Dinimizde Irkçılık Yoktur
Dinimiz ırkçılığı yasaklamıştır. Peki İslam’da ırkçılığa, kavmiyetçiliğe yer olmadığı ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir?
Bazı Hristiyan müsteşrikler, güyâ sûret-i haktan görünerek, Hazret-i Peygamber’i, sadece Araplara gönderilmiş bir peygamber olarak göstermiş ve risâletinin şümûlünü daraltmaya kalkmışlardır. Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dünyayı teşrîfinden sonra Yahudîlik ve Hristiyanlığın hükmü bittiği hâlde, bunların İslâm’dan sonra da geçerli olduğunu iddia edenlerin de bu sapkın görüşe sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Hâlbuki İslâmiyet, başlangıcından itibaren sadece Arap kavmine değil, bütün insanlığa hitâb etmiştir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Bizans İmparatoru Herakliyüs’e, İran (Sâsânî) Kisrâsına, Habeş Necâşîsine, Bizans’ın İskenderiye Vâlisi Mukavkıs’a ve daha birçok kavmin reisine hitâben İslâm’a dâvet mektupları göndermiştir.
Ashâb-ı kirâm, tâ Semerkand’a, Çin’e, Kafkaslara, Afrika’ya, velhâsıl ulaşabildikleri bütün insan toplumlarına hidâyet nûrunu taşımak için uzun yolculuklara çıkmışlar ve birçoğu da gittikleri son noktada defnedilmişlerdir. Vedâ Haccı’nda 120 bin sahâbî varken, Mekke-Medîne’de medfun sahâbî sayısının 20 bini geçmemesi, bunun açık bir göstergesidir.
“BÜTÜN İNSANLAR EŞİTTİR” AYETİ
Nitekim daha Mekke devrinde İslâm, Hristiyan Habeşistan’da yayılmaya başlamıştır. Peygamber Efendimiz’in Habeşli Bilâl, Fârisî Selman ve yahudî Abdullah bin Selâm -radıyallâhu anhum- ve emsâli Arap olmayan ashâbı da bunun en bâriz şâhididir. Âyet-i kerîmede insanların millet ve kavim bakımından eşitliği şöyle ifade edilmiştir:
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât, 13) Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Ey insanlar! Dikkat edin: Rabbiniz birdir, babanız (Âdem) birdir.
Dikkat edin! Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a, kırmızı tenlinin siyah tenliye, siyah tenlinin kırmızı tenliye hiçbir üstünlüğü yoktur. Bunlar birbirlerine karşı ancak takvâ ile üstün olabilirler.” (Ahmed, V, 411) Buna mukâbil, tahrif edilmiş olan Yahudîlik, sadece İsrâiloğulları ırkına mahsus hâle getirilmiştir. Muharref kitaplarında şu ifadeler yer almaktadır:
“Siz Rabbiniz olan Allâh’ın oğullarısınız. Çünkü sen, Rabbin olan Allâh’a mukaddes bir kavimsin ve Rab bütün kavimlerden üstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere seni seçti.” (Tesniye, Bâb 14)
İSLAM’DA KAVMİYET ÜSTÜNLÜĞÜ ANLAYIŞINA HİÇBİR ŞEKİLDE YER YOKTUR
Yani Yahudîlerde âdeta din bir ırk, ırk da bir din hâline geldiği için, kendilerinden olmayanı istihkār ve istihfâf ederler, hattâ kimi zaman insan yerine bile koymazlar. Zira Tevrât’ın tefsiri olan Talmut’ta, yahudî olmayanlara yapılan bazı zulüm ve haksızlıklar ile onlar üzerinde işlenen birtakım günahlar câiz görülmektedir. Hristiyanlık’ta olduğu gibi, dinlerini yaymaya çalışan bir misyonerlik teşkilâtı Yahudîlik’te yoktur. Ancak Siyonizm esaslı Masonluk ile Yahudî kavmine hizmet eden bazı cemiyetler vardır. Burada yegâne hak din İslâm’ın kavmiyet anlayışına nasıl baktığı hususuna da kısaca temas edelim:
Yukarıda geçen âyet ve hadîsten gâyet sarih bir şekilde anlaşılmaktadır ki, İslâm’da kavmiyet üstünlüğü anlayışına hiçbir şekilde yer yoktur. Gerek ferden, gerekse ırken kibir ve böbürlenmeyi reddeden, tevâzu ve mahviyeti emreden İslâm ahlâkının da elbette, biyolojik ırkçılığı tasvip etmeyeceği, açık bir husustur.
Irkçılığın hiçbir mantıkî tarafı da yoktur. Her milleti Allah yaratmıştır. Bir ırkın diğerine üstünlüğü olsaydı, bu bir adâletsizlik olurdu. Cenâb-ı Hak ise her türlü noksan sıfattan münezzehtir. Rabbimiz dileseydi bütün insanlığı tek bir ırk olarak dünyaya gönderebilirdi. Nitekim bütün insanlık Hazret-i Âdem ile Havvâ Vâlidemiz’den gelmektedir. Fakat maalesef toplumlarda dînî duygular zayıflayınca, insanları bir arada tutabilmek için ırk asabiyeti ön plâna çıkarılmaktadır.
