bilgilerini öğrensin, namaz kılmaya başlasın, tesettüre girsin diye evlâtlarını bize emanet ediyorlar. Onlar bu niyet ve gayretleriyle bir dereceye kadar vebalden kurtuluyorlar, ya biz?
Elhamdülillah her müessesemiz sayı olarak dolup taşıyor. Hafta sonları dâhil, gayret edip okullara, üniversiteli kardeşlerimize ulaşmak için gayret ediyoruz. Yurt dışından talebelerimiz de geliyor. Şükür, bin şükür… Fakat yetmiyor, yetmiyor. Şer güçler, bizden daha gayretli ve daha çoklar; göz göre göre bizim gençlerimizi dahî kapıyorlar artık elimizden…
BEN OKUYAMADIM, SEN OKU!
Çünkü okullardaki başörtüsü problemini kalkması ile özellikle üniversite okuyamamış anneler:
“-Ben okuyamadım, sen oku!” diyerek:
“-Üniversiteyi kazan da neresi olursa olsun; ister şehir dışı, ister başka ülke!.. İsterse dinsizlerin, anarşistlerin yuvalandığı okul olsun, önemli değil! Bölümü de önemli değil! Yeter ki bir üniversite diploman olsun!” duygu ve düşünceleriyle kız-erkek, evlâtlarını, elinin, gönlünün ulaşamadığı uzaklara gönderdi. Neticede madencilik okuyan kızlar, anaokul öğretmenliği okuyan erkekler var bu ülkede…
“Ne pahasına olursa olsun…” çok ibretli bir cümle… Asıl maksadın kaydığı, Allah rızâsının unutulduğu, âhiret kaygısının dünya istikbâline fedâ edildiği bir cümle… Üniversiteye girmek uğruna, milyonlarca genç, en verimli çağlarında sabahtan akşama test çözdüler. Namaz kılmış-kılmamış, namazı geçmiş-geçmemiş hiç önemli olmadı onlar için… Yemesine, içmesine, uyumasına, sağlığına değer verdiğimiz kadar namazına titizlenmedik, Rabbiyle konuşması demek olan Kur’ân okuyuşuna önem vermedik. Ahlâkına, dostlarına, günlük yaşayışındaki edeb-hayâ kırılmalarına göz yumduk. Âileden, anne-babadan, komşu ve akrabalardan uzaklaşmasını teşvik ettik. Netice ne oldu? Elimize ne geçti?
Bu gençler, en verimli yıllarını at yarışı gibi bir müsabaka içinde harcadılar, hepsi daracık bir delikten geçebilmek için binbir şekle girdi. Birçoğu başarısız olunca bunalıma sürüklendi. Bazıları, adı üniversite olsun da nasıl olursa olsun diyerek 4-5 yılını, daha sonra hiçbir işine yaramayacak bir okulda tüketti.
Geçen yıllara mı acırsın, herkesin aynı şeyi yapmaya çalışırken ülkemizin kaybettiği işgücüne, kabiliyet ve iş kollarına mı üzülürsün, âilelerin kendilerini ve evlatlarını perişan eden dünyevî hırslarına mı yanarsın, ülkemizin değişmeyen bozuk eğitim sistemine mi gözyaşı dökersin, yoksa artık namazdan, niyazdan uzaklaşmış, Allah ile bağı kopma noktasına gelmiş, gelecek nesillerin ahvâline mi kıvranırsın? Tertemiz fıtratı, hassas bir vicdanı ne kadar yamulttuk, yamulmasına ne kadar göz yumduk…
ELALEM NE DERDİ SONRA?
Liseye veya üniversiteye girmiş gençler, sırf âilelerini mutlu etmek için başörtüsü taktılar, elâlem ne derdi sonra?
“-Falan ablanın kızı, açık başını örtmemiş!” dedirtmek olmazdı.
“-Sadece başı örtülü olsun, yeter. Makyaj olabilir, tayt da olabilir. Gençtir, hevesini alsın, sonra şuurlu bir şekilde örter!” denildi.
Bu gençler, kız veya erkek fark etmez, herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümüne yerleşti, herkes sevindi. Sonunda hedefe ulaşılmıştı. O okula dinsiz, ateist, satanist, hattâ teröristin de geleceğini kimse hesaba katmadı. Bu kişilerle aynı sınıfı paylaşacak, bir müddet sonra sınıf arkadaşı olacaklar, daha sonra maalesef flört hayatı... Sonra da ağlayan ebeveynler…
“-Kızım başını açtı! Oğlum içkiye başladı, ateist bir ailenin kızı ile evlendi, oğlumu kaybettim. Hocam yardım edin!..”
Bu aşamada, maalesef yardım etmek için çok geç kalınmış oluyor.
Bu şartlarda biz olsaydık, böyle hırsla çalışıp herhangi bir üniversiteye yerleşseydik, orada böylesine bozuk şartlarda, kendi hâlimizde okumak zorunda kalsaydık, kaçımız kendimizi koruyabilirdik?! Evlâtlarımıza şeytanvârî bir tarzda dünyevî aşk ve hırsı pompalayıp ardından evliyâ olmalarını beklemek, ne kadar abes, öyle değil mi?
Her şey mevsiminde olursa tatlıdır. Kışın ortasında karpuz yemek istesek, karpuzu kessek, içinin boş veya köpük köpük çürük olduğunu görürüz.
ZARARIN NERESİNDEN DÖNÜLSE KÂRDIR
Bu yüzden “Zararın neresinden dönülse kârdır!” deyip ümmetin evlâtlarını kendi mevsimleri ile buluşturmalı; onları günahın, isyânın, şirkin ve küfrün cirit attığı ortamlardan çekip almalıyız. Onları sâlihlerin ortamında bulundurmalıyız. Bu da bir ay veya birkaç günle olacak iş değildir. Lise veya üniversiteye gitmeden evvel, onların önce îmanlarını kuvvetlendirecek kadar bilgi ve ameli öğrenecekleri kurumlarda, en az iki-üç sene okutmalıyız. Sadece kız çocukları için değil, erkek çocukları için de bu hassasiyet içinde olmalıyız. Kaybolan sadece ümmetin kızları değil, belki onlardan daha fazla kayıp olan, fakat fark edilmeyen erkek evlâtlarımız için de hassas olalım.
