Dostluğun Ölçüleri Nelerdir?
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi gerçek dotluğun ölçülerini anlatıyor...
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin, aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümlemizin geçmişlerinin rûh-ı şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, şerirlerin şerlerinden muhafazasına, okunan âyet-i kerîmelerin muhtevasından nasipler almayı, bu duâ, bu niyaz ile, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem Kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hak sohbetimizi mübârek eylesin. Cenâb-ı Hak okunan âyet-i kerîmelerden hisseler, nasipler, tecellîler nasîb eylesin.
Âl-i İmran Sûresiʼnden başlanıldı. 190. âyet okundu. Burada Cenâb-ı Hak, dostluğun gönüldeki ölçülerini bildiriyor. -İnşâallah- yeri geldikçe işaret edeceğiz -inşâallah-.
Enfâl Sûresiʼnde, baştan, insanoğlunun bir zaafını bildiriyor. Kardeşliğin mesʼûliyetini bildiriyor. Kalbin keyfiyetini bildiriyor. Cenâb-ı Hakkʼa yakın bir kalp nasıl olacak?
Tevbe Sûresi 111-112. âyet okundu. Burada da müʼminlerden Cenâb-ı Hak îman testini istiyor. Îman ölçülerini istiyor. “Benim îmânım ne kadar?” Cenâb-ı Hak o ölçüleri bildiriyor.
Yûnus Sûresiʼnden 3 âyet kadar okundu. Orada da Cenâb-ı Hakkʼın kendisiyle dost olanlara mukâbilini bildiriyor. Ve bir, müjdeler bildiriliyor.
En son Veşşems Sûresi okundu. Cenâb-ı Hak 7 yeminle geldikten sonra, 7 yemin ettikten sonra, insanın kalbî hayatını, fücur ve takvâ, içimizdeki problem, insanın problemi, müʼminin problemi ve bundan bir temizlenme…
-İnşâallah- yeri geldikçe bahsetmeye, tefsir etmeye gayret edeceğiz Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla -inşâallah-.
Muhterem Kardeşler!
Cenâb-ı Hak:
“Benî Âdemi mükerrem yarattık (üstün yarattık)…” (el-İsrâ, 70) buyuruyor.
Ve o istîdatları veriyor, kendinden istîdat veriyor. Yani cemâlî sıfatlardan istîdat veriyor.
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي
(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor.
Bu istîdatları kul inkişâf ettirecek. Cenâb-ı Hakʼla dost olacak. Mükerrem yaratılışıyla onu tezyîn edecek. Kalbî merhaleler katedecek. Muhteşem olan Cennetʼe lâyık hâle gelecek.
İmtihan dünyası içinde olduğumuz için, bütün Âdem -aleyhisselâm-ʼdan son insana kadar bir dershâne, bu bulunduğumuz cihan.
Burada imtihan olarak da nefs… Nefs ile ruh.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene (yemin ederim ki).” [eş-Şems, 8])
Cenâb-ı Hak ikisinden temizlenmenin şartlarını bildiriyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak kullarını seviyor. Bütün, sayısız mahlûkat bizim bilip bilmediğimiz mahlûkat, yeryüzünde, havada, denizde, melekler, cinler vs… Cenâb-ı Hak bunların hepsinin içinde kullarını, insanı daha çok seviyor. İnsanın mükerrem olmasını istiyor. Ahsen-i takvîm, en güzel bir yaratılışla, bir hayatının devam etmesini, esfel-i sâfilîne, nefsine uyup da bir, altların altına, bir felâkete düşmemesini Rabbimiz arzu ediyor. Ve cemâlî sıfatlara mazhar olan kullarla Cenâb-ı Hak dostluğunu bildiriyor.
Dostluk, müştereklikten kaynaklanır. Cenâb-ı Hak, müʼminleri kelime-i tevhîd ile dostluğa davet ediyor. “Lâ ilâhe” ile (Allahʼtan) uzaklaştıran şeyden kalp kendini koruyacak, “illâ” ancak kalp Cenâb-ı Hakʼla beraber olacak.
