Düşmana Bile Adalet

İnsanın adâletli davranmakta zorlandığı hususlardan biri düşmanları hakkında verdiği hükümleridir.

İslâm, Müslümanlara, düşmanları hakkında düşünürken veya karar verirken bile adâletle hareket etmelerini emretmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey îman edenler, Allah için adâletle şahitlik eden kimseler olunuz! Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adâletten saptırmasın! Âdil davranın, zira takvâya en yakışan budur...” (Mâide, 8)

ADALETİN ZİRVE NOKTASI

İşte bu, adâletin zirve noktasıdır. Bir Müslüman, kin ve öfke duygularıyla içinde fırtınalar eserken eline fırsat geçip düşmanlarına zarar verebilecek duruma gelse bile, adâletten ayrılıp da onlara haksızlık yapamaz. Zira mukaddes dini ona, öfkeliyken de sâkinken de adâletten ayrılmamayı emretmiş ve böyle davranabilenlere çok büyük mükâfatlar vaad etmiştir. (Bkz. Heysemî, I, 90; Ebû Nuaym, Hilye, II, 343; VI, 268-9)

Bu hususta târihimizde yaşanan pek çok misalden birkaçı şöyledir:

Süheyl bin Amr, Kureyşlilerin hatîbi idi. Sözün haddinden fazla tesirli olduğu bir devirde, devamlı İslâm aleyhine konuşur, insanları kışkırtırdı. Bu zât Bedir Gazvesi’nde esir düştü. Hz. Ömer:

“–Yâ Resûlallah! Müsâade buyur, Süheyl’in ön dişlerini sökeyim de dili dışarı sarksın! Bundan sonra hiçbir zaman ve hiçbir yerde senin ve İslâm’ın aleyhinde konuşamasın?!” dedi. Allah Resûlü (s.a.v):

“–Bırak onu ey Ömer! Ben, onun uzuvlarına böyle bir zarar veremem. Şayet bunu yapacak olursam, peygamber olmama rağmen, Allah da aynısını bana yapar. Acele etme, gün gelir o, senin medhedip hoşlanacağın bir makamda konuşma yapar ve seni sevindirir” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 293)[1]

Müslümanlar, düşmanlarıyla savaşırken bile adâlet üzere olmakla emredilmişlerdir. Ya saldıranın verdiği zarar kadar mukâbelede bulunmalıdırlar veya daha faziletli davranarak affetmelidirler:

“Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle ceza verin! Ancak sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 126. Krş. Bakara, 194)

HAYRAN BIRAKAN ADALET

Düşmana karşı gösterilen adâlete güzel bir misal de şu hâdisedir:

Mekke, büyük bir askerî dehânın eseri olarak sulh yoluyla fethedildiğinde, o zamana kadar düşmanlık eden insanlar hakkında umûmî bir af îlân edilmiş ve Mekke’den ganîmet olarak hiçbir şey alınmamıştı.[2] Resûlullah (s.a.v), günlerdir yolda olan on bin kişilik İslâm ordusunun bir hayli yekûn tutan zaruri ihtiyaçlarını karşılamak üzere henüz Müslüman olmayan Mekke zenginlerinden ödünç para ve zırh aldı. Daha sonra bunu, Hevâzin ganîmetlerinden tamâmıyla ödedi ve:

“–Ödüncün karşılığı, teşekkür etmek ve onu ödemektir!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 863; Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44)

İSLAM HAKKI

Peygamber Efendimiz’in yerinde hangi kumandan olsa, yaptıkları kötülüğün haddi hesabı olmayan o insanları şiddetle cezalandırır ve mallarına ganimet olarak el koyardı. Buna hakkı da vardı. Ancak Efendimiz (s.a.v), kalabalık ordusuyla büyük bir maddî sıkıntı içinde olduğu hâlde bunu yapmadı ve borç aldı. Peki, bunun neticesi ne oldu? Onu da şu hâdisede görelim:

Safvân bin Ümeyye de Mekke’nin zenginlerinden idi. İslâm hakkında düşünüp karar vermek için iki ay müddet istemişti. Resûlullah Efendimiz ona dört ay zaman tanıdı.[3] Bir defasında kendisine:

“–Safvân! Sende silah var mı?” dedi. Safvân:

“–Ödünç olarak mı, yoksa gasp mı?” dedi. Allah Resûlü (s.a.v):

“–Hayır, gasp değil, ödünç istiyorum” buyurdu. Bunun üzeri­ne Safvân, otuz kırk kadar zırhı ödünç olarak verdi. Resûlullah (s.a.v) Huneyn Gazâsı’na çıktı. Müşrikler hezimete uğrayınca, Safvân’ın zırh­ları toplandı, ama onlardan bazıları kaybolmuştu. Resûlullah (s.a.v), Safvân’a:

“–Zırhların bir kısmını kaybettik. Onların bedelini öde­sek olur mu?” diye sordu. Safvân (r.a):

“–Hayır ya Resûlallah, bugün kalbim, o gün hissetmediğim bir takım ulvî hissiyâtla dolu!” dedi ve Müslüman oldu. (Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3563)

[1] Süheyl (r.a), Allah Resûlü’nün haber verdiği o medhe şâyân konuşmasını zamanı gelince yaptı. Peygamber Efendimiz’in vefâtı üzerine Mekke’deki münâfıkların karışıklıklar çıkardığı bir hengâmede, Hz. Süheyl, Kâbe’nin yanında kalkıp bir hutbe îrâd ederek insanları yatıştırdı. Ömer (r.a), Hz. Süheyl’in bu konuşmasını işittiğinde, Peygamber Efendimiz’in sözünü hatırladı ve:

“–Yâ Resûlallah, senin Allah’ın Resûlü olduğuna bir kez daha şehâdet ederim!” diyerek gözleri doldu. (İbn-i Hişâm, IV, 346; Vâkıdî, I, 107; Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 303-304; İbn-i Abdi’l-Berr, İstîâb, II, 669-671; Hâkim, III, 318/5228)

[2] Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3023.

[3] Muvatta’, Nikâh, 44-45.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Ebedi Yol Haritası İslam, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.