Dünyadayken Nuh'un Gemisine Binmeye Bak!
Toplumsal manevi hastalıkların defi için müslümana düşen vazifeler nelerdir? Başlarında peygamberleri olmalarına rağmen Ad, Semud, Lut ve benzeri birçok kavmin helak olma sebepleri nelerdir? Ne yaptılarda Allah'ın azabına dûçar oldular? Bugün bizler Allah'ın rahmetine nâil olabilmek için neler yapmalıyız? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...
Cenâb-ı Hak geçmiş kavimlerden misal veriyor:
اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍ
(“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine?” [el-Fecr, 6]) buyuruyor. Âd Kavmi’nden misal veriyor, tarihte geçen.
Âd Kavmi, Cenâb-ı Hakk’ın çok ihsan ettiği bir kavim. İrem bağları var. Zenginlik, bağ, bostan vesâire…
Bunlar Cenâb-ı Hakk’a şükür edecek yerde, teşekkür edecek yerde; “Bizden güçlü kim var?” dediler. “Bizi kim bertaraf edebilir?” dediler. Kibirlendiler, gururlandılar.
Ondan sonra, Semud Kavmi. Onlar da Âd Kavmi’nin felakete uğramasından ders almadı. Onlar da aynı şekilde, yahut da iki kadın onların bütün dünyalarını bozdu. Şımardılar…
Onlar, bir de Firavun kavmi burada. Üçü de azdılar. Firavun’un kavmi de ağır bir zulme girdi. Mûsa -aleyhisselâm-’ın kavmine ağır bir zulme girdi. Cenâb-ı Hak:
“Bunlara bir azap kamçısı indirdik.” (Bkz. el-Fecr, 13) buyuruyor.
Yine buna benzer, bazı kavimler daha var. Ben oradan bir bağlantı edeceğim. Bu Âd Kavmi; şımardılar, şımarık kavim. Bugün de maalesef işte israf, şımarmak, -Allah korusun-…
Firavun, tanrılık iddiasına girdi. Kibir son hadde kadar, enâniyet, gösteriş, fiyaka vesâire... Fakat son anda îmân etti ama, bitti… Son anda îman, çünkü alâmetler gözüktüğü için, onun bir kıymeti yok.
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki âyette;
“…«Gerçekten İsrâiloğulları’nın inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına îman ettim. Ben de müslümanlardanım.» dedi.” (Yûnus, 90) Ama artık, çünkü son anda perdeler açılıyor; o zaman îmânın bir faydası yok! Kızıldeniz’e gömülüyor, yaptığı zulümlerle beraber…
Nuh Kavmi var. O da 950 sene Nuh -aleyhisselâm- irşâd etti, onlar isyan etti. En sonunda Nuh -aleyhisselâm-:
اَنِّى مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ
(“…Ben yenik düştüm, bana yardım et!” [el-Kamer, 10]) dedi. “Yâ Rabbi dedi, gücüm kalmadı, al intikamını!” dedi.
Cenâb-ı Hak emretti, gemi yaptı. Gemiye girenler kurtuldu, diğerleri helâk oldu.
Onun için yine bir Allah dostu:
“Sen diyor, şu dünyadayken, Nûh’un gemisine binmeye bak.” diyor. Yani saadet yoluna gir, diyor.
Lût Kavmi vardı, bugün aynı ahlâksızlık var maalesef. İnsanlığı, edebi aşan bir, hattâ hayvanları aşan bir ahlâksızlık. Bu da bir kavmi batıran şeylerden biri.
Bunlar, kahra uğrayan kavimler. Daima kıyas edeceğiz; bugün de o tip insanlar var mı, toplumumuzda yok mu?..
Demek ki bugün ne mühim çok? İstiğfar mühim. Seherlerde istiğfar mühim. Bol istiğfar etmek lazım ki, gerçi ufak tefek şeyler geliyor; enflasyon diyoruz, vesâire diyoruz, şu bu ikazlar geliyor.
Onun için, yani bir mü’minin hayatında israf olmayacak.
Ribâ olmayacak/faiz olmayacak.
Rüşvet vesâire.
“الراشي والمرتشي في النار” buyruluyor.
“Veren de alan da Cehennemliktir.” buyruluyor. (Taberânî; Müntehabü Kenzü’l-Ummal, 2/198-200; et-Tâc, 3/56) O olmayacak.
Toplum ne yapıyor? Maalesef bu günahlar gelince Cenâb-ı Hakk’ı unutuyor, âhireti unutuyor. Niçin dünyaya geldik? Kimin mülkünde yaşıyor? Nereye gidecek? Farkında değil!..
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe, değiştirmez.” buyuruyor. (Bkz. el-Enfâl, 53; er-Ra‘d, 11)
Demek bu gün de en mühim, bu istiğfar…
Bir misal var; Hazret-i Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne 4 kişi geliyor. Biri kuraklıktan şikâyet ediyor.
“–Dua et üstad diyor, ne yapayım?” diyor.
Diğeri fakirlikten şikâyet ediyor.
Öbürü tarlasının verimsizliğinden.
Diğeri de çocuğunun olmayışından şikâyette bulunuyor.
“–Efendim himmet edin, dua edin.” diyorlar Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne.
Hasan-ı Basrî Hazretleri dördüne de istiğfar (tavsiye ediyor).
Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin yanındaki adam diyor ki:
“–Üstad diyor, dördü de ayrı ayrı şeyler söyledi, siz dördüne de istiğfar dediniz.”
Nuh Sûresi’nin 10-12. âyetlerini okuyor:
“…Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır. Üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı çoğaltsın, çocuklarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan edip, sizin için ırmaklar akıtsın.”
Demek ki her derdin devası, bilhassa seherlerde istiğfar etmek.
Yine Enfâl Sûresi’nde buyuruyor Cenâb-ı Hak, Râsûlullah Efendimiz’e:
“Sen onların içinde iken, Allah onlara azap edici değildir…” (el-Enfâl, 33)
Mekke’de onlar müslümanlara zulmediyordu. Fakat orada Mekke’de Rasûlullah Efendimiz olduğu için, on üç sene onlara bir azap inmedi. Fakat Efendimiz hicret etti, hicret ettiği zaman, semaya baktıkları zaman gözleri kararıyordu. Buluttan başka bir şey görmüyorlardı. Verimsiz bir hâle geldi. Allah Rasûlü’ne müracaat ettiler:
“–Aman dediler, ey Muhammed dediler, bize yardım et, kabul edeceğim, îman edeceğim.” dediler.
İkincisi; o bugüne ait:
“…Yine onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir.” (el-Enfâl, 33)
Demek ki bu teheccüdlerdeki istiğfarlarımız da kardeşler, çok mühim olmuş oluyor.
Yine Zeynep binti Cahş -radıyallâhu anhâ- Peygamber’e:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, içimizde sâlihler bulunduğu hâlde bizi helâk, Allah bizi helâk eder mi?” diye Efendimiz’e soruyor. Rasûlullah Efendimiz;
“–Fısk ve fücur, günahların çoğaldığı vakit evet.” buyuruyor. (Buhârî, Fiten 4, 28, Enbiyâ 7, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 1. Bkz. Ebû Dâvûd, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 23; İbn-i Mâce, Fiten 9)
Demek ki bir müslümanın onu bertaraf etmesi lazım.
Nasıl bertaraf edecek? İkaz edecek gidip. Yumuşak dille onları ikaz edecek. “Canım, onlardan bana ne! Onlara ne olursa olsun!” demeyecek.
Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
“Siz insanlığın iyiliği için çıkarılmış bir ümmetsiniz (hayırlı ümmetsiniz). Mârufu emreder, münkerden nehyedersiniz...” (Âl-i İmrân, 110)
İnsan kendinden başlayacak: “Benim ne gibi hatalarım var?” Onu bertaraf etmeye çalışacak.
Evlâtlarını Allah yolunda yetiştirmeye gayret edecek. Evlâtlar Allâh’ın birer emaneti. Ondan sonra akrabalarına, çevrene genişleye-genişleye gidecek. Kendisini devrinin akışından, kendisini mes’ûl görecek bir müslüman.
Bu da şart…
Cenâb-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“…O gün, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
Onun için sahâbî tâ Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Afrika’ya girdi, her tarafa gitti. Allâh’ın verdiği bu İslâm nîmetini tevzî etmek için.
Efendimiz buyuruyor:
“Ümmetim bir yağmura benzer buyuruyor. Başı mı hayırlıdır, sonu mu hayırlıdır, belli olmaz.” diyor. (Tirmizî, Edeb, 81) Belli değil, diyor.
Bugün de çok şey bir gündeyiz. Bu, fıskın vesâirenin, birçok gafletin arttığı bir zamanda, müslümanların çok gayret etmesi, Allah yolunda… Müesseseler kuracak.
Kur’ân-ı Kerîm en büyük nîmet. Ders kitabı. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği mektup. Bir fânîden gelen mektubu ne kadar okuyoruz? Hele bir evlâdımız falan askerde ise, acaba ne arzu ediyor?..
Merhametli bir anne, devamlı evlâdına askerde; “Aman der, şu yemeği o çok seviyordu.” der. Yerken onu hatırlar.
Biz de şimdi Cenâb-ı Hakk’a nasıl bir teşekkür edeceğiz; bize en büyük Kitab’ı bize ihsan etti. Hayatın saadeti, muhtevası, âhiret saadeti, ebediyetin saadeti, o Kitab’ın içinde. Allâh’ın kullarına gönderdiği mektup. Nasıl okuyacağız ve nasıl Kur’ân’ı yaşayacağız, nasıl Kur’ân’ı yaşayarak yaşatmanın gayretinde olacağız?
Cenâb-ı Hak buyuruyor âyet-i kerîmelerde, Kamer Sûresi’nde:
“Andolsun Biz Kur’ân’ı anlaşılıp öğüt alınması için, kolaylaştırdık. O hâlde düşünüp ibret alan yok mu?” (el-Kamer, 32) buyuruyor, Allâh’ın âyetlerinden.
Yine diğer bir âyette Muhammed Sûresi’nde;
“Onlar Kur’ân’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilit mi var?” (Muhammed, 24) Onların buyuruyor, onların kalpleri yok mu, buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“…Şeytan sizi Allâh’ın affıyla kandırmasın.” ( Bkz. Fâtır, 5) buyuruyor.
Evet, Cenâb-ı Hak “Erhamu’r-Râhimîn”dir. Fakat şart da nedir, “tevbeten nasûhâ” bizim büyük bir takvâ hayatı içine girmemizdir.
Yine “Andolsun, öğüt alsınlar diye Biz Kur’ân’da insana her türlü misali verdik.” (ez-Zümer, 27)
Bir insan, benim şu problemim var der, onun şeyi yok diyemez kimse, Kur’ân-ı Kerîm’de onun bir karşılığı var. Rasûlullah Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatında, onun bir çözümü vardır yahut bir benzeri vardır çözümünün.
Onun için kıyâmette hiçbir mazeret kapısı kalmayacak. Duymadım, etmedim, olmayacak.
Fâtır Sûresi’nin 37. âyeti. Cenâb-ı Hak öbür taraftan bir fasıl bildiriyor. O azâba dûçâr olanlar diyecekler ki, Cehennemlikler:
“–Yâ Rabbi, bizi buradan çıkar.” diyecekler.
“–Çıkar, biz bu eski yaptıklarımızın (yerine), şimdi hayır-hasenat yapalım, onları güzel amellerle, o yaptığımız kötü işleri bertaraf edelim.” diyecekler.
Cenâb-ı Hak onlara iki şey soracak. Birincisi:
“Dünyada size düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?” Bir ömür vermedik mi size?..
Niçin dünyaya geldin? Kimin mülkündesin? Gidişin nereye?
“Düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”
İkinci soru:
“Bir peygamber gelmedi mi?” Bir irşad edici gelmedi mi?..
“–Evet yâ Rabbi, ikisi de oldu.” diyecekler.
“–O zaman azâbı tadın!” buyuracak Cenâb-ı Hak. (Bkz. Fâtır, 37)
Onun için bu ömrün her ânı, çok (büyük) fırsat. Yani ne kadar ömrümüz vardır, bir meçhullerin içindeyiz.
Yine Cenâb-ı Hak, dünya malına geliyor:
“İnsan var ya (buyuruyor) Rabbi kendine imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde, «Rabbim bana ikram etti.» der.” (el-Fecr, 15)
Zengin olur, “bana Rabbim ikram etti” der. Kendi kendine öyle der. Hâlbuki bu imtihandır. Mal en büyük, en zor imtihan maldadır. Çünkü malın bir câzibesi vardır. Malın bir kandırması vardır.
Onun için bütün gaye, Allâh’ın verdiği o malı... İnsan şunu düşünecek; Allah bu malı bana niye verdi? Ona vermedi, bana verdi. Demek ki ben verdiği bu maldan mes’ulüm, bu malı Allah yolunda ben nasıl kullanacağım?..
Her şeyin karşılığı verilecek. Bir zerrenin bile verilecek, Allah yolunda olan gayretlerimizin. Onun için İslâmî müesseselere revaç vermek.
Buyuruyor Efendimiz, Buhârî hadisi:
“Bu dünya malı tatlı ve çekicidir. Kim onu tok gözlü bir şekilde alırsa, o mal bereketlenir…”
Onu alır, hayır-hasenat yapar Allah yolunda harcar, o mal bereketlenir.
“…Kim de onu aç gözlülükle, ihtirasla alırsa, bereketi kaybolur.” (Buhârî, Zekât, 50)
Hırslı insanlar, yiyip-yiyip bir türlü doymayan obur kimseler gibidir, Allah korusun!
Bilhassa bu kanaat çok mühim. En büyük zenginlik kanaat. Hakka, hukuka bilhassa mirastaki kadın-erkek hakkına dikkat etmek lazım. Maalesef bazı yerlerde buna hiç dikkat edilmiyor. Bu büyük bir kıyamet vebâli. Cenâb-ı Hak Nisâ Sûresi’nde 14. âyette; “…Acıklı bir azap vardır.” buyuruyor. Hak geçiyor, haram yemiş oluyor.
Bahâüddin Nakşibend Hazretleri, helâl gıda üzerinde o kadar çok dikkat ederdi ki, kendi tarlasından sebzeler-meyveler yetiştirirdi. Hattâ orada kullandığı hayvanların da hakkına dikkat ederdi. Oraya gelen suyun odunun da durumuna dikkat ederdi: Nereden geliyor, nasıl oluyor? Onun pişirdiği yemekten, hastalar gelip de şifa bulsun diye, şifa olsun diye o yemekten alırlardı. Helâl gıda.
Haram gıda, tersine. Yahut şüpheli gıda…
Onun için, mal çok mühimdir. Kendine biriktirmek, bir pintilik; bu gasptır. Cenâb-ı Hak:
“…Altını, gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanları sen acıklı bir azap ile müjdele.” (et-Tevbe, 34) buyuruyor âyet-i kerîmede.
Evet, geçimin var, işin var, fabrikan var, o dönecek muhakkak, o çark dönecek. Fakat kendin israf etmeyeceksin.
Para, yılan gibidir. Eğer servetinin nasıl olduğunu görmek isteyen, parasına baksın.
Paranın üzerinde kendi iradesi yoktur para sahibinin. Paranın iradesi vardır. Para kazanca göre, o tarafa doğru akar. Helâlden kazanılmışsa o para, helâle doğru gider. Bulanıksa, bulanık olarak, kâh hayra kâh şerre gider. Eğer haramdan kazanılmışsa hayra gitmez, tamamen şerre gider.
Yani insan, burada malının da helâliyetinin nasıl, ne olduğunu, malının rengini görmüş olur.
Hep bunlar, ibadetler, kendimizin, kalbî hayatımızın röntgeni. Kazancımız, kazancımızın röntgeni. Onun için diyorlar; “Para yılan gibidir, girdiği delikten çıkar.” Nereden gelmişse oraya girer.
Cömertlik çok mühim…
Allah cömert; Rahman, Rahîm. Efendimiz “raûf ve rahîm”. Cenâb-ı Hak, cömert kulunu seviyor, merhametli kulunu seviyor. Tabi bu merhamet, cömertlik… Ben merhametliyim, cömerdim; ölçüsü ne? Ölçüsü, ashâb-ı kirâm.
“…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” (et-Tevbe, 100) buyuruyor. Ashâb-ı kirâm nasıl cömertse, istenen, ideal cömertlik de o. Yani topluma bakarak, “ben cömerdim”, bu kâfî değil.
Yine bu, Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri;
“Bir kimse diyor, infak ederken diyor, sevinerek verecek diyor. Bir nezaketle verecek diyor. Çünkü diyor, onu diyor, vermese nereden Cenâb-ı Hak’tan şey kazanacak, ecir. Alana teşekkür edecek.” buyuruyor.
Biz büyüklerimizden onu gördük. Meselâ bir infak ederken, bir sadaka falan verirken, bir zarfa koyarlardı. “Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” derlerdi. “Kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.” derlerdi.
Bu nereye gidecek?
“يَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ”
Cenâb-ı Hak “Ben alırım sadakaları.” buyuruyor. “Tevbeleri Ben kabul ederim. Sadakaları da ben alırım.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 104)
Ahmed İbni Hanbel Hazretleri’nin güzel bir ifadesi var:
“İnsana diyor, az bir mal kâfi gelir diyor, hayatında diyor. (Herkesin midesi aynı.) Fakat diyor, muhterise diyor, çok mal kâfi gelmez.” buyuruyor.
Efendimiz de
“Bir vadi verilse, diğer bir vadiyi ister.” (Buhârî, Rikāk, 10) buyuruyor. Fakat ölüm ve son nefeste hepsi biter. Bir de kazandığının hesabı ile gider karşı tarafa…