Fakat İslâmiyet, insanın kendi kabîlesini, milletini ve tarihini sevmesini de reddetmez. Hayır-hasenatta bulunacak kişinin, yakın akrabalarından başlamasını telkin buyurur. İslâm, insanların içindeki rekabet hissini, hayırda yarış sırrı içinde, bir teşvik unsuru olarak istihdâm eder. Yeter ki, bu kendi grubuna duyulan muhabbet ve bağlılık, diğer gruplardaki “ibâdullâh’ı istihkār” noktasına getirilmesin, zulüm ve tekebbüre sebep teşkil etmesin.
Bu kavmiyet asabiyetinin kötü numûnesi, Emevîler olmuştur. Ömer bin Abdülaziz devri hâriç tutulursa, Emevîlerin, Araplığı üstün tuttukları, bu sebeple birçok isyan ve muhalefet hareketleriyle karşılaştıkları ve neticesinde de fazla bir ömür sürmeden, 92 sene zarfında tarihe karıştıkları mâlumdur.
Buna mukâbil, târihî an’anelerinden kopmadan, fakat Emevîler gibi başka milletleri de aslâ tahkir ve tezyif etmeden, hizmet şuuruyla hareket eden Osmanlı, tarihte hiçbir hânedâna nasîb olmayan, 620 senelik, bereketli bir ömür sürmüştür. Arab’ı, Boşnak’ı, Arnavut’u, Çerkez’iyle her milletten insan, kâbiliyetlerine göre devletin yüksek makam ve mevkîlerinde yer almışlar, ümmet şuuruyla birlik ve beraberlik içinde yaşamışlardır.
Kültür, tarih, lisan ve edebiyat bakımından, milletlerin kendi mefâhirinden ilham alması ve istikbâle doğru, diğer milletlerle adâlet ve hakkâniyet içinde yarışması, İslâm’ın “Gerçekçilik” prensibine de muvâfıktır.
İslâmiyet, nesep/soy hakîkatini de sosyal verâsetin eğitimdeki faydası cihetinden ele alır. Nesep üstünlüğünü kabul etmez, fakat nesebin ehemmiyetini bildirir. Nesebin ehemmiyeti de mensuplarına, doğru bir istikâmet telkin ettiği nisbettedir. Aksi hâlde bir kıymeti yoktur. Nitekim Ebû Leheb, Peygamber Efendimiz’in amcası olduğu hâlde, Kur’ân-ı Kerîm’de tel’în edilmektedir. Fakat diğer taraftan Allah Rasûlü’nün mü’min akrabaları olan Ehl-i Beyt’e muhabbet beslemek, Efendimiz’e muhabbetin bir gereğidir.
EHL-İ BEYT KİMLERDİR?
Tek başına kan bağı ve biyolojik yakınlık, hiçbir şey ifade etmez. Ancak îman ve takvâ ile müzeyyen bir aile ve akrabalık bağları, kişinin sâlih ve sâliha olarak yetişmesinde pek müessirdir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir sahâbî;
“–Yâ Rasûlâllah! Muhammed’in âli, Ehl-i Beyt’i kimlerdir?” diye sordu. Efendimiz cevâben şöyle buyurdular:
“–Muhammed’in âli/âilesi bütün müttakîlerdir, bütün takvâ sahipleridir.” (Taberânî, Evsat, III, 338) Bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir:
“Dikkat edin, benim dostlarım, babamın âilesi değildir. Benim asıl dostlarım, Allah Teâlâ ve sâlih mü’minlerdir.” (Müslim, Îmân, 366; Buhârî, Edeb, 14) Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- hakkında;
“Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’imizdendir…” buyurmuştur. (Ahmed, II, 446-447) Hulâsa; eğer kalbî beraberlik yoksa, biyolojik ve genetik yakınlık hiçbir şey ifade etmez.
“O SENİN AİLENDEN DEĞİLDİR” AYETİ
Kur’ân-ı Kerîm, bu hakîkati ifade sadedinde Nuh -aleyhisselâm-’ın, kendisine inanmayan oğlu Ken‘an’ı misal verir. Îman etmeyen bu oğlunun, ailesinden olduğunu söyleyerek, kurtuluşu için Cenâb-ı Hakk’a niyâz eden Hazret-i Nûh’a Rabbimiz şöyle buyurdu:
“–Ey Nuh! O aslâ senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı, amel-i gayr-i sâlihtir (kötü bir iştir, çünkü inkâr üzeredir). O hâlde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Ben’den isteme! Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hûd, 45-46) Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“…Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçiremez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları