
Dün ve Bugün Arasındaki Farklar
Dün ve bugün arasında ne gibi farklar vardır? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin kaleminden dün ve bugün arasında bir mukayese yazısı…
Muhterem Pederim Musa Efendi Hazretleri, 1987 yılında bir yazı kaleme almıştı. Çocukluğundaki İstanbul halkının aile ve toplum hayatından sahneler sergilediği yazısına şu başlığı koymuştu:
DÜN VE BUGÜN ARASINDAKİ FARKLAR
Şimdi o fark, zaman olarak bir asra yaklaştı. Fakat mâhiyet itibarıyla sanki o güzîde toplumdan çok daha fazla uzaklaştık. Bu yazıdan bazı ibretli satırları okuyalım ve yeniden sade, temiz, muhabbet ve rûhâniyet dolu bir toplum inşâ etmek için gayret edelim. Musa Efendi anlatıyor:
Cemiyet Hayatımızda Dün ve Bugün Arasında Bir Mukayese
“Takrîben yedi-sekiz yaşlarında idim. Çocukluğumun Erenköy’ünde geçmesi bakımından, o zamanın bilhassa Erenköy’ündeki halkın birbirlerine karşı, samimiyet, muhabbet ve nezâketlerini düşündüğümde, günümüzle mukayese eder de çok üzülür ve müteessir olurum.
Samimî bir ailenin fertleri gibi herkes birbirini candan ciddî olarak severdi. Birinin neşesi hepsinin neşesi, birinin kederi hepsinin kederi olurdu. Düğünlere, derneklere herkes iştirâk eder; gönül hoşluğu ile hoş, güzel günler geçirilirdi.
Hastalar ziyaret edilir; tatlı söz, güler yüzlerle kederi izâle edilirdi.
Gariplere, yoksullara, darda kalmışlara; gönül hoşluğu ile Allah rızâsı için, herkes elinden geldiği kadar yardımda bulunurdu.
Zenginlerin kesesi fakirler hesabına dâimâ açıktı.
Doktorlar bir baba şefkatiyle hastaları muayene ederler; çok zaman fakirlerden para almazlar, îcâb ederse ilâç parasını ceplerinden öderlerdi.
Aynı semtte bir cenâze vukûunda bütün mahallenin halkı iştirâk ederler, en yakın ahbapları gibi üzülürler, cenâze evini tesellî ederler ve o keder-dîde eve günlerce yemek taşırlardı.
Herkes birbirine karşı saygılı idi. Nezâket, nezâket, edep gene edep sezilirdi.
Şimdiki gibi bilgisiz okur-yazarlar yerine; ümmî, bilgili, görgülü, hatırşinas insanlar çoktu.
Yaşlı ile genç, zengin ile fakir kardeş sayılırdı. Zenginler de mütevâzı insanlardı. Yedikleri, içtikleri, giydikleri ile övünmezlerdi. Verenin Cenâb-ı Hak olduğunu bildikleri için, şükürleri boldu. İsraftan kaçarlar; birikenlerle fakirleri, dulları, yetimleri korurlar; evlenemeyen gençlere evlenme husûsunda maddî-mânevî yardımda bulunmaktan büyük zevk alırlardı.
Hasetçilik, çekememezlik, gıybetçilik gibi kötü hareketlerde kimse bulunmazdı. Şayet birisi böyle bir şeye cüret edecek olursa muhataplarından ters tepki husûle gelebileceğini bilir, halkın nazarında itibardan düşmekten korkardı.
Farzdan sonra en mühim ibâdetin «mü’minlerin gönüllerini almak» olduğu bilinirdi. Ağızlarından hep tatlı, rûhu teskin edici sözler sarf edilirdi.
Kimse, kimse ile çekişmez, uğraşmazdı. Kimse kimseyi küçümsemez, hor görmezdi. Küçükler büyükleri sayar, büyükler de küçüklere karşı şefkatle muâmele ederlerdi. Ananın, babanın bir dediği iki olmazdı. Yani ebeveyne karşı tam bir itaat edilirdi.
Büyükler de küçüklere karşı dikkatli olup, onların yanında hafif hareketlerde bulunmazlardı ki; şımarmasınlar, istikbâlin ciddî, vakarlı, mütevâzı insanları olsunlar diye.
Şahsiyet
Mîlâdî sene başlarında ormanları tahrip ederek, on binlerce çam ağaçlarını kesip Hristiyan âdeti üzere odalarına dikerek önünde mükellef sofralarından hindi dolmalarını midelerinden aşağı geçiren mutlu azınlık yoktu.
Buna mukabil; bayram ve kandillerde yemek sofraları tanzim edilir, bilhassa Ramazan aylarında otuz gün zenginlerin iftar sofraları açık olurdu. Zengin-fakir ayırmaksızın herkes teklifsizce yemeklerini yerdi. Hulâsa fakirlere, öksüzlere ikrâm eden hayırperver insanlar vardı.
Anne-Baba Hürmeti
Yakın zamanda moda hâline getirilen anneler günü ve sonrasında hortlayan babalar günü yoktu.
Müslüman-Türk evlâtları dâimî olarak ebeveynlerine karşı hürmetlidirler, dâimî de hizmetlerinde bulunurlar, ihtiyaçlarını tamamlarlar. Bir dediklerini iki etmezler.
Bir Türk evlâdı; hayatı boyunca mâlî vaziyetine göre ebeveynine hediye alır, yedirir, içirir. Bundan büyük bir haz duyar. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin rızâsını kazanır.
Çocuk Terbiyesi
Çocuk terbiyesine çok önem verilir, tıka basa her istediği yedirilmez, lüzumsuz arzuları yerine getirilmezdi. Bu şekilde çocuk; her istediğinin yapılmayacağını bilir, uysallık tarafına meylederdi. Dâimâ dînî, millî, içtimâî telkinât yapılır; güzel ahlâklı, hayâlı, dürüst olarak yetiştirilmelerine gayret sarf edilirdi.
Aile fertleri, muayyen zamanda hep beraber büyük bir muhabbet içinde yemeklerini yerlerdi. Anne ayrı, baba ayrı, çocuklar ayrı ayrı saatlerde yemezlerdi. Akşamdan sonra ekseriyetle evde kalınır; bazen akraba, ahbap ziyaretlerine hep beraber gidilir, bazen de misafir gelirse onlara güler yüz, tatlı dille ikramlarda bulunurlardı. Evde kalındığı zaman da çocukların anladığı şekilde hasbihâller yapılırdı.
Çocuklar izinsiz olarak hiçbir yere gidemezler, izin aldıklarında da söz verdikleri saatte evlerine dönerlerdi.
Konuşma Âdâbı
Mâlâyânî, hiçbir işe yaramayan sözler sarf edilmezdi.
Zarûret olmadan; büyüklerin, hürmete şâyan kimselerin yanında yüksek sesle konuşmak çok ayıp ve nezâketsizlik sayılırdı. Çocuklar ailelerinden aldıkları terbiye îcâbı, baş köşeye oturmazlardı.
Kanaattaki Huzur
Memleket; düşman işgal kuvvetlerinden yeni kurtulmuş, zâhiren çok fakir düşmüştü. Gıdâsızlıktan zâfiyet hastalıkları artmıştı. Keseler, cepler bomboştu. Fakirlik her yönden hüküm sürüyordu.
Buna rağmen bu yokluk kimseyi ye’se, üzüntüye sevk etmiyordu. Çünkü düşman çizmelerinden sıyrılınmıştı. Allah Teâlâ Hazretleri’ne şükürler ediliyor, gönüller huzurlu olup herkes şen ve şatırdı.
Bugün refah içinde sıkıntı, rûhî darlıklar, kederler olduğu gibi; o günlerde tersine olarak maddî darlık, yokluklar içinde gönül rahatlığı vardı.
Bugün helâl-haram demeyip, mal toplama yerine; o günlerde kanaat vardı. Herkes kendisinden evvel; komşusunun, yakınlarının menfaat ve rahatını düşünürdü. Aile hayatında erkek ailesini taltifkâr lakaplarla çağırır, kendisine lâyık olan nezâket ve şefkati gösterirdi. Allâh’ın emirlerini beraberce, noksansız olarak îfâ etmeye sa‘y ü gayret ederlerdi.
İsraf, savurganlık diye bir şey yoktu. Herkes bütçesini, gelirine göre ayar ederdi. Maddecilikten uzak bir hayat yaşadıkları için rûhî sıkıntılar görülmüyordu.
Tecessüs
Dış dünyayı bilmeyen bir kadın, tecessüs illetinden de kurtulmuş olur. Evinde mesut bir hayat yaşar; gönlünü Cenâb-ı Hakk’a, sâniyen de beyine, çocuklarına bağlar; zihnini fuzûlî şeylerden koruduğu için rahattır, kaygısızdır, huzurludur. Dolayısıyla ahlâklıdır. Böyle olunca yuvasının hürmete şâyan, şerefli bir unsuru olur.
Tecessüs illetine müptelâ olanlar, hayatlarından katiyen memnun olamazlar. Dâimâ başkalarının kazanç ve ayıplarıyla meşgul olan kişi nasıl olur da hâline şükreder?
Yeme-İçme Dengesi
Yemek mevzuu bugünkü gibi zihinleri işgal etmezdi. Herkes önüne ne konursa onu yer, Allâh’ına şükrederdi. Kuru ekmek dahî yenilse, büyük bir huzur içinde yenilir ve yemekten sonra hamd duâsı ihmâl edilmezdi. Pederimiz oldukça varlıklı olmasına rağmen; çok günler et yemediğimiz olurdu da, yiyemedik diye üzülmezdik.
Lüzumundan fazla tıka basa yenilmezdi. Ete karşı bugünkü gibi aşırı düşkünlük yoktu. Mide, kalp, mesâne rahatsızlıklarına ve rûhî hastalıklara pek ender tesadüf edilirdi. Her semtte ancak bir doktor olurdu. O da o mahalleye kâfî gelirdi. Herkes namaz kıldığı, az yediği ve fazlaca yürüyüş yaptığı için; adalelerin harekette olması bakımından, kireçlenme, romatizma hastalıkları da az görülürdü.
Kıyafet
Temiz, düzgün, derli toplu kıyafete önem verilirdi. Giyimlerde; pasaklılık, dağınıklık, apaşlık, kirli görünmeye heveslilik görülmezdi.
Elbiseler; temiz, lekesiz, ütülü olurdu. Ekseriyetle, eskiyinceye kadar giyilirdi. Ayakkabılar, kalıplı boyalı olurdu. Ekseriyetle, eskiyinceye kadar giyilirdi.
Herkes zevk-i selîm üzere giyinirdi. Fakat giydiği ile yediği ile övünmezdi.
Yerli malı giymek, kullanmak iftihar vesilesi idi. Tek-tük yabancı malı kullananlar olurdu. Onlar ayıplanır, âdetâ onlara vatan hâini gözüyle bakılırdı.
Cenâb-ı Hak; her kulunu ayrı şekilde yaratmış, kimi kısa, kimi uzun, kimi şişman, kimi zayıf, kimi esmer, kimi kumral, kimi sarı. Birine yakışan diğerine yakışmaz, zevkler sonsuzdur. Bu zevkler deryâsını bırakıp da moda diye acayip kıyafetlere girmek ne kadar gülünçtür. Bilgisizliktir, anlayışsızlıktır.
Gül Suyu
O zamanın, asil, görgülü hanımefendileri; bugünkü pek lüks aldatıcı ambalâj içinde türlü türlü cildi tahriş edici, zehirleyici, esans, krem ve pomadlar yerine gül suyu kullanırlardı. Yetmiş-seksen yaşında ihtiyar kadınların bile ciltleri ve yüzleri ter ü taze idi. Gül suyu; hem cildi besler, yumuşak tutar, zehirlemez hem de buruşmasını önler.
Aile Bütçesi
Evin hanımı efendisine karşı çok itaatli idi. Olur olmaz şeylere itiraz etmez, her hususta beyine yardımcı olurdu. Beyinin alamayacağı şeyler için ısrar etmezdi. Bu sebeple bütçelerinde açık olmaz, mâlî sıkıntıya düşmeden mesut ve bahtiyar bir şekilde ömürlerini idâme ettirirlerdi. Giyim ve ev eşyaları îtinâ ile kullanılırdı, eskidi diye hemen atılmaz, değiştirme sevdâsına düşülmezdi.
«Evini cennet yapan dişi kuştur.» tabiri dâimî kullanılırdı. Kendileri müsrif olmadıkları için çocuklarına da aynı duyguyu aşılarlardı. Bu duyguyu alan çocuğun dâimâ cebinde para bulunur -israf edip vara yoğa harcamadığı için- hem de kimseden ödünç istemez, elindeki ile fakirlere acımakla kalmayıp onlara elinden gelen yardımı yapabilirdi.
Kul hakkından, borçlanmaktan ve borçlu kalmaktan çok korkulurdu. Borçlu olan, açlığa bile râzı olurdu da gene borcunu vaktinde öderdi. Bu ahlâka sahip olduğu için istediği zaman herkesten ödünç alabilirdi. Çünkü dürüsttü, istikamet ehli idi.
Kadın, evin hanımı olarak evin işleri ve çocuklarının terbiyesi ile mükellefti. Erkek de dış işleri ile meşgul olur, evin ihtiyaçlarını temin ederdi.
Mânevî Eğitim
Güzel, dînî bir terbiye ile yetişen çocuk; gençliğinde değil âsî olmak, bilâkis herkesin takdirini kazanan, herkes tarafından sevilen cemiyetin bir rüknü olurdu.
Kur’ân ve din dersi hocalarına, hürmete şâyan zevâta çok hürmet gösterilirdi. Onlara yapılan tâzim diğer insanlara yapılandan ziyade olurdu.
Mânevî Günler
Asık yüzlülük, soytarı davranışlar yoktu. Herkes şendi, şakraktı, güler yüzlü, neşeli idi.
Bayramlara, kandillere hürmet edilir; bu mübârek günlerde herkes birbirini ziyaret eder; Kur’ân-ı Kerim, Mevlid-i Nebevî okunur; bu sûretle birçok evler, konaklar bu lâhûtî kokudan hisselerini alırlardı.
Balın tadını nasıl tarif edemez isek, o günlerin tasvirini yapamayız. Hulâsa o günler, bugün hayal dahî edemeyeceğimiz lâhûtî demlerdi, âlemlerdi.”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Ailede İki Cihan Saadeti, Yüzakı Yayıncılık
YORUMLAR