Dua Ediyorum Neden Kabul Olmuyor?
Dua niçin kabul olmaz? Duanın kabul olmamasının sebebi.
Câfer-i Sâdık Hazretlerine:
“–Bize ne hâl oldu ki duâ ediyoruz, fakat duâmız kabûl edilmiyor?” diye sorulduğunda, Hazret şu cevâbı verir:
“–Çünkü siz, tanımadığınız bir Zât’a duâ ediyorsunuz!”[1]
[Müʼmin, Rabbinin kudret ve azametini tefekkür ettikçe, mârifetullahʼtan hisseler almaya başlar. Mârifetullah ise, Allâhʼı kalben ve yakînen tanımaktır. İbadetlerin Hak katındaki makbûliyet derecesi de, kulun mârifetullahʼtan hissesi ölçüsündedir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyrulur. Buradaki “bilmek” ifâdesiyle kastedilen ise; Allâhʼı bilmek, yani mârifetullahʼtır.
Ayrıca kul, Rabbini ne kadar tanıyabilirse, duâ ve ilticâlarını da o nisbette artırır. Kulun Rabbine yakınlığının ve Hak katındaki kıymetinin temelinde de, ihlâs ve samimiyetle îfâ ettiği ibadet ve duâları yer alır.
DUA NİÇİN EDİLİR?
Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“(Rasûlüm!) De ki: (Eğer kulluk ve) duânız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?! (Ne işe yararsınız!)..” (el-Furkân, 77)
Bundan dolayıdır ki ârif müʼminler, hayatın acı-tatlı bütün safhalarında, dâimâ duâ hâlinde yaşarlar. Duâdan uzak durmak, kulun Hakkʼa uzaklığına işarettir. Esâsen bütün günah ve isyanların temelinde de, mârifetullahtan mahrûmiyet, yani Cenâb-ı Hakkʼı lâyıkıyla tanıyamamak zaafı yer almaktadır.
DUA NEDEN KABUL OLMAZ?
Nitekim Kâsım bin Muhammed -rahmetullâhi aleyh-, bir kişinin:
“–Falanca, Allâh’a karşı ne kadar da cürʼetkâr!” dediğini işitince, onu şöyle îkâz etmiştir:
“–Allâh’a karşı cürʼetkâr olmak, Âdemoğlunun haddine değildir! Ancak onun hakkında:
«–Allâh’ı ne kadar da az tanıyor!» diyebilirsin.”[2]
Dolayısıyla Cenâb-ı Hakkʼı tanıyan bir müʼmin, Oʼna hiçlik, yokluk ve acziyet duyguları içinde ilticâ etmeyi, kendisi için zarûrî bir kulluk edebi bilir.
Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:
“Duâlarınız kabûl olunmayacak diye korkmuyorum. Sizin, duâ edemez hâle gelmenizden korkuyorum…”
Duânın kabul olunmadığı zannıyla duâyı terk etmek, şeytanın tuzağına düşmek demektir. Müʼmin, kendisinin apaçık bir düşmanı olan şeytana karşı, duâ silâhını aslâ elinden bırakmamalı, gönlünden taşan samimî duâları dilinden düşürmemelidir.
Duâ, Rabbimizʼin bir emri olması cihetiyle, mühim bir ibadet hükmündedir. Hattâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur:
“Allah katında O’na duâ etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Duâ, ibadetin (kulluğun) özüdür.” (Tirmizî, Deavât, 1)
“Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabûl olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duâyı bol yapsın.” (Tirmizî, Deavât, 9)
“Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona rahmet kapıları açılmış demektir.” (Tirmizî, Deavât, 101)
“Kabûl edileceğine inanarak Allah Teâlâ’ya duâ ediniz. Şunu bilin ki Cenâb-ı Hak, gâfil bir kalple yapılan duâyı kabûl etmez.” (Tirmizî, Deavât, 65)
DUA EDENİN DUASI KABUL EDİLİR
Bu bakımdan duâ -kabul edilsin veya edilmesin-, her hâlükârda müʼmine fayda sağlar. Zira bâzı duâlar kabul edilerek kulun daha hayatında iken murâdına ermesine vesîle olur. Bâzı duâlara ise bu dünyada icâbet edilmez, onların icâbeti âhirete tehir edilir. Bunun hikmeti de, kulun uhrevî mükâfatlara nâil olmasının murâd edilmesidir. Zira Zeyd bin Eslem -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Duâ eden herkes, muhakkak şu üç şeyden birini elde eder: Ya duâsı kabul edilir, ya kendisi için âhirete saklanır, ya da yaptığı duâ günahlarına kefâret olur.” (Muvatta, Kurʼân, 36)
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(Ey Rasûlüm!) Kullarım Sana, Benʼi sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit, duâ edenin dileğine karşılık veririm…” (el-Bakara, 186)
“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana duâ edin, kabûl edeyim. Çünkü Bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar, aşağılanarak Cehennemʼe gireceklerdir.” (el-Müʼmin, 60)
Velhâsıl müʼminin vazifesi, Rabbimizʼin emrine uyarak duâya sımsıkı sarılmaktır. Bilhassa da, icâbete en yakın zaman olan seherleri, duâ, istiğfar ve zikirden mahrum olarak geçirmemektir.]
Dipnotlar:
[1] Kuşeyrî, er-Risâle, II, 424-425; Hânî, el-Hadâik, s. 130.
[2] İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, c. 49, s. 180.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Cafer-i Sadık (rahmetullâhi aleyh), Erkam Yayınları
YORUMLAR