Din Samimiyettir
İhlâs ve samimiyet, dinin özüdür. İhlâs ve samimiyet, gösterişi bir tarafa bırakıp kulluğu sadece Allah’a özgü kılmaktır. Din samimiyettir. Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...
DİN SAMİMİYETTİR
Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd ettiği kâmil insan modelini -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahsında sergiledi. Ve O’nu bütün bir beşeriyet için örnek şahsiyet olarak lûtfetti.
En başta namaz. Namazsızlık çok zor bir hâdise. Cehennem’e girenlere Cennet’e girenler sesleniyorlar:
“–Siz niçin Cehennemliksiniz?” diyorlar. “Ne yaptınız da Cehennemlik oldunuz?”
Beş şart söylüyorlar. Birinde;
“–Biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 42-43)
Demek ki; namaza biz nasıl ehemmiyet vereceğiz, nasıl bir namaz kılacağız, evlâtlarımıza nasıl bir namaz terbiyesi vereceğiz, kendimize nasıl namazı sevdireceğiz, evlâtlarımıza nasıl namazı sevdireceğiz?..
Cenâb-ı Hak:
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Mü’minler kurtuldu.” (el-Müʼminûn, 1) buyuruyor.
Birinci madde:
اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
“Onlar ki namazlarında huşû içindedirler.” (el-Müʼminûn, 2)
Demek ki sırf Cenâb-ı Hak geometrik bir namaz istemiyor. Duygulu bir namaz istiyor. İlâhî huzurda olduğunun idrâki içinde bir namaz istiyor.
Ve namaz hakkında; “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Yani Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran secdeler istiyor. İnsan anatomisini Cenâb-ı Hak en güzel secde edecek şekilde halketti. Böyle bir namaz kılınırsa; Efendimiz en yüce bir ahlâk üzere… Bir, namazla terbiye, namazla güzel ahlâk. Bu gerçek namaz, fahşâdan münkerden korur buyruluyor, kötülükten korur buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Ankebût, 45)
Gelişigüzel namaz kılana; “Yazıklar olsun.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Mâûn, 4)
Demek ki fahşâdan-münkerden koruyan bir namaz. Biz o zaman kendi namazımızın röntgenine bakalım. Nasıl maddî röntgenlere bakıyoruz, kendi röntgenimize bakalım, namaz bizi ne kadar gözümüzü, kulağımızı, dilimizi koruyor? Ne kadar bizi fazîlete yönlendiriyor? Nasıl bizi namaz terbiye ediyor?
Oruç geliyor. Hep ibadetler güzel ahlâkı tamamlattırıyor. Oruç geliyor. لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ buyuruyor Cenâb-ı Hak. “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) buyuruyor oruçta.
Nasıl takvâ sahibi olacaksın? Allâh’ın nîmetlerini tefekkür edeceksin. Bak yarım gün açlığa dayanamıyoruz. Cenâb-ı Hak bize devamlı ihsân ediyor. Biz ne yapacağız? Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği gibi biz de ihsan edeceğiz. Bir; cömert olacağız.
İkincisi; Allâh’ın verdiği nîmetleri tefekkür edeceğiz. Yarım bardak suya, yarım dilim ekmeğe muhtaç oluyoruz. Cenâb-ı Hak onu vermese, şu suyu eğer gökten tuzlu indirse, toprak vermese verimini, ne yaparız biz?!.
Cenâb-ı Hak;
“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için…” buyuruyor. (Bkz. el-Câsiye, 13)
Demek ki oruç, “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ”, bizi takvâ hayatına götürmesi lâzım. Açların hâlini düşüneceğiz, merhametimiz artacak. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfunu düşüneceğiz, şükrümüz artacak.
Zekât, sadaka, infak, bunlar bizi Allâh’a yaklaştıracak.
Veren kim? Kim verdi? Kim verdi, niye verdi? Demek ki vermekle Cenâb-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm esmâsından, Efendimiz’in raûf ve rahîm sıfatından bir hisse alacağız.
Acaba verdikçe seviniyor muyuz? Kendimizi imtihan edelim. Yoksa benim malım azaldı, diye üzülüyor muyuz? Bu da bizim için bir kıyas olmuş oluyor.
Cenâb-ı Hak:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92])
Sevdiklerinizden vermedikçe Allâh’a yaklaşamazsınız buyuruyor. Hep Cenâb-ı Hak ölçüler veriyor.
Bunlarla bizde ne teşekkül edecek? Güzel ahlâk teşekkül edecek. Bu güzel ahlâk ile Cennet’e girilir, Dâru’s-Selâm’a. Yani ibadetler bizi Cennet yolcusu ediyor, ahlâkımızı güzelleştirmek şartıyla.
Yani bir geometri içinde bir ibadet istemiyor Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hak ne istiyor bizden? İhlâs istiyor. İhlâs/samimiyet istiyor. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“O hâlde kâfirlerin hoşuna gitmese de siz dîni Allâh’a has kılarak O’na ibadet edin.” (el-Mü’min, 14) buyuruyor.
Yine Rasûlullah buyuruyor:
“…Allah ancak samimiyetle, sadece kendisi için, rızâsı gözetilerek yapılan ameli kabul eder.” (Bkz. Nesâî, Cihâd, 24; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 5/472)
Yani ibadet riyâdan uzak olacak, gösterişten uzak olacak. Verdiğin sadakayı mümkünse saklayarak vereceksin. İbadetler öyle hâkezâ. Fakat ben saklayacağım diye câmiye, cemaate gelmemek yok, o zarûrî o…
Din samimiyettir. Bu samimiyete bir misal var Efendimiz’den. Geçmiş kavimlerden bir hâdiseyi Efendimiz bildiriyor. İhlâsın bir neticesini bildiriyor. Bu bir Buhârî hadîs-i şerîfi, yani güçlü bir hadîs-i şerîf.
Zeyd bin Erkam naklediyor:
Vaktiyle bir adam;
“–Ben mutlakâ bir sadaka vereceğim.” diyor. Geceleyin evinden çıkıyor, karanlık tabi, sadakasını alıp çıkıyor, onu bilmeden bir hırsızın eline veriyor. Ertesi gün belde halkı diyor ki;
“–Hayret diyor, bu gece bir hırsıza sadaka verildi.” diyor. Yani verilmeyecek bir insana sadaka verildi diyor. Adam farkında değil onun.
Yine ikinci gece:
“–Allâh’ım diyor, Sana hamd olsun, ben mutlakâ bu gece bir sadaka vereceğim.” diyor. Evinden çıkıyor, tabi karanlık, ışık yok. Bilmeden bir fâhişenin eline sadaka veriyor. Ertesi gün halk diyor ki:
“–Olur şey değil diyor. Bu gece bir fâhişeye sadaka verildi.” diyor. Bunun dedikodusu yapılıyor.
Ertesi gün adam diyor:
“–Bugün diyor, bir sadaka daha vereceğim bu gece.” Çıkıyor, bir zenginin eline para tutuşturuyor, hemen kayboluyor.
Yine ertesi gün deniyor ki:
“–Yâhu bir zengine sadaka verildi.” deniliyor.
Adam ertesi gün bir rüya görüyor:
“Sen diyor, ilk gün diyor, bir hırsıza sadaka verdin diyor. Senin niyetine göre o hırsızlığı terk etti diyor. İkinci gün bir fâhişeye sadaka verdin, o da iffete geldi diyor. Üçüncü gün bir zengine sadaka verdin, o da cömert oldu.” buyruluyor. (Bkz. Buhârî, Zekât, 14; Müslim, Zekât, 78)
Yani verilen şeyin ihlâs, kalbinin akışına göre bir tesir etmiş oluyor.
Yine bir misal:
Yine bu Kadı Iyaz’da var. Amr bin Leys, Horasan meliklerinden, kahramanlarından. Bu zât vefat ediyor. Vefatından sonra onu bir sâlih zât rüyasında görüyor. Aralarında şu konuşma oluyor:
“–Allah sana nasıl muâmele etti?” diyor.
“–Allah beni affetti.” diyor.
“–Allah seni hangi amelin sebebiyle affetti?” diyor.
“–Bir gün bir dağın zirvesine çıkmıştım. Yüksekten askerlerime baktım -kumandandı- sayılarının çokluğu hoşuma gitti. «Keşke ben Rasûlullah zamanında yaşasaydım da O’na yardım edip o yolda fedâ-yı cân eyleseydim.» diye hislendim. İşte bu niyet karşısında Yüce Allah beni mağfiret etti.” buyuruyor. (Bkz. Kadı Iyâz, Şifâ, II, 28-29)
Burada demek ki niyetlerimiz çok mühim, ihlâs…
Yine merhum pederim Mûsâ Efendi anlatıyor:
Sâmi Efendi Hazretleri ile yolculuğa çıkarlardı Anadolu’ya. Ürgüp’ten geçerken bir kişi otomobili çeviriyor:
“–Efendi diyor, bana sigara parası ver.” diyor Sâmi Efendi Hazretleri’ne. Sâmi Efendi Hazretleri çıkartıyor para veriyor. Tabi arkadaşları da muhâlefet ediyor. Sigara parası istiyor, Sâmi Efendi Hazretleri de buna para veriyor…
Adam parayı alıyor, diyor ki:
“–Efendim diyor, şimdi benim karnım aç diyor, bu parayla gidip kendime ekmek alacağım.” diyor.
