Dünyadaki Amacımız Nedir?
Dünyadaki amacımız nedir? Dünya nasıl bir yerdir ve burda ehemmiyet vermemiz gereken şeyler nelerdir? İnsan niçin yaratıldı? Dünyada kalbe mahsus himmet ve gayret nedir? İşte cevapları...
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Ey oğul! Dünyadaki bütün himmet ve gayretin; yemek-içmek, giyinmek, evlenmek, güzel ve rahat evlerde oturmak, mal-mülk ve servet toplamaktan ibâret olmasın. Bütün bunlar, nefsin rağbet ettiği şeylerdir.
Öyleyse kalbe mahsus himmet ve gayret nedir? Kalbin himmet ve gayreti, Allâh’ı aramaktır. Onun rağbet edeceği yegâne şey budur. Senin himmet, gayret ve rağbet edeceğin şey, senin için en mühim olandır, sana ehemmiyet verendir, yani Allah Teâlâ’dır. O hâlde senin ehemmiyet verip rağbet edeceğin şey de, Rabbin ve O’nun nezdindeki olmalıdır.”
[Dünya; ebedî hayattan önce, geçici bir süreliğine konakladığımız bir imtihan mekânı. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar, bir taraftan dolup diğer taraftan boşalan, iki kapılı bir han. Son insan da imtihanını olduktan sonra, bu fânî cihânın fonksiyonu bitecek, büyük infilâk/kıyâmet kopacak. Herkes kazandıklarını ve kaybettiklerini mîzânında bulacak, amel defterlerinden okuyacak.
Cenâb-ı Hak kullarını seviyor, tekrîm ediyor. Zira insanı yoktan var etti, mahlûkatın en şereflisi kıldı. Onu Cennet’ine davet buyurdu. Bu davete lâyık olabilmesi için de yardımcı olarak peygamberler ve kitaplar gönderdi. İlâhî kudret ve azametinin fiilî bir şâhidi ve delili olarak bu kâinâtı yarattı. İnsana, bunları idrâk edecek akıl ve kalp lûtfetti. Tefekkür edebilenler için bütün bunları bir îman anahtarı mâhiyetinde ihsân etti.
Eğer kalp, nefsâniyetle körelmemişse, insanın şu kâinat mektebinde gördüğü her şey, ona Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini hatırlatan “mârifetullah” dersleri vermektedir.
Öte yandan Cenâb-ı Hak insana, dünyaya dâir kırıntı kabîlinden birtakım ilimler de vermiştir. Bunları keşfedip kullanacak akıl bahşetmiştir. Fakat ilim de akıl da iki uçlu bıçak gibidir, hayra da kullanılabilir, şerre de. Eğer akıl, vahyin rehberliğinde merhaleler katetmişse; bu ilim, kulu mârifetullâha sevk eder, ilâhî kudret akışlarının tefekkürüyle rûhu derinleştirir, gönlü dâimâ Allâh’a ve âhirete meylettirir. Böyle bir rûhî derinliği olanla –Yunus Emre’nin sarı çiçekle hasbihâli misâli- hâl lisânıyla nebâtat konuşur, toprak konuşur, su konuşur, hava konuşur…
Zira Şeyh Sâdî’nin dediği gibi:
“Akıl sahipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı mârifetullah için bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir.”
Cenâb-ı Hakk’ın sayısız ihsanda bulunup kıymet verdiği insan, şayet Rabbini unutup nefsânî arzuları peşinde ömür tüketirse, büyük bir nankörlüğe düşmüş olur.
Cenâb-ı Hak insana; zikir, fikir ve şükürle meşgul olup nazargâh-ı ilâhî olsun diye kalp vermiştir. Kul, kalbini Cenâb-ı Hakk’a tahsis ederse, Rasûlullah Efendimiz’e râm ederse, îman, İslâm ve ihsâna mekân ederse, huzur ve itmi’nân içinde olur. Bunun zıddına kalbini fânî dünya muhabbetlerine kaptırıp Rabbinden gâfil kalırsa, dünyadan ne elde ederse etsin, Kur’ânî ifadesiyle “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Çalışmış, (fakat boşuna) yorulmuş!”[1] demektir.
Atâullah el-İskenderî g’in dediği gibi:
“Yâ Rabbi! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?..”
Cenâb-ı Hak, insanın daha dünyaya gelmeden evvel ana rahminde geçirdiği merhalelere atıfta bulunarak sorar:
“Ey insan! Seni yaratıp düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?!” (el-İnfitâr, 6-8)
Unutmayalım ki, son nefeste, kabirde, kıyâmette, hesapta, sıratta, velhâsıl ebedî hayatta bize fayda verecek olan; çölde görülen seraplar gibi fânî ve gelgeç sevdâlar değil, Rabbimiz’e bu dünyada ne kadar kulluk yapabildiğimizdir, O’nun rızâsı yolunda ne kadar gayret gösterebildiğimizdir.
Dünyaya gelen her fânî gibi, bizler de âhiret yolcusuyuz. Bu yolculuğa her an hazırlıklı olmamız şart. Bunun için, bir an evvel nefsânî ihtirasları bertaraf edip rûhânî istîdatları inkişâf ettirerek Rabbimiz’e yakın bir kul olabilmenin cehdine girmemiz elzem.
Dolayısıyla gündelik hayatın maddî kaygıları, maîşet koşturmaları, dert ve sıkıntıları içinde boğulup aslî vazifelerimizden gâfil kalmayalım. Sık sık hâl ve gidişâtımızı gözden geçirelim. Kendimize soralım:
“Biz bu dünyaya sadece iyi bir okul bitirip diploma sahibi olmak, iyi bir makam-mevkî edinmek, mal-mülk-servet biriktirmek için mi gönderildik? Yoksa hayatın akışı içinde birer vâsıta olması gereken bu basamakları gâye hâline getirme gafletine mi sürüklendik?!.”
Şu âyet-i kerîmenin ihtârı ne müthiştir:
“…Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah’tan, Rasûl’ünden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez!” (et-Tevbe, 24)
Peygamberler, selef-i sâlihîn ve onların izinden giden Hak dostları; “Esas hayat âhiret hayatıdır.”[2] şuuruyla, bütün gayretlerini Allah yoluna teksîf etmiş ve bu fânî dünyaya en ufak bir iltifat nazarıyla bakmamışlardır. Hâl böyleyken, onları örnek almak yerine, âdeta âhiretsiz bir dünya hayali içinde, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, dünya misafirhanesinde yerli edâsıyla oturmak, ne acı bir aldanıştır! Bir defalığına verilmiş olan ömür sermayesini, süflî arzular peşinde ziyan etmek, ne hazin bir ebediyet iflâsıdır!
Bir insanın gerçek değeri, bu fânî cihanda hangi arayışlar içinde ve neyin peşinde olduğuyla anlaşılır. Bu dünyada hedef ve arzularının istikâmeti, sırf dünyevî menfaatler olan bir insanın hakîkî değeri, bunların Hak katındaki kıymeti kadardır. Bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, Allah katında dünyanın, bir sivrisineğin kanadı kadar bile değeri yoktur.[3] Dolayısıyla Allâh’ın değer vermediği dünyayı daha kıymetli görüp âhireti unutan kimseye, Allah da değer vermez.
Unutmayalım ki içimizde dünya meyli ile âhiret meylinin mücâdelesi, son nefese kadar devam edecek. Dünyadan nasîbimizi aramakla birlikte, kalbimizi dâimâ ukbâya yönlendirmeliyiz ki, dünya hırsı gönlümüzü işgâl etmesin.
Âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere:
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 9-10)
Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın değer verdiği, hakîkî izzet ve şeref sahibi bir kul; kalbini dünyevî ihtiraslardan temizleyen, onu maddiyâtın kasası olmaktan kurtarıp mâneviyâtın, yani îman, takvâ ve güzel ahlâkın hazinesi kılabilen kimsedir.
Velhâsıl bizler bu imtihan âlemine dünyalık kazanmak için değil, âhiretimizi kurtarmak için geldik. Dolayısıyla dünya ile âhiret arasında bir tercih söz konusu olduğunda gönlümüzün ibresi her dâim âhireti göstermelidir.
Hikmet ehli bir zât ne güzel söylemiştir:
“Dünya altından yapılmış ama fânî olsa, âhiret de çamurdan ama bâkī olsa, akıllı insan bâkī olanı fânîye tercih eder. Peki durum bunun aksine olur da dünya çamurdan ve fânî, âhiret de altından ve bâkī olursa, acaba ne yapmak lâzımdır?!”[4]]
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2019 – Mart, Sayı: 397, Sayfa: 032
YORUMLAR