Duhan Suresinin Tefsiri
Duhân ne demektir? Duhân sûresi ne anlatıyor? Dr. Adem Ergül, Duhân sûresinin tefsirini yapıyor. Duhân sûresinin tefsirini yazımızda dinleyebilir ve okuyabilirsiniz....
Duhân sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 59 âyettir. İsmini, 10. âyette geçen ve “duman” mânasına gelen اَلدُّخَانُ (duhân) kelimesinden alır. Resmî tertîbe göre 44, iniş sırasına göre 64. sûredir.
DUHAN SURESİ TEFSİRİ
Duhân Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-16. Ayetler):
Duhân Sûresi 2. Kısım Tefsiri (17-33. Ayetler):
Duhân Sûresi 3. Kısım Tefsiri (34-59. Ayetler):
DUHAN SURESİ TEFSİRİ
- Hâ. Mîm.
- Gerçekleri açıklayan bu apaçık kitaba yemin olsun!
- Biz onu kutlu, şerefli ve bereket yüklü bir gecede indirdik. Şüphesiz biz, ondaki ikaz ve ibret dolu haberlerle insanları uyarıyoruz.
- O gecede, belli hikmetlere binâen Allah tarafından olmasına karar verilmiş her bir iş belirlenir.
- Tarafımızdan buyrulacak bir emir olarak. Çünkü biz, imtihan için yarattığımız insanı başıboş bırakmaz, ona doğru yolu gösterecek peygamberler ve mesajlar göndeririz.
- Rabbinden bir rahmet olarak! Şühesiz O, her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.
Burada bahsedilen gece, Kadir sûresinde tafsilatlı olarak beyân edilen ve Kur’ân-ı Kerîm’in inmeye başladığı Kadir gecesidir. Nitekim Kadir sûresinde Kur’an’ın indirilişinden bahsedilirken, burada da aynı husus beyân edilir. Orada Kur’an أَنْزَلْنَاهُ şeklinde “şan zamiri”yle zikredilirken burada “kitap” ismiyle zikredilir. Buradaki “O gecede, belli hikmetlere binâen Allah tarafından olmasına karar verilmiş her bir iş belirlenir” (Duhân 44/4) âyeti, Kadir sûresinde “O gecede melekler ve ruh iner” (Kadir 97/4) âyetine uygun düşer. Burada “Tarafımızdan buyrulacak bir emir olarak” (Duhân 44/5) ifadesi Kadir sûresindeki “Rablerinin izniyle her türlü iş için” (Kadir 97/5) buyruğuna uygun düşer. Demek ki bunların hepsi kadir gecesinin hususiyetleridir.
Bu gecede, “belli hikmetlere binâen Allah tarafından olmasına karar verilmiş her bir iş” (Duhân 44/4) belirlenip kesin hükme bağlanır. Bir bütün içinden ayrılarak kuvveden fiile, kaderden kazaya, takdirden tekvîne, bilgi ve tasarıdan gerçekleştirme ve yaratmaya geçilir. Bu fikri şu şekilde biraz daha izah etmek mümkündür: “Bütün varlıkların ve hâdiselerin Cenâb-ı Hakk’ın ilminde keyfiyetini tam olarak bilemediğimiz ilk ve küllî yani hepsi bir arada bir varlığı vardır. Bu noktada henüz her bir varlık ve hâdise bizzat kendi olarak ortaya çıkmamıştır; diğer varlık ve hâdiselerle birlikte bir bütün halindedir. Allah Teâlâ her bir varlık ve hâdisenin ortaya çıkmasını veya meydana gelmesini diler ve onun kendine has özellikleriyle belirmesine hükmeder. Buna kaderin bir varlık veya hâdiseyi kendine has kimlik ve mâhiyetiyle belirlemesi deriz. “Hiçbir varlık yoktur ki, hayatı ve bekası için gerekli her şeyin hazineleri bizim yanımızda bulunmamış olsun. Şu kadar ki, biz onları belirli bir ölçü ile indiririz.” (Hicr 15/21) âyeti bir yanıyla buna bakar. Kader, bu varlık veya hâdiseyi deyiş yerindeyse, ilimden kudretin sahasına aktarır ve kudret de onu, kaderin tesbit buyurduğu ölçülere göre yaratır. Kaderin ölçülerine göre yaratma fiiline فَطَرَ (fatara), her bir varlığa kaderin verdiği özellikler bütününe de o varlığın fıtratı denir. İşte yukarıdaki âyetlerden ve Kadir sûresinden anladığımız kadarıyla, her bir yılın kâinatın ve insanlığın tarihinde kendine has bir yeri, özelliği ve önemi vardır ve her bir yıl içinde de hususi bir gece bulunmaktadır. Bu gece, ilm-i ilâhîdeki o yıl içinde meydana gelecek her bir hâdiseye ve ortaya çıkacak varlığa kader mâhiyetini ve fıtratını vermekte ve onu kudretin sahasına aktarmaktadır… Ancak şunu ifade edelim ki burada Allah Teâlâ’nın ilmi, kaderi ve kudreti ile ilgili söylediğimiz sözlerin hepsi bizim açımızdandır ve bizim O’nunla olan münasebetlerimiz çerçevesindedir. Yoksa O’nu da, ilmi, kaderi ve kudretini de zâtında idrak etmemiz mümkün değildir.” (Ünal, s. 1073)
- âyette geçen أَمْرٌ حَك۪يمٌ (emrin hakîmin) terkibi şu mânalara gelir:
› Hikmetli, hiçbir yanlışı olmayan iş.
