Dünyanın Gidişatı Hayra Alamet Değil
Siyasi ve jeopolitik gerilimler kadar, küresel iklim değişikliklerinin neden olduğu doğal afetler, bu afetlerin tarımsal ürünler ve dolayısıyla ekonomiler üzerindeki etkileri, enerji krizleri, küresel çapta tedarik zincirlerinde yaşanan aksaklıklar… Tüm bu gerilimler ve olumsuzluklar dünya nereye gidiyor sorusunu gündeme taşımış bulunuyor. Hakikaten dünya nereye gidiyor?
Ortadoğu... Afrika... Kafkasya… Ege… Asya Pasifik…
Nereye baksanız yüksek tansiyon ve gerilim. Doğusundan batısına dünyanın hemen her bir köşesinde amansız bir güç mücadelesi yaşanıyor. Siyasi ve jeopolitik gerilimler kadar, küresel iklim değişikliklerinin neden olduğu doğal afetler, bu afetlerin tarımsal ürünler ve dolayısıyla ekonomiler üzerindeki etkileri, enerji krizleri, küresel çapta tedarik zincirlerinde yaşanan aksaklıklar şeklinde listeyi uzatmak mümkün…
Tüm bu gerilimler ve olumsuzluklar dünya nereye gidiyor sorusunu gündeme taşımış bulunuyor. Hakikaten dünya nereye gidiyor? Dünya genelindeki güç mücadelesinde, Ekim ayında neler yaşandığına bakarken dünyanın nereye gittiğine dair tabloyu resmetmeye çalışacağız.
İRAN’IN GÜNEY KAFKASYA’DA BOZULAN HESAPLARI
Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki ihtilafın Azerbaycan lehine son bulmasının ardından Kafkasya’da tansiyon bu sefer de Azerbaycan-İran ihtilafı sebebiyle yükseldi. Mesele aslında kadim bir mesele. Yeniden depreşmesinin gerekçesi Azerbaycan'ın, Ermeni işgalinden kurtarılan bölgeye gönderilen İran tırlarını kontrolüyle başladı. İran buna Azerbaycan sınırında “Hayber Fatihleri” adını verdiği büyük çapta askeri bir tatbikatla cevap verdi. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev, bölgenin Ermeni işgali altında olduğu dönemde yapılmayan bu tatbikatın neden şimdi yapıldığını sordu. İran, tatbikat adından da belli olacağı üzere mesajın Azerbaycan’a değil, İsrail’e yönelik olduğunu ileri sürdü. Bakü yönetiminin İsrail ile olan yakınlaşmasını gerekçe göstererek Azerbaycan topraklarından İsraillilere askeri üs verildiğini, bu üslerin İran’a yönelik saldırılarda kullanılacağını, tatbikatların da bu türden saldırılara cevap vermeye yönelik bir hazırlık olduğunu iddia etti.
İran’ın, Azerbaycan’ın alan açmasıyla İsrail tarafından çevrelenmeye çalışıldığı iddiaları doğru mu peki? Bakü işgal devletine üs verdi mi?
Evet, Azerbaycan İsrail ilişkileri son derece iyi. Hatta Karabağ zaferinde Türk İHA ve SİHA’ları kadar İsrail’in kamikaze dronların etkisi biliniyor. Taraflar arasında çok ciddi silah alış-verişi var. Ama buna rağmen Bakü İsrail’e üs verildiği iddialarını kesinlikle yalanlıyor ve “yok böyle bir şey” diyor. İddialarını ispat etmeye davet ediyor İran’ı.
Aslında Tahran yönetiminin, “İsrail bizi Kafkaslardan vuracak” gerekçesini ileri sürse de rahatsızlığının ardındaki nedenler biliniyor. Azerbaycan’ın Karabağ zaferi öncesine kadar İran ve Ermenistan lehine olan statükonun bozulmasından yaşadığı travmayı Tahran bir türlü atlatamadı. İran, zaferi kabullenmekte zorlanıyor. Kafkaslardaki yeni statükonun, Türkiye ve Azerbaycan’a önemli fırsat kapıları aralarken kendisi açısından, sosyo-ekonomik, jeopolitik yönüyle birçok kayıpları ve riskleri beraberinde getireceğini düşünüyor.
Karabağ zaferi sonrası Türkiye, Azerbaycan, Pakistan yakınlaşması, sonrasında bu üçlüye bir de Katar’ın katılması, müttefiklerin bölgede ortak tatbikatlar yapmaları, Afganistan’da Taliban’ın yönetimi ele geçirmesi İran’ı son derece rahatsız eden gelişmelerdi.
Dolayısıyla Kafkaslarda Azerbaycan ile İran arasındaki yükselen tansiyonunun gerekçesi olarak Tahran “İsrail tehdidini” öne çıkartmaya çalışsa da mesele daha çok Azerbaycan’ın Karabağ zaferiyle ilintili. Özellikle İran’daki Fars milliyetçisi çevrelerde neden olduğu hazım problemiyle alakalı yaşanan gerilim. Azerbaycan-İran ihtilafı daha da büyür mü? Tahran yönetimi ülke içindeki Fars milliyetçisi çevrelerin söylemi ile hareket ederse durum ciddileşebilir. Zira Bakü yönetimi de bu sefer alttan almayacak gibi duruyor. Sonuç olarak Güney Kafkasya’daki yüksek tansiyonu düşürmek biraz zaman alacak gibi duruyor.
SURİYE’DE BIÇAK KEMİĞE DAYANDI
Dış politika gündeminin bir diğer sıcak başlığı Suriye’deki gelişmelerdi. Uluslararası medyada Suriye’deki iç savaşın sonuna gelindiği yönünde bir tablo çizilse de Türkiye açısından durum hiç de öyle değil. Aksine Türkiye’nin bütünlüğüne kast eden Suriye kaynaklı terör tehdidi ABD ve Rusya yüzünden her geçen gün büyüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “artık sabrımız kalmadı” ifadelerine yansıyan bu tehdidi bertaraf etmek için Suriye’ye yeni bir harekât gündeme gelmiş bulunuyor. Rusya ve İran destekli Esed güçlerinin, sancılı bölge İdlib’e yönelik provokasyonlarıyla Türkiye’ye doğru yeni bir göç dalgası meydana getirme gayretleri bir başka endişe kaynağı olmayı sürdürüyor.
-Bölgenin yeni gerçeklerinden biri de Arap ülkelerinin Esed rejimi ile ilişkilerini normalleştirme yönünde attıkları adımlar. Birçok Arap ülkesi son dönemdeki girişimleriyle Şam ile diplomatik ilişkilerini çeşitli seviyelerde yeniden düzenleme yoluna gitmiş bulunuyor. Ürdün, Suriye sınırını, BAE ve Bahreyn de Şam büyükelçiliklerini yeniden açtı mesela. Arap Birliği’nin de Suriye’yi yeniden üyeliğe kabul etmesi bekleniyor. Esed’i memnun eden oldukça önemli gelişmeler bunlar. Yine Joe Biden yönetiminin Esed'e yönelik Sezar yasası yaptırımlarını kısmen hafifletmesi, Batı dünyasının Esed rejimi ile normalleşmeye sıcak bakması gibi gelişmeler Esed’in elini oldukça rahatlatmış gözüküyor.
Uluslararası siyasi konjonktür Türkiye’nin elini zorlaştıran bir mahiyet arz ediyor olsa ve dahası hava sahasını kullanamamak gibi olası bir harekatın önünde bir takım askeri zor şartlar ve riskler bulunsa da Türkiye’nin, ülke bütünlüğünü tehdit eden Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeleri izlemekle yetinmeyeceği anlaşılıyor. Türkiye’nin milli güvenlik sorunu olan bu meselede yapması gerekeni en yetkili ağızlardan en net ifadelerle ifade ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ekim sonunda Roma’da düzenlenecek G-20 Liderler Zirvesinde ABD Başkanı Joe Biden ile baş başa yapacağı görüşmesi sonrası dananın kuyruğu kapabilir.
ABD, EGE’DE ASKERİ YIĞINAĞI KİM İÇİN YAPIYOR?
Türkiye-Suriye sınır hattı boyunca yaşanan askeri hareketliliğe paralel bir başka askeri hareketlilik Ege’de yaşanıyor. Yunanistan’ın, Fransa ve ABD ile imzaladığı Savunma Anlaşmaları Ekim ayının dış politika gündeminin önemli başlıklarından biriydi.
Yunanistan ile 5 yıl süreli Savunma İşbirliği Anlaşması’nı imzalayan ABD, bir yandan Gökçeada'ya sadece 7 mil uzaklıktaki Semadirek Adası'na askeri üs kurmaya hazırlanırken, bir yandan da Türkiye'nin kara sınırına 20 km ötesindeki Dedeağaç'a askeri sevkiyatı sürdürdü. Uçak gemileri ve radarlar için bölgeyi donatan ABD şimdiye kadarki en büyük askeri sevkiyatını ise Kasım ayında gerçekleştirecek. ABD ayrıca Yunanistan’a silah, teknoloji ve enerji aramaları gibi konularda destek verecek.
ABD ve Fransa’nın, Yunanistan ile imzaladıkları anlaşmalar ve şimdiye kadar görülmemiş ölçüdeki askeri sevkiyatlarla yapılmak istenilen ne peki? Tüm bu atraksiyonlar Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de çevreleme stratejisinin bir parçası mı? Tablo, Türkiye'ye karşı gibi görülse de ABD'nin asıl amacı iddia edildiği gibi Yunanistan üzerinden Rusya'nın Karadeniz'deki etkinliğine karşı bir hazırlık mı? Yoksa ABD’nin bir numaralı hedefi haline gelen ve Yunanistan’ın Pire Limanı’nı alan Çin’in Batı’ya açılmasının önünü kesmeyi hedefleyen bir hazırlık mı yapılıyor? Yoksa hepsi birden mi?
ABD'den ve Fransız yönetimlerinden gelen açıklamalarda Yunanistan ile imzaladıkları anlaşmalarla ülkeler arasındaki deniz sınırı anlaşmazlıkları konusunda pozisyon almadığı ileri sürülse de askeri uzmanların değerlendirmeleri, uluslararası analizlere yansıyanlar ABD'nin Yunanistan'a yaptığı yığınak ile bir taşla üç kuş vurmayı düşündüğünü gösteriyor.
TÜRKİYE’NİN AFRİKA AÇILIMI FRANSA’YI DARALTIYOR
Uluslararası güç mücadelesine sahne olan bir diğer coğrafya Afrika. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen ay gerçekleştirdiği üç ülkeyi kapsayan Afrika ziyareti sebebiyle kara kıta üzerinde yürüyen rekabet bir kez daha uluslararası medyanın gündemindeydi. Bu rekabette süreç içerisinde kimin nereden nereye geldiği, elde ettiği siyasi, ekonomik ve jeopolitik kazanımlarının listesi yapılırken Afrika halkları nezdinde nasıl algılandıkları üzerine yorum ve değerlendirmeler de dikkat çekti.
Afrika kıtasındaki güç mücadelesinde en önemli aktörler olarak Çin, Türkiye, Hindistan, Rusya ve kıtanın eski sömürgecisi Fransa ön plana çıkıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Afrika ziyaretini yakından takip eden, ziyarete ilişkin en çok yorum ve analize yer veren ülke medyasının Fransa olması şaşırtıcı olmadı açıkçası. Macron yönetimi gibi Fransız medyası da arka bahçeleri olarak gördükleri Afrika’da Türkiye’nin artan etkisini kaygı verici bir dil ile aktardılar okuyucularına. Bu da son derece normal aslında. Zira, Türkiye’nin kıta üzerindeki etkisi gerçekten Afrika’yı arka bahçesi olarak gören Fransa’yı rahatsız edecek bir mahiyet arz ediyor.
2000’lerde başlayan Afrika açılımı Türk dış politikasının en başarılı açılımlarından biri olarak kabul ediliyor. Zira, Afrika ile olan ticaret hacminin inanılmaz derecede artırılmasından, insani yardıma, stratejik iş birliğinden savunma sanayi ürünlerinin ihracatına varıncaya kadar hemen her alanda yakalanan bir başarı söz konusu.
Türkiye’nin 2000’li yılların başında Afrika ile 5,3 milyar dolar olan ticaret hacminin, 2020 yılında 26 milyar doları aşmış olması gelinen noktayı göstermesi açısından önemli. Türk İHA ve SİHA’larının talibi ülkeler arasına Afrika ülkelerinin de girmesi, Türkiye ile Afrika ülkeleri arasındaki ticaret hacmini çok daha ileri bir noktaya taşıyacak. Fransa’nın önde gelen yayın organlarından Le Monde işte tam da bu noktaya dikkat çekiyor. Gazete, Türkiye’nin Afrika kıtası üzerindeki etkisini şöyle özetliyor:
“Türkiye bugün ticaret, kültür ve STK’ların oluşturduğu yumuşak gücünü, silah satışlarıyla öne çıkardığı sert gücüyle birleştirerek Afrika’da gerçek anlamda bütüncül bir güç politikası uyguluyor.”
Fransız medyasının nitelemesiyle söyleyecek olursak, Türkiye’nin “sert ve yumuşak gücüyle” Afrika genelinde etkisini artırırken Fransa’nın bir zamanlar sömürdüğü Afrika ülkelerindeki etkisi ise her geçen eriyor. Mali Başbakanı’nın “Türkiye gibi bir dost ülke arıyoruz” şeklindeki göndermeleri, Cezayir Cumhurbaşkanı Abdulmecid Tebbun’un, Fransa’nın sömürge dönemine ilişkin sert eleştirileri gibi Afrika ülkelerinin liderlerinden gelen mesajlar Macron yönetiminin ağzının tadını kaçıran gelişmeler olarak dikkat çekiyor. Macron’un her fırsatta Türkiye’ye karşı saldırgan bir dil kullanması, tüm kriz alanlarında Türkiye karşıtı cephenin en saldırgan aktörü olarak boy göstermesinin sebeplerinden biri de bu. Fransız medyasında Le Figora’ya yansıdığı şekliyle söyleyecek olursak Macron’un bu tutumu “Erdoğan’ın bilek güreşini kazanmasından kaynaklanıyor.”
HAYRA ALAMET OLMAYAN DİĞER GELİŞMELER
Lübnan adeta pimi çekilmiş bomba gibi, bir taraftan derinleşen ekonomik kriz diğer taraftan, Hizbullah ile Hıristiyanlar arasında yükselen siyasi tansiyon Lübnan’ı yeniden iç savaşın kenarına getirmiş bulunuyor.
Tunus’daki post modern darbeci Cumhurbaşkanı Kays Said’in neden olduğu siyasi türbülans Tunus’daki sancıyı derinleştiriyor.
ABD’nin işgali sonrası belini doğrultamayan Irak’ta Saddam Hüseyin'in devrilmesinden bu yana beşinci kez sandık başına gidildi. İran ile ABD arasına sıkışmış Irak’ta seçim sonuçlarının bir şeyleri değişeceğine dair kimse umutlu değil.
Ortadoğu ve Kafkasya gibi Asya Pasifik hattında gerilim tırmanıyor. Kuzey Kore'nin tüm dünyayı tedirgin eden füze denemeleri yaptığı, Çin’in de boş durmadığı hipersonik füze denemeleriyle hem ABD hem onun bölgedeki müttefiklerinin kaygılarının katsayısını artırıyor.
Dünyayı tedirgin eden jeopolitik gelişmelere paralel küresel çaptaki enerji krizleri, iklim değişikliğinin neden olduğu doğal afetler bu afetlerin tarım ürünleri ve dolayısıyla ekonomiler üzerindeki etkileri tedarik zincirinde yaşanan aksamalar doğusundan batısına tüm dünyayı derinden etkiliyor. O derece ki Avrupa'da hem doğal gaz hem de elektrik fiyatlarındaki artışın son 9 ayda %250'leri aştığı belirtiliyor. Dolayısıyla gidişat pek hayra alamet değil. Dünya her anlamda zor bir sınamadan geçiyor. Allah Teala sonumuzu hayreylesin…
Kaynak: Beytullah Demircioğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 429