Dilin Önemi ve Özellikleri Nelerdir?
Dil Şuuru nedir? Kur'ânî kelimeler dilimizden neden çıkarılmaya çalışılıyor? Dinimizi en iyi şekilde yaşama yolunda dilin yeri nedir? "Uydurma Dil"e karşı tepkimiz ne olmalı? gibi soruların en yalın şekilde cevapları...
Müslüman gencin hayat anlayışını teşkil eden esaslardan biri de “dil şuuru”dur. Zira dil, dînin ortaya koyduğu hak ve hakîkatin ifâdesine vesîledir. İnsanlar, kelimelerle düşünür, lisân ile tefekkür ufuklarını genişletirler. Bu sebeple müslüman bir genç, dil ve edebiyat kültürüne sahip olmalı; “tesirli ifâdeler” kullanmayı öğrenmelidir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
وَعِظْهُمْ وَقُلْ لَهُمْ ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ قَوْلًا بَل۪يغًا
“…Onlara öğüt ver ve kendileri hakkında belâğatlı (tesirli ve yerinde) söz söyle!” (en-Nisâ, 63)
Bir kısım nâdanlar, milletimizi, medeniyetimizin temelini oluşturan İslâm kültüründen uzaklaştırmak için dilimizi tahrip etmişlerdir. Bugün maalesef dilimiz, ciddî bir tefekküre imkân vermeyecek bir sûrette kısırlaştırılmış durumdadır. Güyâ Türk dilini korumak adına, bin yıldır milletimizin kendi dil zevkine göre kullana kullana lisânımızın bir zenginliği hâline getirdiği kelimeler atılarak kültür hazinemiz talan edilmiştir.
1890’da yayınlanan Redhause Türkçe-İngilizce Lügat’te 92 bin Türkçe kelime yer alıyordu. 1945’te Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Türkçe Sözlük’te bu sayı 15 bine kadar düşürüldü. Günümüzde bu sayının kaça indiğini tahmin etmek ise zor değildir. Bu hâl, dildeki erozyonun bâzı mihraklar eliyle ne dehşetli bir sûrette sürdürüldüğünü gözler önüne sermektedir.
Dilde “sâdeleştirme” adı altında yapılan bu nevî “kısırlaştırma” faâliyetleri, kültürümüze karşı işlenen ihânetin açık bir tezâhürüdür.
Meselâ, Türkçe karşılığı “savaş” deyip bunu kâfî sayarak, bakınız kaç kelime millet hâfızasından kazınmaya çalışılmış ve sonra da unutulmaya terk edilmiştir:
Harp, muhârebe, cidâl, mücâdele, cihâd, mücâhede, cenk, mudârabe, mübâreze, mukâtele…
Hâlbuki bu kelimelerin her biri farklı bir mânâ inceliğine sahiptir. Onların yerine sadece “savaş” kelimesini kullandığımızda, pek çok mânâ zenginliklerini yitirir, hattâ onları düşünemez hâle geliriz.
Aynı şekilde; müteveffâ, müteveffiye, merhûm, merhûme, meyyit, meyyite, mevtâ, maslup, maktul kelimeleri unutturulup sadece “ölü” kelimesi kullanılıyor. Bu, canlı bir dili zayıflatıp ölüme terk etmek değil midir? Bu nevî misalleri çoğaltmak mümkündür.
Bugün batı dillerinin herhangi birinden Grek ve Latin asıllı kelimeler ihrâc edilse, o lisan basit bir kabile dili seviyesine iner ve anlaşılmaz hâle gelir. Bu sebeple, hiçbir millet, lisânına böyle bir muâmeleyi revâ görmemiştir.
KUR'ÂNÎ KELİMELER HEDEF ALINIYOR
İşin en tehlikeli tarafı da bu fâciâyı plânlayanların gâyesidir. Onların maksadı, yeni nesillerin İslâmî tefekkür kâbiliyetini ortadan kaldırmaktır. Yâni Kur’ân ve ondan doğan tefekkürü hedef almaktadırlar. Bilhassa Kur’ân kültüründen gelen kelimeleri çıkarıp, yerine mânâyı tam ifâde edemeyen, anlaşılması güç ve daha kötüsü de yabancı kültürleri taşıyan kelimeleri koymaları bunu göstermektedir.
Şunu unutmamak lâzımdır ki, kelimeler birtakım ince ve derin mânâlar ihtivâ ederler. Her kelimenin târih boyunca yüklendiği hâtıralar, mânâlar ve tedâîler (çağrışımlar) vardır. Meselâ ecdâdımız Arapça’dan “sofra” kelimesini almıştır. Sofra, Allah yolunda hicret veya cihâd etmek üzere çıkan mücâhidin azık torbasına verilen isimdir. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45.) Ecdâdımız bu kelimeyi kullanarak, her lokmayı, Allah yolunda hizmete kuvvet kazanmak için yediğini ifâde etmektedir.
Bir mütefekkir şöyle der:
“Bir milleti değiştirmek istiyorsanız önce kelimelerini değiştirin!”
Kendi kelimeleri unutturulan, yabancı zihniyetlere açılan ve nihâyet Kur’ân’dan uzaklaştırılan gençlerin ne hâle düşeceğini tahmin etmek zor değildir. “Bir kelimeden ne çıkar?!” denilemez. Yüz yıl önce kim derdi ki, bütün sokaklarımız, dükkânlarımız ve neredeyse her şeyimiz dil vâsıtasıyla batı kültürünün hâkimiyeti altına girecek? Ama şimdi acı bir şekilde bu duruma düşmüş bulunmaktayız.
Hâsılı, konuşma ve yazılarımızda Kur’ân kültüründen gelen kelimeleri kullanırsak, tefekkür ve tahassüs ufkumuzda farklı bir rûhâniyetin tecellî edeceği muhakkaktır.
Şunu unutmamak îcâb eder ki; din ile dil arasında çok kuvvetli bir bağ mevcuttur. Din, dil ile ifâde edilir. Târih boyunca Suhuflar ve ilâhî kitaplar insanlara hep dil ile ulaştırılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in en başta gelen mûcizevî yönü de, beşerî lisânın üzerinde hârika bir ifâde tarzıyla indirilmiş olmasıdır.
Mesleği ne olursa olsun her müslümanın günlük konuşmalarında dahî bu zararlı cereyâna karşı direnmesi ve İslâmî kültürle yoğrulan kelimeleri kullanması bir îman ve vatan borcudur. Biz bu lisân meselesinin, müslümanlar için bir âhiret mes’ûliyeti olduğunu düşünüyoruz.
DİN DİLDE YAŞAR
Bir mü’minin doğumundan ölümüne kadar hayatının her ânında hep dinden ve mukaddesattan söz edilir:
Müslümanlar, gönüllerindeki inanca tercüman olarak dilleriyle zikir ve duâ ederler.
Mü’min bir âilede, bir çocuk dünyaya geldiğinde; “Allah hayırlı uzun ömürler versin, sâlih evlât olsun, hayru’l-halef (değerlerinize en güzel şekilde sahip çıkan biri) olsun!” denir.
Hasta ziyaret edildiğinde; “Allah şifâlar versin, çektikleriniz günahlarınızın affına ve derecenizin yükselmesine vesîle olsun!” denir.
Ölünün yakınlarına; “Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun!” denir, hepimizin Allâh’a kavuşacağı hatırlatılır.
Yola çıkan; “Allâh’a ısmarladık!” der, uğurlayan “selâmet” diler, yolcu sefer duâsını okur.
İstirahata çekilen duâ eder, uyanan şükreder, bir işe başlayan besmele çeker, ilk alış-veriş yapıldığında; “Siftah senden bereket Allah’tan.” denir.
Bir mü’minle karşılaşan, önce selâm verir, karşısındaki de selâm alır... Bu örnekleri alabildiğine çoğaltabiliriz.
Netîce:
“Din, dilde yaşar ve yaşanan dile gelir.”
