Ebedî Kurtuluşumuz İçin Ne Yapalım?
Nakşibend Hazretleri "Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?" sorusuna nasıl cevap veriyor?
Ubeydullah Ahrâr -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:
“Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görmüş ve ona;
«–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sormuş; Hâce Hazretleri de şu cevâbı vermiştir:
«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!» Yani, nasıl ki son nefeste tamamen Hak Teâlâ’ya yönelmeniz lâzımsa, hayatınız boyunca da o şekilde uyanık olunuz!” (Reşahât, s. 130.)
ŞAH-I NAKŞİBEND’İN İSTİKAMETİ
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:
“Hârikulâde fiillerin ve kerâmetlerin zuhûruna fazla meyletmemek îcâb eder. Esas mârifet, istikâmet üzere olmaktır.”[36]
“Hârikulâde hâl ve kerâmetlere, amelde istikâmet üzere olmak ve Sünnet’e bağlılık şartıyla îtimâd edilebilir. Sünnet’e bağlılık olmazsa bu tür zuhûrâta îtimâd edilmez.”[37]
Allah dostlarından bir zâtın şu sözünü naklederlerdi:
“Eğer velî, bir bahçeye girse ve ağaçların her bir yaprağı ona «Ey Allâh’ın velîsi!» diye nidâ etse, onun, zâhiren ve bâtınen o sese iltifat etmemesi lâzımdır. Bilâkis her an kulluk, takvâ ve tazarrû hâlini daha fazla artırmaya gayret ve titizlik göstermelidir. Bu makamda kemâl mertebesi, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhsustur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her ne kadar pek çok ilâhî nîmet ve ikrama nâil olsalar da, yine kulluk, ilticâ ve tazarrû hâllerini artırır ve bu hususta; «Şükreden bir kul olmayayım mı?» buyururlardı. (Buhârî, Teheccüd, 16)”[38]
Yine Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, Sülemî’nin şu güzel sözünü naklederdi:
“İstikâmeti taleb et, kerâmeti taleb etme! Rabbin senden istikâmet istiyor, nefsin ise kerâmet istiyor.”[39]
Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- fânîlerin iltifatlarından kendini koruyabilmek için kerâmetlerini gizlerdi. Bir gün kendisinden kerâmet taleb ettiklerinde:
“–Bizim kerâmetimiz ortadadır. Zira bu kadar günah yükümüz varken hâlâ yeryüzünde yürüyebiliyoruz.” buyurdular.[40]
Müridleri, kendisinde gördükleri kerâmetlerden bahsedince de:
“–Onlar müridlerin kerâmetleridir.” diyerek tevâzû gösterdiler.[41]
Kendilerinden hârikulâde hâller zuhûr ettiğinde ise, dervişlerine dâimâ şu tembihte bulunurlardı:
“–Ey dostlar! Bizim bu hâllerde irâdemiz yoktur. Yani bunun gibi keyfiyetlerin zuhûru bizim talebimizle değildir, Allah tarafındandır. Fakir, müflis, âciz ve pür-taksîr olandan bir şey zuhûr etmez!”
Yine şöyle buyurmuşlardır:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mevcûdâtın en kâmili ve Allâh’a en yakını olup duâları makbûl olduğu hâlde, O’na şu hitap vâkî olmuştur:
«…Attığın zaman Sen atmadın, lâkin Allah attı...» (el-Enfâl, 17)
O hâlde düşünmek îcâb eder ki, bizim gibi bîçâre ve âciz ümmetinin hâli nasıldır?! Dervişlerden zuhûr eden hârikulâde hâllerde kendilerinin bir hissesi yoktur. Belki o tür şeyler, tâliplerin Hak yolundaki ufuklarının açılması içindir.”[42]
İstikâmetten azıcık sapmak bile, kişinin mâneviyâtı üzerinde hemen tesirini gösterir. Bunun için Nakşibend Hazretleri:
“Velî olan kişiden, zelle türünden her ne hatâ zuhûr etse, bu onun tevâzûdaki kusurundan kaynaklanır.” buyurmuşlardır.[43]
Dipnotlar:
[36] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88.
[37] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 26.
[38] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. 57.
[39] Sülemî, Hakāiku’t-Tefsîr, [Hûd, 12]; Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88.
[40] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 112; Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 58a.
[41] Ahmed Kâsânî, Âdâbü’s-Sâlikîn, vr. 58a.
[42] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 156.
[43] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88.