Kelime-i tevhîd anahtarı ile girilen İslâm dairesinde bir müʼmine yakışan; dostluğun gerektirdiği gibi yaşayabilmek. Yani Cenâb-ı Hak iki yüz küsur yerde “takvâ”yı bildiriyor. Takvâ üzere bir hayat yaşayabilmek.
Takvâ da nefsânî arzularını bertaraf etme, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirme, ilâhî müşâhedenin, ilâhî kameranın altında olduğumuzun, kalpte dâimî bir idrak ve şuur hâline gelebilmesi.
Cenâb-ı Hak bu şekilde bizden bir ömür istiyor. Hayatımızın her safhasını dolduruyor Rabbimiz. Hiç boşluk bırakmıyor.
Akâid baştan, ibadetler, muâmelât, beşerî münâsebetler, muâşeret, ahlâk ve hukuk.
Okunan âyetlerde de, o kıyamet günü, o zor günde de, bilhassa Cenâb-ı Hak orada da ayrı bir dostluk bildiriyor. Demek ki dost, dostu hiçbir zaman unutmaz. Ve kullarını da bu dostluğa davet ediyor.
Dünya, bu cihan baştan başa bir imtihan mektebi. Cenâb-ı Hak bu dünyada kullarına farklı istîdatlar verdi. Bu farklı istîdatlardan hesaba çekecek. “…Verdiğimiz nîmetlerden hesaba çekileceksiniz…” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
Yani ne kadar nîmet verdi, nîmet mukâbili…
Kul, bu mektepte, bu dünya mektebinde, imtihan mektebinde nefsânî arzularına takılmayacak. Önce kalpten fücur; Allahʼtan uzaklaştıran her şeyi bertaraf edecek. Daha sonra fücurdan temizlenmiş bir kalbi takvâ ile istikâmetlendirecek.
Fücûrun fârik vasfı da “enâniyet” oluyor. Çünkü tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yok. Cenâb-ı Hak kulundan enâniyet, yani kibir istemiyor. Kibriyâ sıfatına ortaklık. İblis ve Kârun buna cürʼet etti, helâk oldular.
Malı kullanmayı istiyor, cimrilik istemiyor, israf istemiyor Cenâb-ı Hak. Kendisinin olmayan bir malı kendisine izâfe etmesini arzu etmiyor. Zira “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” mülk, Allâhʼa âit.
Cenâb-ı Hak hamâkat istemiyor -af edersiniz- ahmaklık istemiyor. Bu kadar ilâhî tecellîler, bu kadar ilâhî azamet tecellîleri, kudret akışları, ilâhî nakışlar karşısında donuk ve dûn olmasını, Cenâb-ı Hak kulunun, arzu etmiyor. En başta bunlardan kendini bertaraf edecek ve bir takvâya… Takvânın getirdiği netice de hiçlik… Hiç olarak dünyaya geldik. Hiçbir bedel ödemeden, “hiç” bir sermâye ile dünyaya geldik.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak kulunun dâimâ “Yâ Rabbi Sen!” demesini, “Ben!” dememesini, cömertlik, firâset ve ince düşünüş, rikkat-i kalp üzere bir hayatını tanzim etmesini Rabbimiz arzu ediyor. Yani nefsânî arzular bertaraf edilecek. Bir Hak dostu da buyuruyor ki; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” Nefsânî arzularını bertaraf edersen, Cenâb-ı Hakʼla beraberlik olmuş oluyor.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
(“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [el-Hadîd, 4])
Yani bir nehir, bir denize aktığı zaman, artık o denizde o nehri bulamazsın. Artık o nehir, o denize girmiştir. Yediğimiz lokmayı vücudumuzun içinde bulamayız. “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” Yani kulun Cenâb-ı Hakʼla beraber olabilmesi.
Cenâb-ı Hak kulunun “ibâdurrahmân” olmasını istiyor; rahmetin üzerinde tecellî ettiği kullardan olmasını istiyor. Bunun vasıflarını bildiriyor.
تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Asla zarar etmeyecek bir ticaret…” [Fâtır, 29]) buyruluyor. En hayırlı bir ticareti Cenâb-ı Hak istiyor. Nasıl dünyevî, türlü türlü ticaretler var. Fakat âhiret için dünyaya geldik. Esas ticaretin Allâhʼa yakınlık ticâreti olduğunu telkin ediyor.
Üç şart bildiriyor:
Kurʼân-ı Kerîmʼi tilâvet ederler; yaşarlar, yaşatırlar, Kurʼânʼla hemhâl olurlar.
İkincisi; ilâhî huzurda duruşu bildiriyor. Namazı ikāme ederler. Kalp ve beden âhengi içinde bir namaz kılarlar. Bir geometrik bir namazdan kendilerini kurtarırlar. Ki fahşâ ve münkerden koruyacak bir namaz kılarlar.
Üçüncüsü de; verdiği nîmetlerden infâk ederler, tevzî ederler. Mümkün mertebe hafî olarak, riyâdan korunmak için. Fakat mecburiyet varsa, kalbini koruyarak açıktan da infâk ederler bildiriyor.
تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Asla zarar etmeyecek bir ticaret…” [Fâtır, 29]) Umulur ki bu ticarette bulunan, kurtuluşa ermiştir, buyruluyor.
Ondan sonra okunan âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresiʼnde de:
Bedir Harbi oldu. Cenâb-ı Hak yardım etti. Ashâbın takvâsı zirveleşti. Takvâ zirveleştikçe Cenâb-ı Hak, bin melek, üç bin melek, beş bin melek gönderdi Bedirʼde ve büyük bir zafer kazanıldı.
Orada iki sahâbînin bir zaafı oldu. Bir kılıç, ortada kaldı; “Benim mi senin mi?” onun münâkaşası oldu. Yani böyle büyük bir zaferden sonra bir nefis, hafif bir ortaya çıktı. O zaman Cenâb-ı Hak bu Enfal Sûresiʼni indirdi:
“…Aranızı düzeltin (buyurdu) eğer müslümansanız.” (el-Enfâl, 1) buyurdu.
“…Allah ve Rasûlüʼne itaat edin. Eğer müslümansanız aranızı düzeltin.” (el-Enfâl, 1)
Demek ki bir müslümanın diğer müslümanla arasında bir burûdet olmayacak. Bir kırgınlık olmayacak. Allah için affedebilme seviyesini kalp kazanacak, eğer Cenâb-ı Hakʼtan af arzu ediyorsak.
Cenâb-ı Hak yine Sûre-i Nûrʼda soruyor:
“…Allâhʼın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) diyor. Yani Allâhʼın bizi affetmesini istersek kıyâmet günü, o zor gün; biz de affedici olacağız.
Ondan sonra Rabbimiz nasıl bir kalp istiyor bizden? Birinci şart da:
“…Allah anıldığı zaman yürekleri «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ» kalpleri titrer…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.
Nasıl birçok şey bizi heyecana getiriyor. Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın o ilâhî azametini, ilâhî kudretini tefekkür ettiğimiz zaman “Aman yâ Rabbi!” diyeceğiz. Kendimizi düşüneceğiz. Şu kâinâtı, şu ilâhî âlemi düşüneceğiz. Şu topraktan çıkan binbir türlü çiçekler, meyveler, sebzeler vs. Allâhʼın verdiği nîmetleri düşüneceğiz.
Cenâb-ı Hak:
“…Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık. Düşünen bir toplum için…” (el-Câsiye, 13) buyuruyor.
Allah anıldığı zaman -Cenâb-ı Hakkʼın bu ikramı, bu ihsânı, ilâhî azamet tecellîleri hatıra gelecek- «وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ» kalpler titreyecek.
İkinci olarak, Cenâb-ı Hak;
“…Kendilerine Allâhʼın âyetleri okunduğunda îmanlarını artıran «زَادَتْهُمْ اِيمَانًا»…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.
