Dil Konusundaki Hassasiyetimiz Nasıl Olmalı?
Milletler, târih sahnesinde hayâtiyetlerini kendi bünyelerine has “kültür” değerleriyle devâm ettirebilirler. Millî kültürümüzün âdeta temelini de din, dil ve tarih şuuru oluşturur.
Din; yaratılışın gayesi, kundak ile kefen arasındaki hayatı tanzîm eden, böylece kulu âhiret saâdetine hazırlayan ilâhî kanunlar mecmûasıdır. Dil; onun ortaya koyduğu hakîkatlerin ifade vasıtası, tarih de bu iki unsur çerçevesinde yaşanan hâdiselerin sebep ve neticelerinin tahlîli ile milletlerin istikbâlini aydınlatan bir meş’aledir. Bu yüzden bu üç unsur birbirinden ayrı düşünülemez.
DİLİMİZ HANGİ AMAÇLARLA TAHRİP EDİLMEK İSTENMEKTEDİR?
Milletimizi Osmanlı medeniyetinin temelini oluşturan İslâm kültüründen uzaklaştırmak için, bir kısım nâdanların müdâhalesiyle tahrîb edilmiş olan dilimiz, bugün maalesef, ciddî bir tefekküre imkân vermeyecek bir sûrette kısırlaştırılmış durumdadır. Güyâ Türk dilini korumak adına, bin yıldır milletimizin kendi dil zevkine göre kullana kullana artık dilimizin bir zenginliği hâline getirdiği kelimeler atılarak zayıf ve fakir bir dil meydana getirilmek istenmiştir.
1890’da yayınlanan Redhouse Türkçe-İngilizce Lügat’te 92 bin Türkçe kelime yer alırken, 1945’te Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe Sözlük’te bu sayı 15 bine kadar düşürülmüştür. Günümüzde ise bu sayıdan geriye ne kadar kaldığını tahmin etmek zor değildir. Bu hâl, dildeki erozyonun bâzı mihraklar eliyle ne dehşetli bir sûrette sürdürüldüğünü gözler önüne sermektedir.
DÜNYADA HİÇ BİR DİL BU KADAR TAHRİP EDİLMEDİ
Bugün batı dillerinin herhangi birinde böyle bir müdâhale yapılsa, yani onlardan Grek ve Latin asıllı kelimeler ihrâc edilse, o diller basit bir kabile dili seviyesine iner ve anlaşılmaz bir hâl alır.
Bu sebepledir ki dünyada hiçbir dil üzerinde bizim dilimizdeki tahribâtın bir benzeri cereyan etmemiştir. Bizdeki gayretkeşliğin(!) asıl ehemmiyetli noktası, takip edilen gâyedir. Bu fâciayı planlayanların gâyesi, yeni nesillerin İslâmî tefekkür istîdâdını ortadan kaldırmaktan ibârettir. Yâni hedefleri Kur’ân ve ondan doğan tefekkürdür. Bunu hesaba katarak her İslâmî temâyül sahibinin bu muzır cereyâna karşı direnmesi, bir îman ve vatan borcudur. Aksine hareket, bu mukaddes değerlerimize karşı büyük bir gaflet demektir.
LİSANIMIZI TAHRİBATTAN KURTARMAK İÇİN NE YAPMALIYIZ?
Lisânımızı bu tahribattan kurtarmadıkça, başımıza musallat olan binbir çeşit gâileden kurtulmamız da mümkün değildir. Zîrâ insanlar kelimelerle düşünürler. Mefhumları ve kelimeleri eksiltilmiş, kısırlaştırılmış ve çarpıtılmış bir “dil” ile derin İslâmî ve millî tefekkürün heyecan ufuklarına açılmak aslâ mümkün değildir. Bu yapılmadıkça da, davranış ve duygularımızın temelini teşkil eden tefekkür cılızlaşır ve gönül ufku daralır. Sıhhatli fikirler üretemeyen sığ ve kısır bir tefekkür ile de millî ve mânevî bünyemize kasteden fikir akımlarına karşı kâfî derecede mukâveme gösterilemez.
Bunun için, millî kültürümüze ve millî şuurumuza zıt olan ve hem mânâ hem de telâffuzu tahrîb ederek meydana getirilmek istenen “uydurma dil”e de aslâ îtibâr etmemek gerekir. Türkçeleştirme veya sadeleştirme adı altında yapılan sahteleştirmelerin, hemen hemen bütünüyle mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in dilimize hediye ettiği kelimeler üzerinde yapılmakta olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak îcâb eder.
TÜRK DİLİNE YAPILAN İHANET!
Bin yıldır kullandığımız, millî bünyemize kattığımız, artık bizden bir parça hâline gelmiş ve insanımızın hâlen kullanmakta olduğu “hayat” dolu kelimelere eski ve ölü kelime yaftası vurup, yerine “yaşam” kelimesini ikâme etmeye çalışmak, Türkçeleştirmek değil, olsa olsa dilimizi diri diri mezara gömmeye kalkışmaktır. Böyle misaller saymakla bitmez. Meselâ; “imkân” yerine “olanak”, “ihtimal” yerine “olasılık”, “hâkim” yerine “yargıç”, birbirinden farklı mânâ inceliklerine sahip “ihtilâl”, “inkılap” ve “ıslahat” gibi kelimeleri topyekün atıp yerine “devrim” kelimesini uydurmakla Türk diline hizmet edilmez, ancak ihânet edilir.
Ayrıca şunu da ifâde edelim ki, uydurulan kelimelerin pek çoğu, güzel Türkçemizin uzun asırlar içinde teşekkül etmiş mantığına da aykırıdır. Meselâ, “sı” veya “si” eki, liyâkat veya istihkak ifâde etmek üzere kullanılan bir ektir. Buna göre, “öpülesi eller” öpülmeye lâyık eller, “kırılası eller” kırılmaya müstehak eller, demektir. Yine bu durumda “olası” kelimesi, olmaya lâyık veya müstehak demek olur. Hâlbuki bu uydurma kelime bugün “olması muhtemel” mânâsında kullanılarak aslî muhtevâsına uymayan bir şekilde kullanılmaktadır.
Dilin yapısına âit bu gibi gerçekler, çocukluktan itibaren zihinde bir iz bırakır ve bu sûretle lisânın kendine has mantığını teşkil eder. Bu mantık da yukarıdaki misalde görüldüğü gibi bozulmaktadır.
AMAÇ MİLLETİ KUR'ÂNÎ MEFHUMLARDAN UZAKLAŞTIRMAK MI?
Bütün bu kasıtlı ikâme faaliyetleri, milletimizi Kur’ânî mefhumlardan uzaklaştırmak, bu kelimelerin hatırlattığı diğer İslâmî mânâlarla irtibâtını yok etmek emeline hizmet etmektedir. Fakat ne hazindir ki, günümüzde, kimileri selde sürüklenen kütükler misâli gaflet ve cehâleti sebebiyle, kimileriyse kasıtlı olarak, bu kültür tahribâtına ortak olmaktadırlar. Fakat daha da hazin olanı, İslâmî şuura sahip olduğunu iddiâ eden pek çok kimsenin de bazı çevrelere yaranabilmek gayesiyle bu tuzağa düşmesidir.
Unutmayalım ki bizler, ecdâdımızın millî ve mânevî değerleriyle bütünleşebildiğimiz zaman, onların bizlere bıraktıkları mukaddes emânetleri şerefle taşıyabilmiş ve kendimize has millî ve mânevî şahsiyetimizi yaşatmış oluruz. Bu bakımdan dilimiz, maddî ve mânevî değerleri bizlere en nefis bir şekilde tattıran Yûnusların dili olmalıdır. Anadolumuzun hâlen kullandığı temiz Türkçe olmalıdır.
KONUŞTUĞUMUZ DİL İLE MEHMET AKİF'İ NE KADAR ANLAYABİLİYORUZ?
Milletimizin rûhî dokusunu, şan ve şerefini ifâde eden İstiklâl Marşı’mızı düşünelim: O geniş ve derin muhtevâlı kelimelerin çıkarılıp yerine uydurma kelimelerin konması hâlinde, o şiir, zihinlerde zerre kadar bir iz bırakır mı, gönüllerde aynı heyecanı meydana getirebilir mi? Bu bakımdan, hiç olmazsa İstiklâl Marşı’nın muhtevâsını anlayabilecek seviyede bir lisan kültürüne sahip olmamız îcâb eder. Zîrâ millî şâirimiz Mehmed Âkif’i anlayamayan bir nesil, hangi kültürün esaretinde olduğunu da anlayamaz.
Bin yıllık kültürümüzden gelen kelimelerin atılması, İngiliz kültüründen ve diğer yabancı kültürlerden gelen kelimelerin onun yerini alması, mağaza levhalarında ve giysiler üzerinde vitrine edilmesi, kültürümüze karşı işlenen tahribâtın bir başka şeklidir.
Millî ve mânevî değerlerimiz talan edilirken sessizce seyretmek, emânetin elden çıkmasıyla neticelenebilecek dehşet verici bir gaflettir. Uğrunda nice canlar verilerek bugünlere ulaştırılan bütün millî ve mânevî değerlerimizi muhâfaza için lâyıkıyla gayret gösterelim ki, o ağır bedelleri tekrar ödemek mecbûriyetinde kalmayalım.
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları, 2011, İstanbul