Ebû Bekir Kettânî (k.s) Kimdir?
Adı Muhammed b. Ali b. Cafer, künyesi Ebû Bekir, nisbesi Kettânî, Bağdatlıdır. Cüneyd’in talebesi, Ebû Saîd Harrâz ve Ebu’l-Hüseyin Nûrî’nin sohbetlerine katıldı. Uzun yıllar Mekke’de mücavir olarak yaşadı ve orada öldü (322/933).
Keten işiyle meşgul olduğundan “Kettânî” lakab ve nisbesiyle anılırdı. Mekke’de bulunduğu sırada riyâzat ve mücahedeye; ibâdet ve müşâhedeye düşkünlüğü sebebiyle kendisine Ebû Muhammed Murtaiş tarafından “Harem-i Şerifin Kandili” lâkabı verilmiştir.
İstiğfâr ve tevbeyi önemser, ancak onlarla birlikte yapılması gereken bir takım şeylerin bulunduğuna dikkat çekerdi. Tevbenin kemali için şu altı şeyin bulunmasını şart koşardı:
- İşlenen günahtan pişmanlık duymak,
- Bir daha günaha dönmemek,
- Allah ile kul arasındaki her farizayı ifâ etmek,
- Kul haklarını sâhiplerine ödemek,
- Haramla beslenen vücûdu eritmek,
- İsyânın zevkini tatmış bulunan bedene itâatın zevkini tattırmak.
ABDURREZZAK’TAN DEĞİL, REZZÂK’TAN
Pek çok sûfî zâtın menâkıbında olduğu gibi Kettânî’nin de Hızır’la sohbetleri oldu. Gönlü ondan aldığı feyz ve ilhamla doldu. Hızır’ın kendisine naklettiği bir hâdise tasavvuf ehlinin fâil-i mutlaka yönelişi konusuna da ışık tutmaktadır. Kettânî’ye Hızır şöyle anlatır: Birgün Yemen’de San’a camiine vardım. Halk meşhur hadis âlimi Abdürrezzâk’tan hadis dinliyordu. Baktım câmiin bir köşesinde bir genç başını önüne eğmiş oturuyordu. Gencin yanına sokuldum ve ona: “Halk Abdürrezzâk’tan hadis dinliyor, sen ise burada oturuyorsun. Niye derse katılmıyorsun?” diye sordum. Bana şu karşılığı verdi: “Halk Abdürrezzâk’ı dinliyor, ben ise Rezzâk’ı dinliyorum; sen de beni Abdürrezzâk’ı dinlemeye çağırıyorsun.” Bunun üzerine ben de: “Eğer doğru söylüyorsan benim kim olduğumu bil!” dedim. O da: “Sen Hızır’sın” dedi ve başını önüne eğdi. Elbette ki Abdürrezzâk’tan değil, Rezzâk’tan duyup dinleyebilmek rûhî kemal isteyen bir iş.
TASAVVUF VE EDEB
Tasavvuf yolunu bir üstaddan edeb öğrenmekten geçtiğini söyler ve “Bir üstaddan edeb öğrenmeyen boştur. Bedeninle dünyada kalbinle âhirette ol!” derdi.
İşe başlarken azim ve kararın önemine inanır ve derdi ki: “Allah’tan bir iş için başarı talebinde bulunacağın zaman hemen başarmak istediğin işi yapmaya başla; niyetini kuvveden fiile çevir.”
Şöyle derdi:
Üç şey vardır ki ins ve cinnin amellerinin tümünden daha değerlidir:
- İnsanın gafletten uyandığında ürpermesi (yakaza hali),
- Yakaza ile ürperince nefsin isteklerine set çekmesi,
- Hakk’a vâsıl olurken uyanık bir gönle sahip olmak.
Şehvet’in insanın ayağını kaydıracağından endişe eder ve derdi ki: “Şehvet şeytanın insana taktığı bir yulardır. Kim bu şeytan yularını takınırsa şeytana kuldur.”