› Sağlam ve mühim iş.
› Kesinleşmiş, artık vukuunun önlenmesi mümkün olmayan iş.
Nitekim o gece Allah tarafından gelen bir emir ve ferman olarak Kur’ân-ı Kerîm indirilmiştir. İndirilen bu Kur’an ile de her türlü hikmetli iş, dinin hükümleri, doğruyla yanlışı birbirinden ayıracak ölçüler açıklığa kavuşturularak, Allah Resûlü (s.a.s.) tarafından insanlığa ulaştırılmıştır. Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah Teâlâ, insanlık tarihi boyunca peygamberler ve kitaplar göndererek kullarına doğru yolu göstermiş ve onları uyarmıştır. Bu O’nun en büyük rahmet tecellilerinden biridir. İşte Kur’ân-ı Kerîm, bu serinin sonuncusunu teşkil eden bir irşat ve uyarı kitabıdır. Bu kitabın üzerinde durduğu husus ise zat, isim ve sıfatlarıyla Yüce Allah’ı en doğru bir şekilde tanıtmaktır:
- O, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin Rabbidir. Buna kesin olarak inanırsanız, O’nun birliğini ikrar edip yalnızca O’na kul olursunuz.
- O’ndan başka ilâh yoktur. O diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbiniz, gelip geçmiş atalarınızın da Rabbi O’dur.
Yüce Allah ile ilgili haber verilen bu sıfatlar, kâinatta ve insanlar içinde yaratan, yaşatan, hayatı ve ölümü veren, dolayısıyla kendisine ibâdet edilmeye lâyık ve kararlarına göre hayatın düzenlenebileceği başka hiçbir varlığın, gücün, kimsenin bulunmadığını vurgulamak içindir.
Bulutsuz bir yaz gününün kuşluk vaktinde gökte parıldayan güneş gibi apaçık olan bu gerçeğe rağmen:
- İnkârcılar, derin bir şüphe içinde kıvranıyor, oyun ve eğlenceyle vakitlerini hebâ ediyorlar.
اَلدُّخَانُ (duhân), duman demektir. Bunun kâfirleri cezalandırmak için vuku bulacağı haber verilir. Bunun nasıl ve hangi duman olduğu hakkında iki önemli görüş vardır:
Birincisi; bu, inkârları ve Resûlullah (s.a.s.)’i Medine’ye hicrete zorlamaları sebebiyle Mekke müşriklerini kuşatan bir dumandır. Bununla alakalı olarak kaynaklarımızda şu bilgi nakledilir:
Allah Resûlü (s.a.s.), davetine karşı müşriklerin direnmesi sebebiyle Allah’a yalvararak, Hz. Yûsuf’un kavmine yaptığı gibi bunlara da bir kıtlık vermesini istedi. Duası kabul edildi, kıtlık geldi, yiyecek içecek bir şey kalmadı. İnsanlar derilere ve kemiklere varıncaya kadar ne buldularsa yediler. Açlıktan öylesine zayıfladılar ki sonunda görme bozukluğuna yakalandılar, baktıklarında kendilerini kuşatmış bir duman görüyorlardı. Nihâyet Peygamberimiz (s.a.s.)’e müracaat ederek artık inandıklarını, dolayısıyla bu azabın kaldırılması için dua etmesini istediler. Efendimiz ise “Azap kalkınca yine eski halinize dönersiniz” buyurdu. Nitekim duası üzerine azap kaldırıldı, onlar da derhal eski inkârcılıklarına döndüler. Allah bu dönekliğin, inkâr ve zulümde ısrar etmenin cezasını Bedir savaşında verdi. (Buhârî, Tefsir 44/1-5)
Buna göre “duman”, açlıktan dolayı gözlerde hâsıl olan bozukluk sebebiyle etrafın toz duman halinde görülmesidir. Veya kuraklık sebebiyle ortalığın toz duman içinde olmasıdır. Yine bu rivayete göre “şiddetle yakalama günü” de Bedir günüdür.
İkincisi; bu duman kıyâmet alametlerinden olup kıyamete yakın doğu ile batı arasını kaplayacak dumandır. Mü’minler bundan dolayı nezleli gibi olacak, kâfir ve günahkârların burunlarına girerek, onların kulaklarını delecek ve nefeslerini daraltacaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXV, 143) Bu mânaya göre ise “şiddetle yakalama günü”, kıyamet günüdür.
Sûrenin girişinde verilen mesajları daha iyi anlamak isterseniz, geçmişte yaşanan fakat hem günümüze hem de geleceğe ışık tutan şu ibretli kıssaya dikkatinizi çevirin:
- Öyleyse sen, göğün âşikâr bir duman çıkaracağı günü gözetle.
- Bütün insanları her yönden saracak bir duman! Bu, gerçekten can yakıcı bir azaptır.
- O zaman zâlimler: “Rabbimiz! Ne olur, bu azabı üzerimizden kaldır. Biz gerçekten iman ediyoruz!” diye feryat edecekler.
- Onlar nerede, düşünüp ibret almak nerede? Halbuki onlara doğruluğu besbelli ve gerçeği apaçık ortaya koyan bir peygamber gelmişti.
- Fakat ondan yüz çevirdiler ve: “Bu peygamber değil, kendisine başkası tarafından bir kısım şeyler belletilmiş delinin biri!” dediler.
- Biz azabı birazcık kaldıracağız; ama siz yine inkâra döneceksiniz.
- Onlar inkâra dönünce, o büyük ve karşı konulamaz çarpışla onları amansız bir şekilde yakalayacağımız gün, onlardan kesinlikle intikamımızı almış oluruz.
اَلدُّخَانُ (duhân), duman demektir. Bunun kâfirleri cezalandırmak için vuku bulacağı haber verilir. Bunun nasıl ve hangi duman olduğu hakkında iki önemli görüş vardır:
Birincisi; bu, inkârları ve Resûlullah (s.a.s.)’i Medine’ye hicrete zorlamaları sebebiyle Mekke müşriklerini kuşatan bir dumandır. Bununla alakalı olarak kaynaklarımızda şu bilgi nakledilir:
Allah Resûlü (s.a.s.), davetine karşı müşriklerin direnmesi sebebiyle Allah’a yalvararak, Hz. Yûsuf’un kavmine yaptığı gibi bunlara da bir kıtlık vermesini istedi. Duası kabul edildi, kıtlık geldi, yiyecek içecek bir şey kalmadı. İnsanlar derilere ve kemiklere varıncaya kadar ne buldularsa yediler. Açlıktan öylesine zayıfladılar ki sonunda görme bozukluğuna yakalandılar, baktıklarında kendilerini kuşatmış bir duman görüyorlardı. Nihâyet Peygamberimiz (s.a.s.)’e müracaat ederek artık inandıklarını, dolayısıyla bu azabın kaldırılması için dua etmesini istediler. Efendimiz ise “Azap kalkınca yine eski halinize dönersiniz” buyurdu. Nitekim duası üzerine azap kaldırıldı, onlar da derhal eski inkârcılıklarına döndüler. Allah bu dönekliğin, inkâr ve zulümde ısrar etmenin cezasını Bedir savaşında verdi. (Buhârî, Tefsir 44/1-5)
Buna göre “duman”, açlıktan dolayı gözlerde hâsıl olan bozukluk sebebiyle etrafın toz duman halinde görülmesidir. Veya kuraklık sebebiyle ortalığın toz duman içinde olmasıdır. Yine bu rivayete göre “şiddetle yakalama günü” de Bedir günüdür.
İkincisi; bu duman kıyâmet alametlerinden olup kıyamete yakın doğu ile batı arasını kaplayacak dumandır. Mü’minler bundan dolayı nezleli gibi olacak, kâfir ve günahkârların burunlarına girerek, onların kulaklarını delecek ve nefeslerini daraltacaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXV, 143) Bu mânaya göre ise “şiddetle yakalama günü”, kıyamet günüdür.
Sûrenin girişinde verilen mesajları daha iyi anlamak isterseniz, geçmişte yaşanan fakat hem günümüze hem de geleceğe ışık tutan şu ibretli kıssaya dikkatinizi çevirin:
- Onlardan önce biz Firavun’un kavmini de sınamış, çeşitli iptilalara maruz bırakmıştık. Kendilerine çok şerefli bir peygamber olan Mûsâ geldi.
- Onlara şöyle dedi: “Ey Firavun ve onun ileri gelenleri! Çağrıma uyun ve Allah’ın köleleştirmiş bulunduğunuz kullarını serbest bırakıp benimle gelmelerine müsaade edin. Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim!”
- “Allah’a karşı büyüklük taslamayın. Çünkü ben size, doğruluğumu ortaya çıkaracak apaçık bir mûcize de getirdim.”
- “Beni taşa tutup öldürmek için girişebileceğiniz her teşebbüsten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığınırım.”
- “Şâyet bana inanmıyorsanız, hiç değilse yolumdan çekilin de beni kendi hâlime bırakın.”
Burada Hz. Mûsâ ve Firavun kıssasının hülâsa olarak anlatılmasının hikmeti şudur:
Resûlullah (s.a.s.)’in karşısında müşrikler bulunduğu ve kendisine şiddetli bir düşmanlık yaptıkları gibi, Hz. Mûsâ’nın karşısında da Firavun ve kavmi vardı. Onlar da Mûsâ (a.s.)’a düşmanlık yapmışlardı. Kıssada anlatıldığı üzere peygambere karşı gelen zorbalar sonunda perişan olmuş, Allah Teâlâ peygamberini ve inananları üstün getirmiş, kâfirlerin mülk ve servetlerini mü’minlere miras bırakmıştır. Cenâb-ı Hak nasıl baskı altında ezilen İsrâiloğulları’nı Firavun’un elinden kurtarıp onun yurduna, mülküne hâkim kılmış, onları nimet ve refaha kavuşturmuş ise, şimdi baskı ve işkence altında ezilen mü’minleri de müşriklerin zulmünden kurtarıp onların yurduna hâkim kılacaktır. Nitekim Bedir savaşıyla bu süreç başlamış ve Mekke’nin fethiyle de müslümanlar müşriklerin yurduna hâkim olmuşlardır.
- âyetteki “Allah’ın köleleştirmiş olduğunuz kullarını serbest bırakıp benimle gelmelerine müsaade edin” kısmı A‘râf sûresi 105. âyette “Artık İsrâiloğulları2nı sal da, benimle beraber gelsinler” şeklinde açıkça zikredilmektedir. Fakat âyetin bu kısmına: “Ey Allah’ın kulları! Benim hakkımı ödeyin, yani beni dinleyin ve iman edin. Benim getirdiğim hakkı kabul etmeniz, bana Allah tarafından verilmiş bir haktır” şeklinde mâna da verilebilir. Zira âyetin devamında gelen “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim!” sözü bu mânaya da uygun düşmektedir.
- âyette Hz. Mûsâ’nın bahsettiği açık delil tek değil, Firavun’la mücadelesi boyunca, Firavun’a ilk gelişinden, İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkışına kadar gösterdiği bir mûcizeler silsilesidir. Gösterilen her mûcize yalanlandığında Allah, Hz. Mûsâ’ya ondan daha büyük bir mûcize vermiştir. (bk. Zuhruf 43/48)
Firavun ve kavminin artık inanmayacakları kesinleşip Hz. Mûsâ da, suç işlemekte aşırı giden o inkârcı kavmin elinden çektiklerini ulu dergâha arz edince helâkin ayak sesleri duyulmaya başladı:
- Sonunda Mûsâ Rabbine: “Yâ Rabbi! Doğrusu bunlar suç işlemekte aşırı giden inkârcı bir güruh! Artık onları sana havâle ediyorum Allahım!” diye yalvardı.
- Biz de kendisine şöyle buyurduk: “Kullarımla birlikte geceleyin yola çık; çünkü Firavun ve ordusu tarafından tâkip edileceksiniz.”
- “Asanla vurup denizi ikiye ayır. Karşıya geçtikten sonra da Firavun ve askerlerinin arkanızdan gelmesi için denizde açılan yolu olduğu gibi açık bırak. Çünkü onlar suda boğulacak bir ordudur.”
- Sonunda Firavun ve kavmi Kızıl Deniz’in karanlık sularına gömüldüler. Neler bırakmadılar ki geride: Bahçeler, pınarlar ve çeşmeler…
- Çiftlikler, ekinler, muhteşem konaklar, şerefli makam ve mevkiler…
- Zevk u safâsını sürdükleri daha nice nimetler...
- Zâlimlerin sonu işte böyle oldu. Biz de bütün bu nimetlere başka bir toplumu mirasçı kıldık.
- Onlara ne gök ağladı, ne de yer. Helâk vakti gelince kendilerine süre de tanınmadı.
Cenâb-ı Hak Hz. Mûsâ’ya kavmini geceleyin yola çıkarıp Mısır’ı terk etmesini emir buyurdu. Firavun ordusunun da kendilerini takip edeceğini haber verdi. Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla Mûsâ (a.s.) ve İsrâiloğulları Kızıl Deniz’i geçip kurtuldular. (bk. Şuarâ 26/52-66) Hz. Mûsâ denizi geçtikten sonra, açtığı yolun kapanıp denizin eski haline gelmesi için asasını ona vurmak istedi. Çünkü Firavun’un peşinden gelmesinden korkmuştu. Fakat Allah Teâlâ, Firavun ve ordusunun boğulabilmesi için yolun açık tutulmasını emretti. İsrâiloğullarının ardından geçeriz ümidiyle denizde açılan yollara dalan Firavun ve ordusu, arka tarafları da bütünüyle suyun içinde kalacak duruma gelince, yollar kaldırıldı ve o azgınlar suyun içinde boğuldular. Mısır’da büyük bir refah, sayısız nimetler içinde yaşıyorlardı. Bâtıl bir dava uğruna bütün bu nimetleri ve daha önemlisi canlarını kaybettiler. Bu nimetler, dün köle muamelesi gören İsrâiloğullarına miras bırakıldı.
- âyette yer alan “Gök ve yerin ağlaması”, mecazi bir ifadedir. Onların hâline hiç kimsenin acımadığını haber verir. Bir açıklamada şöyledir: Araplar bir büyük insan vefat ettiğinde: “Onun için gök ve yer ağladı” derler, bununla, onun ölümü ile gelen musibetin her şeyi kuşattığını söylemek isterlerdi. Halkın kullandığı bu ifade seçilerek, Firavun ve adamlarının değersizliği anlatılmıştır. Bir yoruma göre de gök ve yerden maksat, gök ve yer halkıdır. Bunlardan hiçbiri onların helakine üzülmemişlerdir. Çünkü onlar, Allah’ın yarattıklarına karşı herhangi bir kimsenin kendileri için üzülmesini gerektirecek bir iyilik bile yapmamışlardır. Yine onlar, göktekilerin, onların yıkılmasından üzüntü duyacakları, Allah rızâsı için bir iyilik de yapmamışlardır. Allah’ın kendilerine tanıdığı fırsat boyunca, yeryüzünde fesat çıkarmışlar ve sonunda haddi aştıklarında azaba uğramış, adeta bir çöp gibi ezilerek bir kenara atılmışlardır.
“Onlara ne gök ağladı ne de yer” ifadesi, hakiki anlamda kullanılmış da olabilir. Dolayısıyla bunların başkaları için ağlayabileceğini hatıra getirmektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her bir mü’min için gökte iki kapı vardır. Bunların birinden onun yaptığı ameller yükselir, diğerinden de onun rızkı iner. O mü’min öldüğünde ikisi de onun arkasından ağlar.” Peygamberimiz (s.a.s.) bunu söyledikten sonra Duhan sûresi 29. âyeti okumuştur. (Tirmizî, Tefsir 44/2)
Şunu ifade edelim ki, nasıl göklerin ve yerin Allah’ı tesbihini tam olarak anlamamız mümkün değilse (bk. İsrâ 17/44), onların ağlamasının mâhiyetini de tam olarak anlayamayız.
Gelelim Firavun zulmünden kurtulan İsrâiloğulları’nın durumuna:
- Böylece İsrâiloğulları’nı o alçaltıcı, onur kırıcı azaptan kurtardık:
- Firavun’dan! Gerçekten Firavun, ululuk taslayan bir zorbaydı; Allah’ın verdiği kabiliyet ve imkânları boşa harcayıp haddi aşanlardan biriydi.
- İsrâiloğulları’nı, bir ilme dayanarak çağdaşları olan toplumlara üstün kıldık.
- Kendilerine, her birinde âşikâr bir imtihan bulunan mûcizeler verdik.
- âyetteki “bir ilme dayanarak” kaydında iki farklı mâna düşünülebilir:
› Biz onları bilerek, katımızdaki bir bilgiye göre seçtik ve diğer toplumlara üstün kıldık.
› Biz onları, sahip oldukları bilgileri sebebiyle diğer toplumlara üstün kıldık. Bu da bilgili toplumların, buna sahip olmayan diğerlerine bir üstünlük sağlayacağını gösterir. Bilindiği gibi ilmin karşısında kaba kuvvet mağlup olur. Çünkü ilmin icat ettiği teknik, beden gücünden çok daha üstündür. Bugün bir atom bombasının veya en küçük bir nükleer silahın koca bir ordunun yapamayacağı işi gördüğünü; elinde nükleer silah bulunan kişi veya toplumların, buna sahip olmayan milyonları yenebileceğini hepimiz çok iyi bilmekteyiz.
Yeri geldikçe ifade ettiğimiz gibi İsrâiloğullarının âlemlere üstün tutulması devamlılık ifade etmez. Bu üstünlük sadece Hz. Mûsâ’ya tabi oldukları ilk dönemlere aittir. Yoksa onların sonsuza kadar üstün tutuldukları anlamında değildir. Gerçeğin böyle olmadığına tarih de şâhittir. Nitekim İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’ya karşı gelip buzağıya tapınca çeşitli azaplara çarptırılmışlar, maymun ve domuza çevrilmişler, daha sonraki yıllarda da uzun süre Babil’de tutsak kalmışlardır.
İsrâiloğulları’na verilen mûcizeler; Firavun’dan kurtarılmaları, onlar için denizin yarılması, bulut ile gölgelendirilmeleri, üzerlerine bıldırcın eti ve kudret helvasının indirilmesi gibi hârikulâde durumlardır. Bunlar onlar için hem bir nimet, hem de bir imtihan vesilesi olmuştur.
Firavun’un izini takip eden müşriklere gelince:
- Şimdi de müşrikler şöyle diyorlar:
- “Bir kez öldük mü artık her şey bitmiştir; bir daha diriltilecek falan değiliz.”
- “Eğer öldükten sonra dirileceğimiz iddiasında doğru ve samimi iseniz, haydi atalarımızı diriltin de görelim.”
- Bunlar mı daha üstün ve daha güçlü yoksa Tübba‘ kavmi ile daha öncekiler mi? Biz onların hepsini helâk ettik; çünkü günahlara dalmış, kâfir olup çıkmışlardı.
- Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
- Biz onları gerçek bir sebep ve hikmete bağlı olarak yarattık. Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez.
Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden müşriklere biri tarihten, diğeri yaratılıştan olmak üzere iki delil getirilerek bunun karşı gelinmez bir gerçek olduğu bildirilir:
Birincisi; güç ve kuvvette örnek olan Tübba kavmi ve onlardan önceki Âd ve Semûd gibi kavimleri, günahları sebebiyle nasıl helak oldularsa bu müşrikler de helak edilecek ve dünyada ebedi kalmayacaklardır. “Tübba”; İranlıların Kisrâ’sı, Bizanslıların Kayser’i, Mısırlıların Firavun’u gibi Yemen (Himyer) hükümdarlarına verilen bir isimdir. M.Ö 115- M.S 300 yılları arasında Sebe’ ülkesinde hükümran olmuşlardır. Tübba ünvanını taşıyan son Himyer kralı müslüman olmuş ve Resûlullah (s.a.s.) onun hakkında: “Tübba’ya sövmeyin; çünkü o müslüman olmuştu” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 340)
İkincisi; Allah Teâlâ gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan bütün varlıkları oyun ve eğlence için değil, büyük bir gaye ve eşsiz bir hikmet üzere yaratmıştır. Hakkı ikâme etmek, Allah’ın birliğini ve O’na itaatin lüzûmunu göstermek ve hakkı üstün tutmak için var etmiştir. Hakların tam olarak verilmesi ise âhirette gerçekleşecektir. Eğer âhiret olmayıp, hayat sadece dünyadan ibaret olsa, göklerin ve yerin yaratılmasının bir anlamı kalmaz. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Yoksa bizim sizi boşuna yarattığımızı, sonunda bizim huzurumuza geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn 23/115)
“Biz göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri boşuna, gâyesiz ve insanlar Allah’ın emrini bırakıp kendi arzularına göre davranabilsinler diye yaratmadık. Böyle bir düşünce, sadece inkârcıların zannından ibarettir. Girecekleri cehennem ateşinden dolayı vay hâline o kâfirlerin!” (Sād 38/27)
İşte size, iyilerle kötülülerin birbirinden ayrılıp her birine haklarının tastamam ödeneceği kıyâmet gününden manzaralar:
- O hüküm ve ayrışma günü, bütün insanların bir araya geleceği belirlenmiş bir gündür.
- O gün hiçbir dostun dostuna bir faydası olmayacak; kimseden yardım da göremeyecekler.
- Allah’ın rahmet ettikleri müstesnâ. Şüphesiz, kudreti dâimâ üstün gelen ve merhameti sonsuz olan yalnız O’dur.
Kıyametin bir ismi de “Fasl günü”dür. Çünkü herkes o gün bir araya getirilecek, hesaplar görülecek; hak bâtıldan ve haklı haksızdan ayrılacaktır. Yine kişiler yakınlarından ayrılacak, hesabın dehşetiyle onlardan uzaklaşıp kaçmaya çalışacaklardır. Neticede herkes amellerine göre gruplara ayrılacak, ya cennetin yüksek derecelerine veya cehennem çukurunun alçak derekelerine yerleştirilecektir. O gün Allah’ın merhamet buyurup yardım ettikleri hariç hiçbir dost bir diğerine fayda veremeyecek ve hele kâfirlere asla yardım olunmayacaktır. Bu gerçek, o dehşetli gün ilâhî rahmet ve yardıma nâil olmamızı sağlayacak bir kulluk hayatının zarûretine dikkatlerimizi çekmektedir.
Bundan sonra ilâhî mahkemenin kararı neticesinde oluşacak iki kıyamet sahnesi sunuluyor. Önce kâfirlerin haline dikkat çekiliyor:
- Doğrusu zakkûm ağacı,
- O günahkâr kâfirlerin yiyeceği olacaktır.
- Eritilmiş maden gibidir; karınlarda fokurdar.
- Kaynar suyun fokurdayışı gibi.
- Ey zebânîler! Tutun onu, kızgın alevli cehennemin ortasına sürükleyin!”
- “Sonra da azap olarak başından aşağı kaynar suyu dökün!”
- Tat, bakalım; hani sen kendince güya üstündün, şerefliydin!
- İşte hakkında şüphelenip durduğunuz gerçek buydu!
Dünya hayatlarını küfürle noktalamış inkârcı suçlular cehennem cezasına çarptırılacaklardır. Yiyecekleri zakkum ağacıdır. (bk. Saffât 37/63-66) Bunun meyvesi, kaynar su gibi karınlarda kaynayıp fokurdayan katrana, erimiş madene benzer bir şeydir. Cenabı Hak cehennemde görevli zebanilere, suçluyu yakalayıp cehennemin ta ortasına sürüklemelerini, başından aşağı kaynar su dökmelerini emreder. Üstelik: “Sen dünyada kendini üstün ve şerefli zannederdin, böbürlenir kibirlenirdin. Şimdi cezanı çek!” diye alay ederler. Bu ceza, âhirete inanmamanın ve ondan şüphe içinde olmanın karşılığıdır.
Mü’minler için hazırlanmış olup, gözleri ve gönülleri ferahlandıran saadet manzaralarına gelince:
- Beri tarafta, gönülleri Allah saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar, her türlü azaptan güvenli bir yerdedir.
- Bahçelerde ve pınar başlarındadır.
- İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyinir, karşılıklı otururlar.
- İşte onları böyle mükâfatlandırır, kendilerini güzel gözlü hûrilerle evlendiririz.
- Orada güven içinde canlarının çektiği her türlü meyveden isterler.
- Dünyadaki ilk ölüm dışında artık orada bir daha ölüm tatmazlar. Allah onları kızgın alevli cehennem azabından da koruyacaktır.
- Bütün bunlar Rabbinin lutf u keremiyle gerçekleşecektir. En büyük başarı ve mutluluk işte budur!
Cehennemliklerin acıklı durumları feci manzaralar halinde sunulduktan sonra, bunun karşısında durum daha iyi anlaşılsın diye cennetliklerin durumu arz edilir. Cennetliklere ihsan edilecek nimetler haber verilir:
Allah’tan korkup günahlardan sakınanlar, âhirette güvenli bir makam, emniyetli bir mekânda bulunacaklar. Kendilerine herhangi bir zararın ulaşma imkân ve ihtimali yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cennet ehline denilecek ki, «Sizler burada hiç hasta olmayacak, daima sıhhatli kalacaksınız. Ölüm de yok, ebedi yaşayacaksınız. Sıkıntı duymayacak, hep huzur içinde olacaksınız. Yaşlanmayacak, hep genç kalacaksınız.»” (Müslim, Cennet 22)
Yine cennetlikler nimetlerle dolu cennetlerin, güzelliklerle dolu cennet bahçelerinin içinde; çeşmelerin, pınarların başlarında olacaklar. Alttan ince ipek ve üstten parlak atlastan lüks elbiseler giyecekler. Birbirine sadece sevgi ve muhabbet ızhar eden gönül dostları olacaklar; içinde hiç kinden, hasetten eser olmayan pürüzsüz ebedi dostluklar yaşanacak. Güzel gözlü, beyaz tenli cennet hûrileri ile evlendirilecekler. Canlarının çektiği her türlü meyvelerden yiyecekler. Dünyadan göçerken tattıkları ölümden sonra bir daha ebediyen ölüm azabı tatmayacaklar. Hem ebedi olarak cehennem azabından kurtulmuş olacaklardır. Şüphesiz ki en büyük başarı, en büyük mutluluk bu nimetlere erişebilmektir.
Nitekim Resûlullah (s.a.s.):
“İşlerinizde orta yolu tutun. Bilin ki, hiçbiriniz ameli sayesinde kurtuluşa eremez” buyurunca ashâb-ı kirâm:
“- Sen de mi kurtulamazsın ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.):
“- Evet, ben de kurtulamam. Şu kadar var ki, Allah merhametiyle beni bağışlarsa, o başka” buyurdu. (Müslim, Munafikîn 76, 78)
O yüzden:
- Biz bu Kur’an’ı, insanlar üzerinde düşünüp öğüt alsınlar ve hayatlarını buna göre tanzim etsinler diye senin dilinde indirerek anlaşılmasını kolaylaştırdık.
- Artık sen neler olacağını gözetle! Zâten onlar da senin başına bir felâket gelmesini gözetleyip durmaktadırlar.
En büyük ilâhî rahmet tecellisi olan Kur’ân-ı Kerîm, okuyup anlamamız ve hayatımızı ona göre tanzim edip düzenlememiz için kolaylaştırılmıştır. Bunu ifade etmek üzere “teysîr” kelimesi kullanılır. اَلتَّيْس۪يرُ (teysîr), bir şeyde yüsr meydana getirmek demektir. Yüsr ise kolaylık, bir şeyi elde etmede külfetin ve zorluğun ortadan kalkmasıdır. Kur’ân Allah’ın kelamıdır. Onun kolaylaştırılmasından maksat, kelamda söz konusu olabilecek bir kolaylaştırmadır. O da dinleyenin, konuşanın kastettiği mânaları, hiç bir zorluk ve kapalılık olmadan anlaması ve zihnine yerleştirmesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in iki yönden kolaylaştırıldığından bahsedilebilir:
Birincisi; lafız yönünden kolaylaştırılmıştır. Kur’an kelimelerinin ve terkiplerinin fesahati en yüksek derecededir. Kur’ân’ın nazmı güzel, lafızları fasih ve selîs, mânaları doğru ve yücedir. O, kulağı tırmalayacak bozukluklardan uzaktır. Onun kıraatı ve hıfzı kulağa gayet tatlı ve hoş gelmekte, kalbi de hemen etkisi altına alıp sevinç ve sürûrla doldurmaktadır. Onun ezberlenmesinin dillere kolay gelmesi bu yönüyledir. Kur’an, o kadar muhteşem bir üslup ve ahenge sahiptir ki, hiç bir şey anlamayan kimseler bile ondan bazı şeyler anlar gibi olurlar. Özellikle mü’minler onu dinlemekten ve anlamaktan bıkmazlar. “Ben onu daha önce dinledim ve anladım, bir daha dinlememe gerek yok” diyemezler. Bilakis zaman ilerledikçe ondan aldıkları haz ve bilgiler arttıkça artar.
İkincisi; mâna yönünden de kolaylaştırılmıştır. Onun terkiplerinden mânalar açıkça çıkarılabilir. Belli hedefler için konulmuş olan terkiplerin ihtiva ettiği mânalar boldur. Bunlar üzerinde tefekkür edenler, her düşündükçe bir kısım mânalardan diğer bir kısım mânalara ulaşabilir. Kur’an nazmı en fasîh, daha çok mâna ihtiva etmek için lafız ve terkip bakımından en müsamahalısı olan Arap diliyle telif edilmiştir. Kur’an’ın terkipleri fesahat ve belağat açısından Arap dilinin imkân tanıdığı en yüksek seviyededir. Dolayısıyla bu özellik, Kur’an’ın hem lafız hem de mâna yönünden kolaylaştırılmasına yardım etmektedir. Ayrıca Kur’an’a muhatap olan ilk toplumun temiz akıllı, çabuk anlayışlı, duyduğunu hemen ezberleyen, ezberlediğini uzun müddet hatırında tutan bir yapıya sahip olmaları da Kur’ân’ın kolaylaştırılmasının bir diğer boyutunu ortaya koymaktadır. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXVII, 188-189)
Bu hususiyetleriyle Kur’an, dillerle okunacak, kalplerle idrak edilecek, dilden dile gönülden gönüle yayılacaktır. Bu durum, Peygamber ve mü’minler için parlak bir istikbal müjdelerken, kâfirler için büyük bir tehdit ihtiva etmektedir. Onların Peygamber ve müslümanların aleyhinde bekleyip durdukları felaketler, dünya ve âhirette hep kendi başlarına gelecektir. Aslında onların bekledikleri, kendi felaketleri ve acı sonlarıdır!
DUHÂN SÛRESİ HAKKINDA
Duhân sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 59 âyettir. İsmini, 10. âyette geçen ve “duman” mânasına gelen اَلدُّخَانُ (duhân) kelimesinden alır. Resmî tertîbe göre 44, iniş sırasına göre 64. sûredir.
Duhân Sûresi Konusu
Allah Teâlâ, hakla bâtılı, haramla helâli belirlemek ve insanları ebedî hüsranla uyarmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiştir. Onun esas hedefi Allah’ın varlığı, birliği ve sınırsız kudretini kalplere yerleştirerek onları sadece Allah’a kulluğa çağırmaktır. Peygamberler bu davanın en büyük temsilcileridir. Bu sebepledir ki Hz. Mûsâ’nın Firavun’la olan mücâdelesi örnek verilerek İslâm’ın gâlibiyeti ve İslâm düşmanlarının mağlubiyeti müjdelenir. Son olarak peygamberleri reddedenlerin cehennemdeki acı manzaraları, buna karşılık peygamberlerin izinden gidenlerin nimet, huzur ve mutluluk dolu halleri seyrettirilir.
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri, kuranvemeali.com
YORUMLAR