Velhâsıl verenin niyeti çok mühim. Bir de verdiği sadakanın helâliyeti mühim çok. Onun için Efendimiz’in bir vasfı da “muâmelâtta zarâfet”. Bir mü’minin muâmelâtı zarif olacak. Bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:
“Mü’min, bal arısına benzer. Arı daima temiz olan şeyleri yer. (Çiçeklerin göbeğinden, ortasından alır.) Temiz olan şeyleri ortaya koyar. Temiz yerlere konar. (Nazik davrandığı için) konduğu yere de zarar vermez, (orayı kırıp dökmez. Düştüğünde ise, kırılmaz, bozulmaz.)” (Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147)
Mü’min de böyle bir bal arısı gibi olacak. Nezâket, zarâfet taşıyacak.
Yine Efendimiz buyuruyor, kendi vasfını bildiriyor. Tabi bizim hep bu vasıflarla vasıflanmamız lâzım. Buyuruyor ki Efendimiz:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim (daha ötedeyim, daha üstünüm). Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal, kendi yakınların âittir. Fakat borç ve yetimler bırakırsa, o borç bana âittir. Yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)
Efendimiz’deki zarâfet. Yine Efendimiz’in bir zarâfeti. Nasıl müslümanların derdiyle dertlenmesi:
Mudar Kabilesi diye bir kabile geldi. Medîne’ye girdi. Perişan bir kabile, üst-baş yok doğru dürüst. Efendimiz şöyle bir baktı, görünce o kabileyi, rengi sapsarı oldu Efendimiz’in.
“–Bilâl, ezan oku!” dedi. Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okudu, cemaat toplandı, iki rekât bir namaz kıldırdı:
“–Herkes ne varsa getirsin.” dedi.
Kimi çuvala doldurarak, kimi elinde bir avuç hurmayla geldi. Efendimiz bu heyecanı görünce sevindi. O kireç gibi olan benzi, pembeleşmeye başladı. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)
Demek ki Efendimiz bir mü’minin ıztırâbıyla ne kadar üzülüyordu, sevinciyle de ne kadar seviniyordu. İşte bu, nebevî bir haslet, nebevî bir ahlâk.
(Sahâbe) Efendilerimiz diyor;
“–Biz diyor, merhametliyiz.” diyorlar.
“–Yok (diyor Efendimiz). Merhamet; âm ve şâmil merhamet, Allâh’ın bütün mahlûkâtına uzanan merhamettir.” (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)
Yani Myanmar’ı düşüneceksin. Suriye’yi düşüneceksin. Garip kalmış, mazlum bir mü’mini düşüneceksin. Zulüm altındaki bir mü’mini… Hiçbir şey yapamıyorsan duâ edeceksin ona.
Dâvud-i Tâî Hazretleri diyor ki:
Bir mü’min, günde en aşağı on sefer duâ etmeli:
اَللّٰهُمَّ اصْلِحْ اُمَّتَ مُحَمَّد
اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّتِ مُحَمَّد
اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّتَ مُحَمَّد رَحْمَةً عَامَّةً
İşte Muhâcir-Ensâr’ı görüyoruz. Nasıl, “al işte evim” dedi. “İşte hurma bahçem, gel paylaşalım.” dedi. Yani günümüzde de düşüneceğiz, Suriyeli mazlumlar, biz onlara karşı ne kadar merhametliyiz?.. Hiçbir şey veremiyoruz, hiçbir imkân imkânımız yok, sıfır imkânlıyız, hattâ borçluyuz; ne buyuruyor Cenâb-ı Hak;
“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. Hiçbir şey veremiyorsan, tesellî et diyor, onun gönlüne sevinç verecek sözler söyle buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)
Yani bir müslüman daima diğergâm olacak. “Hayır” olmayacak lügatinde.
Sırf vermekle mi oluyor bu? Bir misal:
Ulbe bin Zeyd var -radıyallâhu anh-. Çok fakir bir sahâbî. Hattâ Tebük Seferi oldu, harbe gidecek devesi de yok, atı da yok, bir kargı âleti de yok, oraya gidecek bir yiyeceği de yok. Üzülüyor:
“Ben Rasûlullah Efendimiz’in yanında olmayacağım diyor. Tâ diyor, herkes diyor, Tebük’e kadar beraber gidecek, bin km yol gidecek çölde, ben bundan mahrum olacağım.” diyor. Düşünün…
Sabahleyin Rasûlullah Efendimiz’e geliyor:
“–Yâ Rasûlâllah diyor, benim diyor gidecek hiçbir şeyim yok diyor. Ne mal var, ne at var, ne deve var, ne yiyecek bir şeyim var diyor. Ben ancak bu gece şöyle duâ ettim seher vakti diyor.
«Yâ Rabbi! Benim aleyhimde olanlar vardı şimdiye kadar. Benimle alay edenler, istihzâ edenler vardı. Benim dedikodumu edenler vardı. Ben onların hepsine hakkımı helâl ediyorum. Bunu sadaka olarak bana ihsân et.» dedim.”
Efendimiz buyuruyor:
“Allah senin sadakanı kabul etti.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)
Demek ki bu da bir mü’minin diğergâmlığı olmuş oluyor. Dâimâ bir kardeşini affetmek. Cenâb-ı Hak Nûr Sûresi’nde:
“Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor.
Eğer kıyâmet günü Allâh’ın seni affetmesini istiyorsan, sen de affedeceksin. Bu âyet indiği zaman Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’in kızı Âişe Vâlidemiz’e, Efendimiz’in âilesine iftira atan kişilerden biri de Ebû Bekir Efendimiz’in çok sadaka verdiği bir kişi çıktı.
“–Bundan sonra vermeyeceğim ona sadaka!” dedi.
Âişe’ye iftira attı, Allah Rasûlü’nün âilesine iftira attı, ümmetin en şerefli ailesine iftira attı, ümmehât/ümmetin annesine iftira attı. “Vermeyeceğim!” dedi. Âyette, Nûr Sûresi’nde:
“Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22)
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet dedi, Allâh’ın beni affetmesini isterim.” dedi, yine ona sadaka vermeye devam etti.
Hep bunlar bize bir ahlâk ölçüleri olmuş oluyor.
Nasıl Efendimiz terbiye etti? Yine bu da çok mühim. Efendimiz’e diyorlar ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Falan kadın geceleri ibadet eder, gündüzleri oruç tutar, başka iyilikleri de var ama, bütün komşuları onun dilinden şikâyetçidir. Diliyle kırar-geçirir, kalpleri kırar. Onun hakkında ne buyurursunuz?”
Efendimiz:
“–Onda hayır yoktur.” buyurdu.
Yine bir kadın bildiriliyor:
“–Bu diyor farz ibadetlerini îfâ eder diyor, orucunu tutar diyor, hayrını da yapar diyor. Fakat diyor komşularına diyor çok iyi davranır diyor. Muâmelâtı çok güzeldir.” diyor.
Efendimiz buyuruyor:
“–O kadın o zaman diyor, Cennetliktir.” buyuruyor. (Ahmed, II, 440; Hâkim, IV, 183-184/7304; Heysemî, VIII, 169)
Rahmetli pederim anlatmıştı, Mûsâ Efendi. Ticaretle meşgulken Ermeni bir komşusu var, o müslüman oluyor. Ona diyor ki:
“–Kardeş diyor, Allah mübarek etsin, müslüman oldunuz diyor. Hidâyet Allah’tandır, fakat hangi sâikle siz müslüman oldunuz?” diyor.
(Rebî Molla diye bir zât var. Çok takvâ sahibi, sûfî bir zât.)
“–Diyor ki, benim bir komşum vardı diyor Molla Rebî isminde diyor. Hayvanları vardı diyor. Onların sütlerini sağar, satar, az bir şey alır kendisine, üstünü infak eder, dağıtır fakir-fukarâya. Baktım bir gün diyor, süt bakraçlarıyla gelip benim kapımı çaldı:
«–Komşu dedi, bu sütler sizin.»
«–Nereden bizim?» dedim.
«–Benim hayvanım sizin tarlaya girdi, sizin otunuzu yedi. Ondan tahavvülât olana kadar onun sütünü size getireceğim.»
«–Yok komşu dedik, helâl olsun.» dedik.
“–Yok dedi, bu dedi, sizin otunuzu yedi dedi bu hayvan.»
Baktık her muayyen gün sütünü getirdi, bakraçla kapımıza koydu.
Biz gece dedi, sefahatten, eğlencelerden gelirdik, bozuk işlerden gelirdik dedi. Hep bu zâta bakardık, bir lambanın altında ibadet hâlinde, duâ hâlinde…
Dedim ki; bu adamın dîni hakîkî bir din, gerçek bir din. Demek ki bu ne kadar hakka-hukuka dikkat ediyor. Ne kadar Cenâb-ı Hakk’ın emrine dikkat ediyor. Bu din, hak dindir. Demek ki biz de onun gibi olalım diye, bu dîne girdik.” diyor.
Velhâsıl hepimize düşen, İslâm’ın ahlâkını yaşayabilmek ve güzel bir müslüman olmak. O şekilde etrafımıza emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunabilmek…