Dünyayı Ver, Ahireti Satın Al

Ahirete İman

Dünya ahiret dengesi nasıl olmalıdır? Dünyayı verip ahireti alabilir miyiz? Enbiya ahlakının varisi olan gerçek sufilerin ahirete bakışı nasıldır? Ahireti kazanan ve kaybedenler...

Allah bu âlemi bizim için yaratmış, dünya nimetlerini emrimize vermiş, bunun şükrü olarak da kendisine kulluk etmemizi emretmiştir. Zira Kerim olan Rabbimiz bu dünyada verdiği nimetlerin çok daha güzelini bizlere ahirette ebedi olarak ikram edecektir, şu şartla ki mümin bu dünyanın fani olduğunu unutmayacak ve bu nimetleri ahiret semasına ulaşmak için merdiven yapacaktır. Bu ise kolay değildir, zira dünya nimetleri süslü olup ahireti unutturmaktadır; bir tarafta peşin dünya hazları öbür tarafta ise ebedi ama sabır isteyen ahiret nimetleri…

Rabbimiz şöyle açıklıyor bizim zor imtihanımızı: “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmran, 14)

SERVETİN VE GÜCÜN AZDIRDIĞI İNSANLAR

Peki, bu imtihanı bizden önceki ümmetler başarabilmiştir? Maalesef onların çoğu bu imtihanı kaybetmiştir. Kur’ân-ı Kerim; Karun, Firavun, Bel’am ve Nemrut gibi dünya zenginliklerinin azdırdığı şahısların, Âd, Semûd gibi toplumların acıklı hikâyeleri ile doludur.  Mevlana Hz. servetin ve gücün azdırdığı bu tür insanların her ümmette fazlasıyla olduğunu şöyle ifade eder:

“Bel’am kendisini ulu gördüğü ve kibirlendiği için Musa ile pençeleşti. Sonra hali, duyduğun gibi oldu. Dünyada yüz binlerce İblis ve Bel’am vardır ki gizli, açık hep bu hale düşmüşlerdir. Allah, sonradan geleceklere ibret olsun diye bu ikisini meşhur etti; Bu iki hırsızı darağacına çekti, yükseltti. Yoksa kahrına uğramış daha nice hırsız var, saymak mümkün değil!” (Mesnevi, I, 3300-303)

Bu misallerden de anlaşıldığı üzere dünya-ahiret dengesini kurmak ve dünyaya karşı olan tutumumuzu ayarlamak son derece zordur. Ne var ki İslam’da ruhbanlık yoktur ve iyi bir mümin dünyanın geçici güzelliklerine kapılmadan, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak, ailesinin nafakasını kazanmak durumundadır.

Sufilere göre dünya nimetleri tek başına ne kötü, ne de iyidir; müminin tutumu onu hayır veya şerre tebdil eder. Bununla beraber servete kavuşunca insanın enaniyetinin azması, dine ve ahirete yüz çevirtmesi tasavvuf büyüklerini kaygılandırmış ve onlar müridlerini bu tehlikeden muhafaza etmek için dünya hakkında korkutucu bir dil kullanmışlardır. İsmine zühd dediğimiz, dünyadan asgari şekilde yararlanarak, yönümüzü ahirete dönme hareketi bu saiklerle tarikatların hemen hepsinde merkezi bir konum kazanmıştır.

Sufilere göre maneviyat yolunun başındaki salik zühde sarılmalı ancak manevi kemâlâta erdikten sonra dünya ile uğraşmalıdır. Dünya bir yılana benzer, usta yılancı onun panzehrini çıkarır ilaç yapar, ama acemi olan onun sokması ile can verir. Zahidane hayatı ile manevi önderlerimizden olan Gazali bu durumu dalgıç ve deniz misali ile açıklar: “Dalgıç olan bir baba denizin derinlerine dalar oradan inci, mercan çıkarır, ama çocuğu yanına geldiğinde onu boğulmaktan korumak için denizden uzak tutar, onun yanında denizin tehlikelerinden bahseder de oradan çıkardığı inci ve mercanlardan bahsetmez.” (İhya, Zühd)

HZ. PEYGAMBERE BAĞLILIK MAKAMI

Sufilerin müptedi salikler ve avam için yaptıkları dünyadan uzak durma çağrıları ulema arasında yanlış anlaşılmış, tasavvufun insanları miskinliğe ve fakirliğe davet ettiği zannedilmiştir. Hâlbuki başta Nakşi büyükleri olmak üzere pek çok tarikat erbabı, sağlam bir manevi terbiye sonrasında salikin çalışıp kazanmasını, elinin kârda (işte) gönlünün ise Yarda (Rabbinde) olmasını tavsiye etmişlerdir. Sufilerin servet ve şöhret konusundaki hassasiyetleri şundandır:

Ham insan bu dünya nimetlerini nefsi adına kullanır, servetini din kardeşlerinin hizmetine sunmaz, sonunda da helak olur gider. Zira nefs-i emmarenin yegâne gıdası dünya ve dünya sevgisidir. Bu sevgi alt edilirse dünyanın salike zararı olmaz. Bu durumu İmam Rabbani Hz. şöyle ifade eder:

“Hz. Peygamber’e bağlılık makamına ulaşmak için dünyayı tamamıyla terk etmek gerekmez. Aksine, mesela farz olan zekât eda edilirse dünya hükmen terk edilmiş olur ve malın zararı salike ulaşmaz. Çünkü zekâtı verilen malda zarar olmaz. Dünya malından zararı defetmenin çaresi zekâtını vermektir. Her ne kadar bütünüyle terk etmek daha evla ve daha faziletli ise de zekâtı eda etmek onun yerine geçer.” (Mektubat, c.I, 165. Mektup)

Bununla beraber İmam, Peygamberimizin (s.a.s.) ve ashabının yolundan giderek dünyayı tamamen gönülden çıkararak, kendini İslam’a adamanın daha evla olduğunu ifade etmiştir. Bu prensip günümüzde tebliğ ve irşat ile meşgul olan, öğretmenlerimiz, hocalarımız, doktorlarımız, vakıf hizmetlerinde bulunan tüm ehli hizmet kardeşlerimiz için olmazsa olmaz niteliğindedir. İnsanların hayatlarına direkt dokunma ve onları dine davet edebilme imkânı olanlar, servet peşinde koşmamalı, imkânları ile kanaat ederek vakitlerini insan yetiştirmeye adamalıdır.

Dünyevi şehvetlerin bir yangın gibi etrafımız sardığı bugünlerde Ashab-ı Suffe meşrep insanlara olan ihtiyacımız her zamankinden daha fazladır. Öte yandan Allah’ın ticari kabiliyet verdiği serveti ile dertli ümmetin yardımına koşan imkân sahipleri de Allah için infaka devam etmelidir.

GIPTA EDİLECEK İKİ İNSAN

İnsan sadece zühd ile değil -Hak yolunda harcaması şartıyla- zenginlikle de Allah’a yaklaşabilir. Nitekim sahabeden Hz. Ebubekir ve Hz. Osman gibi büyüklerimiz infakları, Selman-ı Farisi, Ebu Zer (r.a.) gibileri de hizmet ve fakirlikleri ile Allah’a vâsıl olmuşlardır. Kimisi ilmi ve cihadı ile dini yaymış, kimisi de su kuyuları alıp köle azat ederek ve orduyu donatarak İslam’ın önünü açmıştır. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, bu iki faziletli hale gıpta edilmesi gerektiğini şu hadislerinde ifade etmişlerdir:

“Yalnız iki kişiye gıpta edilir: Biri, Allah’ın, mal verip hak yolunda harcamağa muvaffak kıldığı kişi; diğeri de, Allah’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yâni ilmini infak eden) kimsedir.” (Buhârî ve Müslim)

Bu hadisin şerhi bağlamında İmam Rabbani şöyle der: “Tabiatlarının isteklerinden ve nefislerinin esaretlerinden kurtulmuş olan bazı tasavvuf büyükleri Allah için harcamak niyetiyle dünyayı seviyor, istiyor görünürler. Hâlbuki içlerinde hiç dünya sevgisi, arzusu yoktur.”

“Öyle erler vardır ki, ne ticaret, ne de bir alış-veriş, onları Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz.” (Nur, 37) mealindeki ayet-i kerîme bunlar içindir. Dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki hiç bağlılıkları yoktur.

Bahâüddîn Nakşibend (k.s.) buyuruyor ki: “Mekke-i Mükerreme’de Minâ pazarında, genç bir tüccar, aşağı yukarı, elli bin altın değerinde alış veriş yapıyordu. O esnada, kalbi, Allah Teâlâ’yı bir an bile unutmuyordu.” (Mektubat, c.I, m.33)

DÜNYA AHİRET DENGESİ

Rabbani yolun temsilcilerinden merhum Hâce Musa Topbaş Efendi, İmam’ın ifade ettiği hayat tarzına canlı bir misal olmuş, dünyayı onun Sahibi yolunda severek harcamıştır. Bir ömür boyu malıyla ve canıyla İslam’a hizmet etmiş, dünya ahiret dengesi hususunda ufkumuzu açmıştır.

Üstaz, seyr u süluk esnasında dünya ile ilişkisini şöyle anlatır: “İnsan başlangıçta parayı çok sever, zaman gelir para sevgisi dahil her şey silinir. Yine zaman gelir para sevgisi, dünya sevgisi tekrar başlar. Ama mana değişir bu sefer, Allah için kazanmak ve Allah yoluna vermek düşüncesi hâkim olur. İşte burada mal ile ilişki ibadet haline geliyor. Kendi nefsi için olmayınca her faaliyet güzeldir.” (Altınoluk Dergisi, Nisan, 1997, 134. Sayı s. 28)

Sufilere göre, ibadet bile olsa nefis adına yapıldığında kötüdür, Allah için olduğunda ise dünyalık görünen bir iş bile ibadet hükmünde olur. Bununla beraber maneviyat yolculuğunun aslı, haramları tamamen terk, mubahları da olabildiğince azaltmaya dayanır. İmam Rabbani fuzuli mubahları azaltmayı şöyle teşvik eder:

“Mubahları işleme konusunda dizginleri gevşek tutmak insanları şüp­heli olanları işlemeye götürür. Şüpheli olan ise harama yakındır ve harama düşmek artık kuvvetli bir ihtimaldir… Haramlardan sakınmak fuzuli mubahlardan kaçınmaya bağ­lıdır. Veraya ulaşmak için fuzuli mubahlar kesinlikle terk edilmeli­dir. Zira bu yolda yükselmek ve ilerlemek vera makamına ulaşmadan olmaz…”

NEFSE MUHALEFET YOLU

İmam’a göre nefsin mayasında haram işlemeye aşırı meyil vardır. Eğer haram işlemeye güç yetiremez ise bu sefer sahibini mubahları abartmaya yönlendirir. Tasavvufun aslı ise nefis ile mücahede yani onun isteklerine muhalefet etmektir. Gerçek salik, nefsinin her istediği mubahı ona tattırmaz, zira insan ne kadar nefsinin şehvetlerinden uzak durursa o kadar Rabbine yakın olur:

“İçinde nefse muhalefetin en fazla olduğu yol, Allah Teâlâ’ya en yakın yoldur. Şüphesiz ki Nakşibendî yolunda nefse muhalefet ilkesine riayet etmek diğer tarikatlarda olduğundan daha fazladır. Çünkü Nakşî büyükleri ruhsatlardan kaçınarak azimetle emel et­meyi yeğlemişlerdir. Azimetin hem haramdan, hem de fuzuli olandan kaçınmayı kapsadığı ise açıktır.” (Mektubat, 2:286)

Elbette Dünya ile ilişkimizi düzenlerken en güzel örneğimiz Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’dir. Zira o gelen ganimet malları ile bazı günler Medine’nin en zengini olmuş ama o günün sabahında, servetini Ashâb-ı Suffe’ye, misafirlere ve yetimlere infak ettiği için kendisi de fakre düşmüştür. Yine Peygamber (s.a.s.) Efendimizin büyük babası Hz. İbrahim (a.s.) her türlü maddi varlıklarını din ve ümmet yolunda tüketmiş, en güzel yemekleri Müslümanlara ikram ederken kendisi arpa ekmeği yemiş, kaba kalın kumaştan elbiselerle yetinmiştir. (Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin’nüfus, s.70)

GERÇEK SUFİLER

Enbiya ahlakının varisi olan gerçek sufiler, dünyayı verip ahireti satın almaya gayret etmişlerdir. Şahsi ticaretlerinde kazandıkları büyük meblağları vakıf faaliyetlerinde, fakir fukara hizmetinde ümmetin dertlerini çözme yolunda severek harcamışlardır. Maddi imkânları az olanlar ise canlarını ortaya koymuş, verilen her hizmeti severek yapmışlardır. Maalesef bu güzel örneklerin yanında bazı sufi geçinenler, din adına topladıklarını kendileri için harcamışlar, samimi Müslümanları da töhmet altına sokmuşlardır. Hatta İslam’a hizmet adına topladıkları hayır paraları ile de din düşmanlarını sevindirmişlerdir. Görüldüğü üzere maneviyat yolu beyaz bir kıyafettir ve lekelere tahammülü yoktur. Bu kıyafeti giymeye aday olanların dünya malına yaklaşımları da bir o kadar temiz olmalıdır.

İşte bu sebeple maneviyat yolunun yolcuları olan bizler, hem şahsi hayatımızda hem de İslam adına olan harcamalarımızda son derece hassas olmalıyız. Dünya içinde olup ama ondan uzak yaşamayı, sevgisini kalbimize sokmamayı amaç edinmeliyiz. Rabbimiz dünyaya aldanmadan kazanmayı ve hak yolunda infak etmeyi, malımızla canımızla kendimizi Hak yoluna adamayı nasip etsin. Âmin.

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, Sayı: 404