Dinden uzaklaştırma siyâseti tâkip edenlerin en mühim vâsıtası dildir, yani ondan dînî kelimeleri ayıklamaktır. Günümüzde maalesef din, dilden uzaklaştırılmakta, yukarıda misallerini verdiğimiz “zikir ve duâlar”ın yerini mânâsız, yabancı kültürlere âit ve dinden uzak ifâdeler almaktadır. (Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Yeni Şafak Gazetesi, 23 Ocak 2005; http://m.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/4/0133.htm)
"UYDURMA DİL"E KARŞI HASSAS OLMALIYIZ
Lisânımızı bu tahribattan kurtarmadıkça, başımıza musallat olan binbir çeşit belâyı defetmemiz mümkün değildir. Zira insanlar kelimelerle düşünürler. Mefhumları ve kelimeleri azaltılmış, kısırlaştırılmış ve çarpıtılmış bir “dil” ile derin İslâmî ve millî tefekkürün heyecan ufuklarına açılmak aslâ mümkün değildir. Bu yapılmadıkça da, davranış ve duygularımızın temelini teşkil eden tefekkür cılızlaşır ve gönül ufku daralır. Sıhhatli fikirler üretemeyen sığ ve kısır bir tefekkür ile de millî ve mânevî bünyemize kasteden zararlı akımlara karşı durulamaz.
Bunun için, millî şuurumuza zıt olan ve hem mânâ hem de telâffuzu tahrîb edilerek meydana getirilmek istenen “uydurma dil”e aslâ îtibâr etmemek gerekir. Zira Türkçeleştirme veya sâdeleştirme adı altında yapılan sahteleştirmeler, ekseriyetle mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in dilimize hediye ettiği kelimelere karşı yapılmaktadır.
Bin yıldır kullanarak millî bünyemize kattığımız ve hâlâ anlaşılmakta olan “hayat” dolu kelimelere “eski” yaftası vurup, yerine “yaşam” kelimesini koymak, Türkçeleştirmek değil, olsa olsa dilimizi diri diri mezara gömmektir. Böyle misaller saymakla bitmez. Meselâ; “imkân” yerine “olanak”, “ihtimal” yerine “olasılık”, “hâkim” yerine “yargıç”, birbirinden farklı mânâ inceliklerine sahip “ihtilâl”, “inkılâp” ve “ıslahat” gibi kelimeleri atıp yerlerine sadece “devrim” kelimesini uydurmakla Türk diline hizmet edilmez, ancak ihânet edilir.
YÛNUSLARIN ÂKİFLERİN DİLİ
Unutmayalım ki bizler, ecdâdımızın millî ve mânevî değerleriyle bütünleşebildiğimiz zaman, onların bıraktığı mukaddes emânetleri şerefle taşıyabiliriz. Ancak bu şekilde kendimize has millî ve mânevî şahsiyetimizi yaşatmış oluruz. Bu bakımdan dilimiz, maddî ve mânevî değerleri bizlere en leziz bir şekilde tattıran Yûnusların, Mehmed Âkiflerin dili olmalıdır. Anadolumuzun hâlen kullandığı “temiz Türkçe” olmalıdır.
Milletimizin ruh dokusunu, şan ve şerefini ifâde eden İstiklâl Marşı’mızı düşünelim: O geniş ve derin muhtevâlı kelimelerin çıkarılıp yerine uydurma kelimelerin konması hâlinde, o şiir, zihinlerde zerre kadar bir iz bırakır mı? Gönüllerde aynı heyecanı meydana getirebilir mi? Bu bakımdan, hiç olmazsa İstiklâl Marşı’nın muhtevâsını anlayabilecek seviyede bir lisan kültürüne sahip olmamız îcâb eder. Zira millî şâirimiz Mehmed Âkif’i anlayamayan bir nesil, hangi kültürün esâreti alında olduğunu da anlayamaz.
Millî ve mânevî değerlerimiz talan edilirken sessizce seyretmek, emânetin elden çıkmasıyla neticelenebilecek bir gaflettir. Uğrunda nice canlar verilerek bugünlere ulaştırılan millî ve mânevî değerlerimizi muhâfaza edelim ki, o ağır bedelleri tekrar ödemek mecbûriyetinde kalmayalım.
Bugün memleketimizin pek çok mühim meselesi vardır. Fakat en az bunlar kadar ehemmiyetli olan, lisânımızdaki korkunç tahribattır.
Aziz genç! Bir yabancı dili öğrenmek için para, zaman ve emek bakımından pek çok fedakârlığa katlanıyorsun… Biraz da kendi öz lisânını öğrenmek için gayret sarf etsen olmaz mı?..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hakk'a Adanmış Gençlik , Erkam Yayınları