Demek ki her âyet bir derinlik verecek. Fakat bu, nâdan bir kalbe olmaz bu. Seviye kazanmış, merhaleler kazanmış bir kalp, derinlik kazanır. Herkes aynı rahle başında oturur, kalbinin durumuna göre her âyetten ayrı ayrı tecellîler gelir. Tabi bu, mârifetullâha ermiş bir kalp. Cenâb-ı Hak öyle bir kalp istiyor.
Ashâb-ı kirâm bir âyet indiği zaman, heyecan duyarlardı. Toplanırlardı. “Acaba Allâhʼın bu âyette murâdı nedir?” derlerdi. “Biz nasıl Allâhʼın rızâsını kazanlım?” derlerdi.
Cenâb-ı Hak bizden de bunu istiyor dostluk husûsiyetlerinden. Demek ki, meselâ her namazda bir Fâtiha okuyoruz. Cenâb-ı Hak niye bize her rekâtta Fâtiha okutturuyor? Fâtiha bize neleri ifade ediyor? Nasıl bir hayat tarzı veriyor bize Fâtiha?
Cenâb-ı Hak o, kendisine dost olan müʼminlerin; “…Allâhʼın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.
Üçüncüsü; hayatın değişik şartları, med-cezirler, elemler, kederler, ıztıraplar, sevinçler, sürurlar, dramlar… Bunlar karşısında kulun Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ etmesi…
Cenâb-ı Hak:
فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ
“Allâhʼa koşun!..” (Bkz. ez-Zâriyât, 50) buyuruyor.
Kaderi çizen, Cenâb-ı Hak. Kaderi tanzim eden, Cenâb-ı Hak. Bazı şeyler vardır; şer gözükür hayırdır, hayır gözükür şerdir, buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-Bakara, 216) Demek ki Allahʼtan râzı olabilmek…
Cenâb-ı Hak yine Fetih Sûresiʼnin son âyetinde Allah Rasûlüʼnün yanında bulunanların vasıflarını bildirirken:
“…Onlar Cenâb-ı Hakʼtan fazîlet ve rızâ isterler...” (el-Fetih, 29)
Demek ki râdıyye; Allahʼtan râzı olabilmek. Neden, niçin, sebepleri ortadan kaldırmak. Çünkü kaderi bilmiyorsun. Bir an sonraki hâlini bilmiyorsun.
Demek ki değişen şartlar altında “…Yalnız Rabʼlerine dayanıp güvenirler.” (el-Enfâl, 2) İnsanlardan müstağnî olurlar. Gelen hâdiselerden müstağnî olurlar. “Allâhʼın murâdı nedir bu hâlde?” derler ve tevekkül ve teslîm olurlar. Bir şart da bu.
Diğer bir şart, dördüncü bir şart; “Namazlarını ikāme ederler…” (el-Enfâl, 3) Cenâb-ı Hak yanlış bir namaz istemiyor.
فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ
(“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki.” [el-Mâûn, 4]) buyruluyor. Yat, kalk, öyle bir namaz istemiyor. Yazıklar olsun hepsine diyor, o yatıp kalkıp öyle namaz kılanlara «فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ» yazıklar olsun onlara, buyuruyor.
Cenâb-ı Hak nasıl bir namaz istiyor bizden?
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Müʼminler kurtuluşa erdi.” (el-Müʼminûn, 1)
“Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 2)
Kalp ve beden âhengi içinde bir namaz istiyor. Tabi bunu da kalbin mesafe katetmesi zarûrî. Her şey kalbe vurgulanıyor.
Ondan sonraki âyette ise;
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
“…Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yoluna harcayan kimselerdir.” (el-Enfâl, 3)
Demek ki kul dâimâ;
“Mal-mülk kime âit? Bu dünya kime âit? Beni kim getirdi? Kim beni merzuk kılıyor? Benim yolculuğum nereye? Bana verdi, ona vermedi; demek ki o bana zimmetli. Demek ki onu kendimizden bir mesʼûl görebilmek. Kendimize zimmetli olduğunun idrâki içinde yaşayabilmek…”
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizden böyle bir yürek istiyor. Kalp bu hâle gelecek…