Unutmayalım, kişi tesettüründen evvel, birçok hazinesini yani mânevî değerini kaybediyor. Belki en sonuncusu başörtüsü oluyor. Bu zâhirde olduğu, herkes tarafından rahatça görüldüğü için ancak fark edebiliyoruz. Hâlbuki önce kulun Rabbiyle en kuvvetli bağı olan, namaz bağı kopuyor. Bu koptuğu zaman, diğerleri de çorap söküğü gibi geliyor artık... Ya da bu bağı, “Daha erken!” diyerek bağlamamış oluyoruz. Hakikatte îmanın muhafazası için en önemli ibadet, namazdır. Bu yüzdendir ki, 13 yıllık Mekke devri boyunca sadece îman ve namazdan sorumluydu müslümanlar; başka bir ahkâm âyeti gelmedi.
Elhamdülillah, Müslüman âileler içinde doğduk. Bizim vazifemiz, bize meccânen ikrâm edilen bu îmânı takviye etmek, onu namazla muhafaza etmektir. Âyet-i kerîmede:
“(Rasûlüm!) Sana vahyedilen Kitâb’ı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan (fahşâdan) ve kötülükten (münkerden) alıkoyar…” (el-Ankebût, 45) buyruluyor. Yani namazın insanı günahtan alıkoyan bir muhâfızlığı var.
Bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Bir kişinin namazı, kendini fahşâ ve münkerden (her türlü kötülükten) alıkoymuyorsa, o kişinin Allah’tan uzaklığı artar.” (Feyzü’l-kadîr, VI, 221/9014)
Doğru namaz için ibadetleri hakkıyla yapabilecek kadar bir fıkıh bilgisi şarttır. Bu, sadece internetten öğrenilecek bir ilim değildir. “Zarûrât-ı dîniyye” denilen, en temel dînî bilgileri öğrenecek kadar kendini en az bir-iki yıllığına dîne adamak gerekiyor. Düzgün bir Kur’ân okumak için de bir hocanın önünde oturmak gerekiyor.
Bu yapılırsa gençlerimiz en az iki yıl, sâlih ve sâliha bir topluluğun içinde, dînini yaşayabilecek kıvamda öğrenir, takvânın lezzetini alır. Bir daha gayr-i şer’î topluluklara tamah etmez, elinde bulunduğu İslâm ve îmân nîmetinin kıymetini anlar, inşâallah!
Bütün bu söylediklerimizde anne-babaları suçlar gibi olduk, yanlış anlaşılmaya fırsat vermemek için şunu da söyleyelim: Elbette çocukların ilk mektebi âileleridir. Küçük yaşlarda anne-babasında ne gördüyse çocuk onu tekrar ve taklid eder. Sonra alışkanlıklar oturur, muhâkeme genişler. Bu aşamada da âilesinin dindeki samimiyetini, namaz, Kur’ân, tesettür vb. konulardaki ihlâs, gayret ve fedakârlıklarını görür. Ona önce güzel örnek olarak, sonra da sahih bilgi kaynaklarıyla tanıştırarak, güzel bir çevre içinde büyümesini temin ederek anne-baba, vazifelerini tamamlamış olur. Elbette çocuğu bundan sonra da kendi hâline bırakmaz, ama büluğa gelen, hattâ 18-20’li yaşlarına ulaşmış bir genç, artık kendi kararlarının neticesine katlanmak zorundadır.
Biz iyiye-güzele örnek olduktan, onların dînî anlamda tâlim ve terbiyesine dikkat ettikten sonra da evlâtlarımızın içinden, gönlümüz istemese de yanlışa sürüklenebilecek kimseler çıkabilir. Bu da bir imtihandır. Hazret-i Nûh’un oğlu zâlimleri dost edindiği ve onların kötü amellerini işlemeye devam ettiği için peygamber olan babasının kurtuluş gemisine binemedi. Aynı şekilde putperest Âzer’in oğlu İbrahim -aleyhisselâm- hak ve hidâyeti buldu. Her insanın kendi inancını ve amelini tercih etme ve bunun neticelerine dünya ve âhirette katlanma gibi bir sorumluluğu var. Biz, elimizden kayıp giden evlâtlarımıza yine ulaşmaya ve güzel örnek olmaya çalışırız. Onların küfrün, şirkin, günahın bataklığında kıvranmalarına göz yumamayız. Ama onların gönüllerini “zorla” hidâyete erdirmek gibi bir mükellefiyetimiz de yok. Bu haddimiz de değildir, hidâyeti Allah verir. Rabbimiz, kullarını güç yetiremeyecek şeylere zorlamamış. Elimizden geleni yapar, ıslah ve hidayetleri için bolca duâ ederiz.
Son söz olarak diyelim ki, Ashâb-ı Kehf gibi yüreği îman dolu, dünyanın handikaplarını elinin tersi ile itebilecek, saraylarda sunulan günâhı, küfür ve isyanı tiksinerek terk edecek nesiller istiyorsak, ebeveynler olarak öncelikle bu hidâyet meclislerini oluşturmak, yavrularımızın en kıymetli ve verimli olduğu zamanlarda onları bu meclislerle buluşturmak zorundayız.
Evlâtlarımız yirmi yaşına geldiğinde ağlamamak için yedi yaşı ile on yaşı arasında îman ve namaz zırhı ile onları zırhlandırmalı, en geç 15-20 yaş arası sâlihlerin bulunduğu ortamlarda eğitim ve öğretim aldırmalıyız. Bizler de bu hususta gücümüzün yettiği kadar Müslümanca bir hayat yaşayarak onlara nümûne olmalıyız. Allah kalpleri evirip çevirendir, bizlerin, neslimizin ve bütün İslâm ümmetinin kalplerini dininde sâbit kılsın.
KENDİ KARARINI KENDİ VERSİN
Ama ebeveyn olarak elinden geleni en güzeli ile yaptığı hâlde yine de mânevî bir kayma hâli yaşandıysa, analık-babalık ağırlığımızı koyarak evlâtlarımıza telkine devam etmeliyiz. Toplumumuzda:
“-Ama o artık kendi yaptıklarından sorumlu birisi… Bırakalım istediği gibi yaşasın, kendi kararını kendi versin!” diyenler de çoğaldı.
Bu ifade de ciddi mânâda problemli… Meselâ önümüzde bir ateş olsa, evlâdımızı, onun tehlikeli olduğuna karşı uyarsak, o da göz göre göre ateşin ortasına doğru yürüse, onu kendi hâline mi bırakırız?
“-Nasıl olsa söyledik, dilimiz döndüğü kadar uyardık! Aklı başında, ne yapacaksa kendi kararı!..” diye rahatça işimize devam mı ederiz, yoksa o ateşe düşmemesi için canhıraş bir şekilde gayret mi gösteririz?
Eğer ben “Evlâdımı, ateşe salmam!” diyen anne-babalar isek, o hâlde sonsuz bir azap yurdu olan cehenneme doğru sürüklenen çocuklarımıza göz mü yumacağız? Yoksa o ateş yurdunun olup olmadığına dönük, kendi îman zaaflarımız da mı var? Hazret-i Nûh, evlâdını hayatı boyunca davet ettiği gibi, tûfân ânında da îmâna ve kurtuluşa dâvet etmeye devam etti. Onu kendi hâline bırakmadı.
Başka hatalı bir söz daha var:
“-Dinde zorlama yoktur. İsteyen namaz kılsın, isteyen kılmasın!”
Lütfen bu cümleyi de doğru anlayalım. Evet, İslâm’ı seçmede, İslâm’a girmede zorlama yoktur. Hiç kimseyi zorla Müslüman yapamayız. Ama “Ben Müslümanım!” diyen kimse, İslâm’a göre yaşamak zorundadır. Her birimiz nefis taşıyoruz. İçte onu zorlayacak bir îman ve takvâ duygusu tam yerleşmemişse, dışarıdaki Müslümanlar, o nefsin isteklerini sınırlamada yardımcı olurlar. Çünkü nefis, zora koşulmadan hayra ve hakka boyun eğmek istemez.
Hazret-i Ebûbekir, Müslüman olduğunu söylediği hâlde “Namaz kılarız, ama zekât vermeyiz!” diyen kimselere karşı harp îlân etmişti. Biz de çocuklarımıza karşı savaş îlân edelim, demiyorum. Ama günaha tepki göstermemek, hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam etmek, şer gördüğümüzde sessiz kalmak; emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifemize uygun düşmüyor. Bu tür vurdumduymazlıklar, günah işlemeyi kolaylaştırıyor. En azından bu gidişattan üzüldüğümüzü, bunun bir müslümana yakışmadığını, yaptığımız her türlü günahın azâbı olduğunu hatırlatmalıyız.
Peygamber Efendimiz, kızı Hazret-i Fâtıma’yı evlendirdikten sonra bile sabahları, namaza kalkmaları için uyardı. Her ezan da bir hatırlatma ve uyarı değil midir, aslında… Hepimiz müslümanız, namaz kılmanın farz olduğunu biliyoruz, saatimiz var, o hâlde niye ezana ihtiyaç var? Çünkü gaflet, her birimizi her an bürüyebiliyor. Allâh’ı hatırlatan kimselere ihtiyaç var. Zira bu hatırlatma, mü’minlere fayda veriyor.
Usanmadan tebliğ etmeli; muhatabımızın aklına ve gönlüne hitap edecek yollar bulmalı, ümidimizi kesip kendi hâllerine bırakarak onları şeytanın ve nefsin eline terk etmemelidir.
ÖĞRENCİLER İKİ KISMA AYRILIR
22 yıllık eğitimcilik hayatımda müşâhede ettiğim kadarıyla, karşılaştığımız talebelerimiz iki kısma ayrılır:
Birinci grup, çok istekli, İslâm’ı aşkla yaşamak için gözyaşı döken, hattâ bu uğurda her çileyi göze alan talebelerimiz… Elhamdülillah ki, bu grup, bizim kurumlarımızda çoğunluktadır. Yurt dışından gelenlerin yüzde doksanının âilesinin İslâmî bir bilgisi olmamasına, ezân sesleri altında büyümemelerine, İslâm terbiyesi altında yetişmemelerine rağmen bu gençlerimiz, her türlü zorluğa, imtihana, hattâ eziyete rağmen İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için canlarından bile vazgeçecek îmânî kıvamdadırlar. Bu gençlerimiz, asr-ı saâdetin bugüne yansıyan ışık huzmeleri gibidir âdeta… Bunların birçoğu ile “hidayet öyküleri” başlığı ile röportaj yaptık ve sizlerle geçmiş sayılarımızda paylaştık. İnşâallâh, imkân oldukça paylaşmaya da devam edeceğiz.
Yine Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde lise veya üniversite okuyan, yaz kursu vesîlesi ile kurumlarımıza gelip İslâm’ın aşkla, mâneviyatla öğrenilip yaşanabileceğini yakînen gördükten sonra bu mânevî iklimden ayrılmamak için gözyaşı döken, dünyevî makamların kapısını açacak okulları değil de Allâh’ın rızâsı ve âhiret selâmetinin kapısını açacak ilimleri tercih ettikleri için âilelerini ikna etmeye çalışan, mücâhide gönüllü gençlerimiz de var, çok şükür! Bu ihlâslı gençlerimizi de gıpta ile selâmlıyoruz.
Bir de ikinci bir grup vardır ki, bunlar çoğunlukla yaz kurslarına âilelerinin zoru ile gelmiş olup sürekli problem çıkaran, bir türlü memnun edemediğimiz, kalbine ve aklına set çekmiş; derslere girip tesir altında kalmaya başladığını anladığı an etkilenmemek için dersten kaçan, bahçenin köşelerine saklanan, mescidin bir köşesine çekilip sürekli uyuyan tiplerdir. Bunlar ise çok azdır. Bizim kurumlarımıza bu tipler pek uğramaz! Çünkü gündüzleri ilim, ahlâk ve mâneviyat üçgeninde işlenen dersler, akşam teheccüdle taçlanan yoğun bir mânevî program; nefislerin pek hoşuna gitmez.
Bu tipler, başörtü problemi bitince de neredeyse tamamı tercihini okullardan yana yaptılar ve her türlü okulu da rahatlıkla tercih ettikleri için her tarafta “başı örtülü, ruhu çıplak”, “duygu, düşünce, merak, heyecan ve özentileri; maalesef gayr-i müslimlere benzeyen” yeni bir nesle dönüştüler.
Bu nesil, son yıllarda sosyal medyada çok faal oldukları için; başörtülerini çıkardıklarını, bu süreci nasıl yaşadıklarını, kapalıyken nasıl zorluklar yaşadıklarını, açılınca nasıl bir hürriyete kavuştuklarını (!) ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Çektikleri videoları milyonlarca genç izliyor, beğeniyor ve bu tipleri kendilerine örnek, başka bir tabirle rol-model alıyorlar.
Biz, geçen ayki yazımızda ebeveynler ve İslâmî kurumlar açısından bu hususta kendimize özeleştiri yapmıştık. “Neden bu tip bir nesil ortaya çıktı? Nerede hatalar yaptık? Bu hataları düzeltmek için neler yapabiliriz?” diyerek dertlenmiştik.
Bu ay da özellikle kaybetmemek için çırpındığımız, fakat elimizin altından ve gönlümüzden kaymak için çırpınan, seküler dünyanın nefsânî arzulara hitap eden akıntısına kendisini gönüllü olarak kaptıran bu gençlerimize seslenmek istiyoruz.
Bütün suçu karşısına atan, hiçbir sorumluluk almak istemeyen, Allâh’a kulluğu bile minnetle, başa kakmakla yapan, -hâşâ- sanki kendisi Allâh’a muhtaç değil de Allah ona muhtaçmış gibi davranan, Allâh’ın her emrine bir kusur bulan, aklına yatmayana bir kulp takan, dindar görünüp iç dünyasında din düşmanlığı yapanlara bir ayna tutalım istedik.
Öncelikle bu yazımız, onları ayıplama, kınama için yazılmış bir yazı değil; aksine onları kucaklama, kazanma ve en önemlisi, “emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker” yani iyiliği emredip kötülükten sakındırma vazifemizi yapmak içindir.
Ey kaybetmekten korktuğumuz hazinemiz, değerli gencimiz!
Sosyal medyada paylaştığın videoları izledik. Bir çoğunuz, etrafımızdaki arkadaşlarımızın evlâtlarısınız! Dertlerinizden, sorularınızdan ve şikâyetlerinizden haberdârız. Bu soruları, birkaç başlık altında topladık. Umarım sorularınıza vereceğimiz cevaplar, sizin de bizim de hayırlara ulaşmamıza vesîle olur.
ÇOCUĞUNUZU İSLAM TERBİYESİ İLE YETİŞTİRİN
Diyorsun ki:
“-Ben zaten başörtüyü kendi isteğimle örtmemiştim. Âilemin teşviki, isteği ve çevre baskısı ile örtmüştüm.”
Evet, sevgili genç! Şu an seni sen yapan birçok şeyi, sen kendi irâdenle yapmadın! Zaten her şeyini, âilenin senin üzerindeki emeği ve gayreti ile bünyene topladın. Çünkü Allah, anne-babana bu vazifeyi verdi. Onlara:
“-Ben size bir emanet verdim, tertemiz bir insan! Onu güzelce İslâm terbiyesi ile yetiştirin! Sizi o evlât nîmetinden hesaba çekeceğim!” dedi.
Her ebeveyn, büluğ çağına gelene kadar çocuklarını güzel yetiştirmek, İslâm’ı öğretmek, hattâ yaşamaya teşvik etmek, yeri geldiğinde onun âhiret selâmeti üzere yetişmesi için zorlamak hakkına sahiptir. Bu husus, hadîs-i şerîflerde:
“Her çocuk, (İslâm) fıtratı üzere doğar. Sonra onu anne ve babası, Yahudi, Hristiyan veya Mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 80; Müslim, Kader, 22, 23)
“Çocuklarınız yedi yaşına gelince onlara namazı öğretin. On yaşına geldiklerinde hâlâ namazı kılmazlarsa, hafifçe (kaba etlerine) vurun!” diye geçer. (Ebû Dâvûd, Salât, 26; Tirmizî, Mevâkît, 182)
Çünkü namaz, senin için çok önemlidir. İslâm’da çocuk haklarına göre, çocuk, yaptığı hiçbir hata sebebi ile dövülemez, yalnız namaz bundan müstesnâ tutulmuştur. Yedi yaşından on yaşına kadar üç yıl namazı öğrenmek, alışmak için zaman tanınmış ve emek verilmişse; buna rağmen sen hâlâ namaz kılmıyorsan, senin iyiliğin ve nefsinin terbiyesi için sadece bu hususta Rabbimiz anne-babana izin vermiştir. Aksi hâlde kıyamet sabahı üzülüp:
“-Âh keşke kılsaydım!” diye derin pişmanlık duyar ve Cehennem azâbına dûçâr olursun! Bu, kendi nefislerinden ziyade, seni, dünyada ve âhirette başına gelecek belâlardan korumak içindir.
Yine âyet-i kerîmede de:
“Ey îman edenler! Nefislerinizi ve âilelerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden koruyun!..” (et-Tahrîm, 6) diye emir gelmiştir ebeveynine…
Bu sebeple onlar, senden büluğ çağına kadar sorumludurlar. Seni, sen istemesen de Cennete lâyık hâle getirmek, onların sorumluluğu ve bu husustan hesaba çekilecekler. Ayrıca İslâm çocuk haklarına göre, bu, senin onlar üzerindeki en mühim haklarından biridir. Zira hadîs-i şerîfte:
“Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri de aklı erince, ona namazı öğretmesidir.” buyrulur. (Bkz. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, III, 394)
Bilgileri varsa kendileri, bilgileri yoksa sana İslâm’ı öğretecek bir kurum veya öğretmene teslim ederek bu vazifeyi yapmalıdırlar. Eğer yapmazlarsa, sen İslâm’ı bilmeden büyürsen, ömrün boyunca işlediğin her günahtan pay sahibi olurlar. Bu günah, senden eksilmeksizin anne-babana da yazılacak; sen bu hususta cezâ alırsan aynı cezâdan annen-baban da alacak!.. Ama onlar seni İslâm ahlâkı ile güzelce yetiştirirlerse, senin yaptığın her güzel amelden, senden bir sevap eksilmeksizin anne-babanın da amel defterine yazılacak…
Onlar seni güzelce yetiştirdiği hâlde, sen bile bile günâha gider, haramı tercih edersen, bunda anne-babana bir sorumluluk yoktur artık…
Bu yüzden başörtüyü veya Allâh’ın başka bir emrini, âilenin sana öğretmesi, teşvik etmesi veya zorlaması gayet normaldir. Senin “çevre baskısı” dediğin, âilen, akrabaların, mahallen, okulun, şehrin veya ülkenin çoğunluğunun müslüman olması ve onların da İslâm’ı yaşaman için sana söylediği nasihatler veya İslâm’a uygun yaşamadığında seni ihtar etmeleri veya onların senin utanmana sebep olacak bakışları veya tutum ve davranışları sebebi ile nefsinin arzuladığı gibi yaşayamamak ise, bu da o müslüman çevrenin vazifesidir. Çünkü her müslümanın diğer müslüman kardeşi üzerindeki haklarından biridir; “emr-i bi’l-mâruf neyh-i ani’l-münker”… Yani iyiliği/Allâh’ın râzı olduğu şeyi sana emretmek, Allâh’ın râzı olmadığı şeyden de seni men etmek!.. Eğer onlar da bu vazifeyi yapmazlarsa, toplumun bozulmasına, hattâ mânen helâk olmasına kadar gidebilir. Çünkü hadîs-i şerîfte:
“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbi ile buğzetsin!..” buyruluyor. (Müslim, Îmân, 78)
Yine âyet-i kerîmede bu husus şöyle anlatılır:
“Siz insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Mârufu (iyi ve İslâm’a uygun olanı) emreder, münker (kötü ve çirkin) olandan sakındırır ve Allâh’a îman edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)
Unutma! Müslüman bir çevrede bulunmak, bizim kendimizi korumamız için en büyük nîmetlerden biridir. Zira birçok yeni müslüman olan kardeşimiz, bu nîmete nâil olmak ve ezan sesleri altında müslümanca yaşamak için hicret etmek zorunda kalıyor.
KENDİMİ ÖZGÜR HİSSETMİYORUM
Diyorsun ki:
“-Beni başörtü kısıtlıyor! Kendimi sınırlandırılmış hissediyorum. Kendimi özgür hissetmiyorum!”
Biz bu dünyada zaten “istediğimiz her şeyi yapacak şekilde” hür değiliz. Biz Allâh’ın kullarıyız. Allâh’ın mülkünde yaşıyor ve imtihan oluyoruz. Bu dünyaya bu imtihanı en güzel şekilde vermek, Cennet’e layık hâle gelmek için geldik.
Meselâ ömrümüzün büyük bir bölümünü okullarda eğitim alarak geçiriyoruz, bir okulu hak etmek için çeşitli sınavlara giriyoruz. Bu sınavlardaki başarımız nispetinde bir yüksek okula giriyoruz ve girdiğimiz her okulun da belli başlı kuralları vardır: İstediğin saatte okula gelemez, istediğin saatte istediğin derse giremez, hattâ birçok okulda istediğin kıyafetle gidemez, sınavlarda istediğin gibi kopya çekemez, dersin ortasında hocadan izin almadan yemek yiyemez, sınıftan çıkamazsın… Gittiğin okulun başarı durumuna göre, bu kurallar da değişir, artar, azalır. Ama hiçbir kuralın, hiçbir sınırlama ve sorumluluğun olmadığı bir okul, iş, âile ve ülke yoktur.
Sen okuldaki bu kurallara uymazsan, öncelikle uyarılırsın. Israrla bu kuralları ihlâl etmeye devam edersen disiplin cezası alır, hattâ o çok sevdiğin ve zar-zor girebildiğin okuldan atılırsın. Okulda hocalarına veya idareye çıkıp şöyle diyebilir misin:
“-Ben sizin köleniz değilim! İstediğim gibi yaşayamıyorum, beni bunaltıyorsunuz, kendimi hür hissetmiyorum!”
Diyemezsin, değil mi? O okulda okuyorsan, o kurallara mecbûren uyarsın. İşte biz de bu dünya dershânesinde imtihanda olduğumuz için bizi yaratan, imtihan eden ve sonrasında bizi hesaba çekecek olan Rabbimizin, yine bizim faydamıza olan kurallarına uymak zorundayız.
Kendini başörtü ile sınırlandırılmış hissetmen gayet normal… Başörtü, zaten bir sınırdır; sana bakacak olan nâmahrem gözler için sınırdır. Allâh’ın sana verdiği güzellik nîmetine bakmak, onun için helâl değildir. Bakmaması için bir sınırdır. Sana verilen vücut nîmetini muhafaza etmen için bir sınırdır, hattâ sınırda nöbet tutan askerin/muhâfızın/koruman mesabesindedir.
Tesettür, zinâya götüren yollardan birinin kapanmasıdır. Zinâya düşmemek için sınırdır. İffetli ve hayâlı kalmak için sınırdır. Bu hususta hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Hayâ ve îman bir aradadır. Biri gittiğinde diğeri de gider!” (Taberânî, Evsat, VIII, 174; Beyhakî, Şuâb, VI, 140)
Bir de şunu ifade edelim: Başörtü veya tesettür senin hangi yönünü sınırlıyor; iyi duygularını, iyilik yapmanı, güzel bir insan olmanı mı; yoksa bugün ve yarın başını belaya sokacak, seni vicdan azâbına ve türlü buhranlara sevk edecek günahlara karşı mı sınırlıyor, elini-kolunu bağlıyor. O zaman başörtü veya tesettür, senin iyiliğine mi çalışıyor, yoksa kötülüğüne mi?
Akıllı kişi, bir işe başlamadan önce o işin sonunu görebilendir. Yine akıllı kimseler, hayatta her şeyi bizzat deneyip yanılarak öğrenmezler. Onlar, başkalarının yaşadıklarından da ders çıkarıp tecrübe edinmeyi bilirler. Bir binadan atladığında ölüp ölmeyeceğini öğrenmek için, “Ben de bir deneyeyim!” demezsin. O yüzden senden önce o günaha sürüklenen kimselerin âkıbetlerine bak ve ibret al! Yarın düşeceğin ağa, bugün adımını atma!
Bir de dünya hayatı kısa… Dünyadaki lezzet ve hazların pek çoğu geçici, haram olanların âkıbeti de elemlerle dolu… Başından örtünü çıkarmakla, vücudunu herkese teşhir edercesine özgür (!) olmakla, seni seven ve koruyan her şeyi de arkanda bıraktığını unutma! Zayıf mâneviyatınla içindeki azgın nefsinin, seni yutmaya çalışan arsız bir dünya ve sahte gülücüklerle seni sömürmeye çalışan uluslararası mefsedet ve menfaat şebekelerinin ağına düşüyorsun. Ama biz seni bırakmıyoruz, seni sana ve seni yutmaya gelenlerin eline, şeytanlaşmış dost ve çevrenin insafına terk etmiyoruz. Kurtulmak istediğin an, biz buradayız. Hiçbir menfaat ve beklentimiz olmadan, seni sadece “sen olduğun için” sevenler olarak buradayız. Çok geç olmadan, hatandan dön!
GÜNAHIN CAZİBESİ VAR
Şeytan, günahları süslüyor. Günahın maskeli bir cazibesi var. O maskeyi yırttığında, o çirkin yüzü gerçek şekliyle gördüğünde ondan en çok sen kaçacaksın!
Unutma değerli hazinem, kıymetli genç kardeşim! “Sınırsızlık” şeytana ait bir hususiyettir. Cenâb-ı Hak ise bize şöyle seslenir:
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?!” (el-Kıyâmet, 36)
“İnsanlar, imtihan edilmeden, sadece «Îmân ettik!» demekle başıboş bırakılıvereceklerini mi zannettiler?” (el-Ankebût, 2)
Şeytan, kendi yoldaşlarını korkutur. Yalnız kalmakla, mutsuz olmakla, hayattan zevk alamamakla korkutur. Sen yalnız değilsin, Rabbin her an yanında… Sen, iki dünya saadetine tâlip olmak için yaratıldın. Gerçek haz ve zevkler, bir serap gibi buharlaşıp gitmez. Gerçek mutluluklar, para verip satın alınmazlar. Ama sahtelikler dünyasının hep maddî bir bedeli vardır. Hem de ağır bir bedeli…
ALLAH’I KANDIRMAYA ÇALIŞIYOR GİBİ HİSSEDİYORUM
Diyorsun ki:
“-Benim zaten sadece başım örtülü, kıyafetlerim tesettüre uygun değil! İbadetlerimi de doğru düzgün yapmıyorum. Bir başımı örtmekle Allâh’ı kandırmaya çalışıyor gibi hissediyorum. Bâri çıkarayım; içim-dışım bir olsun!”
Evet, yıllardır bunu anlatmaya çalışmıştık, demek ki yaşamadan bu düşünceye gelinmiyormuş. Bazıları tesettürü sadece başın örtülmesi olarak algılıyor ki, bu bizim ülkemizdeki en büyük yanlış anlamadır. Birçok anne:
“-Bir başını örtsün, zamanla etek de giyer!”
“-Bir başını örtsün, zamanla bol giyinir, makyajı da bırakır!” veya:
“-Şimdi o genç… Biraz hevesini alsın, sonra hakikîsini yapar!” diyerek bu yeni giyinme tarzının ortaya çıkmasına vesîle oldular.
Hattâ daha da geriye gidecek olursak, “Nasıl olsa küçük çocuklara günah yok!” diyerek kendi giyemeyip heves ettiği ne varsa giydirdi o yavrucaklara... Küçücük kız çocukları, şort, askılı tişört veya daracık taytlar giydirilerek büyütüldü. Düğünlerde küçük kızlara askılı abiyeler veya yazın plajlarda bikini giydirdiler. Evet, çocuğa günah yoktur, ama onu büyüten anne-baba onu korumaktan mes’uldür. Hadîs-i şerîfte:
“Çocuğun avretini koruyun ve onu örtün. Zira onun avreti de büyüğün avreti gibidir. Allah, avretini açana rahmet nazarıyla bakmaz.” (Hakîm, Müstedrek, III, 288) buyrulmuştur.
Çocuk, bu kıyafetleri giye giye edep ve hayâ duygularını yavaş yavaş yitirmeye başlıyor, utanma duygusu beslenmeden kuruyor.
“-Büyüyünce uzun giyer, büyüyünce örtünür!” diye diye büluğ çağına kadar bu kıyafetlere alıştırılan çocuk, büluğ çağına gelince:
“-Hadi bakalım, etek giy! Hadi bakalım bol giy, uzun kollu giy!” deyince:
“-Hayır, giyemem! Ben etekte rahat edemiyorum, bol giyince nine gibi oluyorum. Uzun kollu giyemem, daralıyorum!” demeye başlıyor.
Unutmayalım, küçükken “Hevesini alsın!” diye giydirdiklerimizle heves alınmaz, sadece tiryâkîlik, alışkanlık oluşur. Nefis alıştığı hiçbir şeyi yeterli görmez, hep daha fazlasını ister. Hiçbir açık kimse, ilk açıldığındaki mâsumiyetinde değildir, hep daha fazla açılmıştır. Önce utanarak yapar, sonra alışır, sonrası fecaattir. Bu durum, hadîs-i şerîfte ne güzel izah edilmiştir:
“Hiç şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allah, bir kulu helâk etmek istediği zaman, ondan utanmayı (hayâyı) çekip alır. Hayâyı alınca, o kul ancak gazaba uğrayan biri olur. Gazâba uğradığı zaman, kendisinden emânet (güvenilirlik) kaldırılır. Emânet kaldırılınca, o ancak hâin olur. Hâin olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lânete uğrar ve mel’ûn olur. Lânete uğradığı ve mel’ûn olduğu zaman da, kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 27)
Burada ey sevgili genç, büyük ihtimalle:
“-Böyle büyütüldüğüm için bir başörtüm var zaten…” diyorsun!
Evet, bir başörtün kalmış senin uçuruma yuvarlanmaman için… Senin îman dalına takılmış bir başörtün kalmış… Eğer o daldan o örtüyü koparıp atarsan, sen günah uçurumuna yuvarlanacaksın! Artık seni tutan, -senin nazarında sadece- bir bez parçasında ibaret olan o örtü de bulunmadığı için seni dışarıdan bakıldığında koruyacak hiçbir dalın kalmayacak, artık başörtülü olarak girip çıkmaya utandığın birçok günah yuvasına rahatlıkla girip çıkacaksın! “Başörtülüyüm!” diye yapmaya utandığın birçok günahı da rahatlıkla yapacaksın!
Sonra çok pişman olacaksın belki, ama bu defa da dönmeye güç bulamayacaksın! Bence bir başörtüm var, onu da çıkarayım, onu bari kirletmeyeyim diye düşünme! Bir kuyuya düşsen tutunmak için bir dal parçası olsa, sen der misin:
“-Bir daldan ne olacak, en iyisi bu kuyunun iyice dibine düşeyim, hemen boğulayım, kurtulayım!”
Bilâkis kurtulmak için bütün gücünü toplar, can havliyle o bir tanecik dala tutunmak için sıçrarsın. İşte şimdi de bunu yapmalısın! O bir tanecik başörtüyü kirletmekten korkuyorsun ya, bu çok güzel bir düşünce!.. Oradan başla, onu temiz tutmak için diren! Önce seni tutan sebepleri artır. Hemen namaza başlamalısın. Namazın varsa ve seni korumuyorsa abdestine özen göstermelisin. Abdeste ve namaza engel olacak necis şeyleri (makyaj malzemesi, parfüm vs) hayatından hemen çıkarmalısın.
Bak, “Yavaş yavaş çıkar!” demedim, hemen yapmalısın. Beş vakit namazı, düzenli ve vaktinde kılarsan, kıldığın namazdan lezzet alırsın. Ama namazı düzenli kılmaz, meselâ sabah, yatsı namazını es geçsen, şeytan peşini bırakmaz! Diğerlerini de bıraktırmak için seninle çok uğraşır.
Bizim İmam-Hatip’te bir hocamız çok güzel bir tüyo vermişti:
“-Kırk gün beş vakit namazınızı düzenli ve vaktinde kılarsanız şeytan sizden ümit keser, sizin namazı terk etmeyeceğinizi anlar ve size buradan yaklaşmayı bırakır!” demişti.
Ben ortaokul yıllarımda bunu uygulamıştım. Gerçekten çok tesirli olduğunu gördüm. Yirmi yıldır yeni namaz kılmaya başlayan öğrencilerime de söylüyorum, onlar da faydasını gördü. Bence sen de denemelisin!
Unutma, namaz da îmânın muhafızıdır. Bu yüzden Rabbimiz, “Namaz, fahşâ ve münkerden alıkoyar!” buyuruyor. (Bkz. el-Ankebût, 45) Namaz giderse, îman da önünde-sonunda seni terk edecektir. Bunun için namaza çok önem vermelisin!
İkinci olarak, “Başörtülüyüm, ama tesettürlü değilim!” diyorsun. O zaman tesettürüne önem ver! Görüyorsun ki, tesettür olmayınca başörtü seni kendi nefsinden bile koruyamıyor, dışarıdan gelecek menfî bakışlardan nasıl korusun, öyle değil mi? Tesettür için vücut hatlarını belli etmeyen, bol ve içini göstermeyen ve çok da dikkat çekici olmayan kıyafetler yeterli olacaktır. Bunun için yaşına göre, çok güzel dış kıyafetler bulabilirsin. Unutma ki, “İffetli olmak isteyeni Allah iffetli kılar.” (Buhârî, Rikâk, 20)
BEN BÖYLE DEĞİLDİM
Diyorsun ki:
“-Ben böyle değildim. Bir câmiye gittim. Orada hoca bana kızdı, dinden soğudum. Veya dindar insanların bazılarından çok kötülük gördüm. Kursa gittim Kur’ân’dan soğudum. Annem-babam beni çok zorladı, dinden soğudum. Veya defalarca Kur’ân kurslarına veya her yaz gençlik ve kültür merkezlerine gittim, hiç bana tesir edemediler. Hem dinde zorlama yoktur! Beni zorlamayın, istediğimi yaparım. Zorlarsanız dinden daha çok soğur ve uzaklaşırım!”
Ey sorumluluktan kaçmaya çalışan genç nefis! Kendi içine dön de büyüteçle sînende sakladığın hakikati gönül kulağına fısılda. İlkokula gittin, defalarca öğretmeninden azar yedin, belki kulağın da çekildi, belki hakaret de gördün, belki avucuna cetvelle de vuruldu.
Okuldan soğuyup okulu neden terk etmedin?
Lise yıllarında okulunda öğretmenlerinden veya arkadaşlarından birçok olumsuz söz, hâl ve davranışlara mâruz kaldın, liseyi neden bırakmadın?
Aylarca, belki de yıllarca dershaneye gittin, hafta sonları dahî erkenden kalktın; istemeye istemeye de olsa gittin. Hiç canın istemediği hâlde binlerce test çözdün, okumaktan neden soğumadın da üniversiteye başladın?
Okuldaki öğretmenlerin çok mu maharetliler, hepsi sana çok mu tesir ediyor da okumaya bu kadar düşkünsün! Bir düşün, ilkokuldan üniversiteye kaç yıl okula gittin, on altı yıldır okula gidiyorsun.
Niçin? Kalan ömrünü rahat geçirmek için…
Aşağı-yukarı yaklaşık elli yıl için on altı yıldır okuyorsun, hem de her türlü meşakkat, zorluk ve çeşit çeşit olumsuzluğa rağmen… Hem de kimse seni soğutmuyor, öyle değil mi?
Peki, ebedî hayatın boyunca sana fayda verecek ilmi öğreten kurslara ve kültür merkezlerine kaç yıl geldin? Yaz aylarının dört haftası, onun başından sonundan üç-beş gün tırtıklıyorsun, geriye kaldı üç hafta… Her yıl gelmiyorsun, belki en fazla üç yıl…. Toplasak en fazla on hafta, hadi biraz daha cömert olalım, toplam bir yıl olsun… Bölük pörçük sadece yazlık eve gelip toz alır gider gibi geliyorsun. Sonra da diyorsun ki:
“-Bana tesir et, ey hoca! Hemen kalbime gir ve nefsimi ez, beni aşkla namaz kılan bir insana çevir, içimi Allah ve Rasûlü’nün aşkıyla doldur, ama hayatıma müdâhale etme! Zira benim kalbim temiz, hem «Dinde zorlama yoktur!» âyeti var biliyorsun, beni zorlamadan sevdir. Bıktırmadan Kur’ân okut, terletmeden tesettüre gireyim. Ama azıcık da modası olsun yani… Umreye giderken ferâce giyeyim, sonraları giymeyeyim; modayı takip edeyim, eteklerimden bileklerim ışıldasın… Ben ihtilat ortamlarında gezip tozayım, okuyayım. Erkek arkadaşlarım da olmasın mı… Zira ben onları kardeşim gibi görüyorum.”
Ey sevgili genç! Sen söyle şimdi neresini tutup kaldırıp düzelteyim? Sen istemedikçe sana hidayet verilir mi? Sana bir âyet öğreteyim:
“…Allah, kendisine yönelene hidâyet eder!” (er-Ra’d, 29; eş-Şûrâ, 13)
Sen Allâh’a bir adım atmalısın ki, Allah sana on adım atsın! Sen Rabbine yürümelisin ki, Rabbin sana koşup gelsin! Sen kendini zorlamazsan, nefsine savaş açmazsan ben seni nasıl zorlayayım.
Diyorsun ki, dinde zorlama yoktur. Müslüman değilsen evet, seni müslüman olman hususunda zorlayamam. Fakat müslümansan sana tebliğ etmekle, nasihat etmekle, dînin yasaklarını çiğnediğinde tavır göstermekle zorlayabilirim. Zira İslâm, fert dîni değildir, cemiyet dînidir. Ve sen dîni, istediğin gibi yaşayamazsın, zira bilmeyen birisi senin yaptığın hataları doğru zannederek seni örnek alabilir. Bu yüzden senin doğru bir şekilde müslüman olman ve gelecek nesillere dîni doğru aktarman için seni zorlamak benim sorumluluğumdur. Bu sebeple sen başkalarını suçlamayı bırak ve özüne dön!
Şeytanın bir oyunu da hata yapan, günaha sürüklenen kimseye sık sık günahını ve kirlendiğini hatırlatmaktır. Böylece onu tevbeden, iyi insanlarla birlikte olmaktan ve güzel çevrelere tekrar girmekten alıkoyar. Pişmanlık, en büyük meziyettir. Ne günah işlemiş olursan ol, ölüm gelmeden dönüş mümkündür. İnsanların merhametine değil, Allâh’ın mağfiretine sığın ve çok geç olmadan, gizli ve âşikârı bilen, merhametlilerin en merhametlisi Rabbine dön!
Şeytan, “Gençsin, biraz eğlen, hayatın tadını çıkar, sonra tevbe eder, ibadete dönersin!” diyor. Günahı peşin işletiyor, tevbeyi ve ibadeti erteletip duruyor. Yarına çıkmaya garantin var mı, etrafına bak, ölenler hep ihtiyar mı?
Kıyamet gününde herkes kendi amelleri ile baş başa kalacak ve hesabını tek başına verecek! Şu an itibariyle tevbe kapısına koş, orada gözyaşlarınla arın! Sonra doğruca kapılarımıza koş; her şehirde, her ilçede seni bekleyen kurslar, gençlik merkezleri var. Oraya gelen binlerce genç kardeşin var. O kapılardan ayrılmamak için gözyaşı döken dünyanın dört bir yanından gelmiş, çeşitli ırk ve renklerde her türlü dîni, hattâ dinsizliği tatmış, en sonunda binbir meşakkat ve bedel ödeyerek bu kapıya tutunmuş, kana kana huzur ve mâneviyat içen ve içmekte olan…
Haydi sırât-ı müstakîm yolunda kardeş olmaya, buyur gel, bekliyoruz!
Kaynak: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, Sayı: 179 / 180