Sordular:
– İlim ehlinin tartışmasız kabul ettiği sünnet hangisidir? Şu karşılığı verdi:
– Dünyaya karşı zâhid olmak, engin bir gönül, yâni kalbî zenginlik ve halka nasihat.
O bu sözüyle Allah Rasûlü’nün zühd tarifini anlatıyordu. Bir başka seferinde de “zühd nedir?” diye soranlara “Herhangi bir şeyin elden çıkışına kalben üzülmeyip sevinmek; kamu halkın eziyetini yüklenmek, Hakk’tan gelen her türlü ezâ, cefâ ve kazâyı kabullenmek. Bu da ne ki, ben daha ağırına müstehakkım, diyebilmek.”
ZÂHİDLİKTEN ARİFLİĞE
Zâhidlikten ârifliğe doğru yükselen yolda irfânın özelliklerini de şöyle sayardı: Ârif, Mâruftan; yâni Mâbûd’dan gelen emre baş eğer, hiçbir hâlinde O’na muhalif olmayan; O’nun sevdiklerini de severek sevgisini kazanan ve göz açıp kapayacak kadar zaman bile olsa O’ndan gâfil olmayandır. Sûfîliği hürriyetin başlangıcı olarak görürdü. Derdi ki: “Sûfîler zâhirde kul ve köle gibidir, ama gerçekte ve bâtında nefs esâretinden kurtulmuş hürlerdir.”
Şöyle derdi:
“Hakk Teâlâ, hakikat tecellileriyle bir defa insanın sırrına tecelli ederse ondan zan kalkar, yersiz arzu ve istekler erir. Çünkü Hakk Teâlâ zâtı ile bir defa sır âlemini istilâ etti mi orada ne varsa hepsini yok eder. Sadece O kalır.”
Kettânî, Allah için kazanılan ilim ve bu uğurda sarfedilen gayreti ibadetlerin en mükemmeli olarak görürdü.
RİCÂL-İ GAYB
Ricâl-i gayb konusunda söz söyleyen sûfîlerdendi. Mânevî bir sekr sırasında bu konuda şunları söylediği nakledilir:
“Nükabâ üçyüz kişidir, Nücebâ yetmiş; Abdâl ise kırk kişiden oluşur. Ahyâr yedi, Amed veya Evtâd dört kişidir, Gavs ise bir tanedir. Nükabâ Mağrib’de, Abdâl Şam’da, Nücebâ Mısır’dadır. Ahyâr seyâhât halindedir. Yerleri belli olmaz. Bugün burada, yarın başka yerde. Amed veya Evtâd yer altında yaşar. Gavs’in meskeni ise Mekke’dir. Bütün mânevî işler Gavs’ta biter.”
Kettânî, dünya ve dünyalıklara güvenip aldanmayı hoş karşılamazdı. Dünyaya ve dünya adamlarına yakın durmayı mâsiyet, onlara güvenmeyi mezellet sayardı. Allah’ın yaratıklarına dalıp onlarla avunmayı kullar için bir cezâ gibi görürdü.
Allah’tan hayâ etmeyi, O’nun huzûrunda bulunduğu duygusu olarak görür ve bunu en fazîletli ibadet sayardı. Derdi ki: İbâdet yetmiş iki bölümdür. Bunların yetmiş biri Allah’tan hayâ; kalanı da diğer ibadet ve iyilikler.
Şöyle derdi:
Allah’ın Arş altında gizlenmiş seher vakti esen bir sabâ yeli vardır ki, o’saatlerdeki istiğfar ve inleyişleri Melik-i Cebbâr olan Allah’a iletir.
OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN
Kendisinden öğüt taleb eden birine şöyle nasihatte bulundu: “İnsanlar seni nasıl görüyorlarsa öyle ol! Ya da insanlara olduğun gibi görün.” Mevlânâ’nın: “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!” sözünün aslı bu söz olsa gerektir.
Kettânî her vaktin amelinin o vaktin gerektirdiği şekilde olması gerektirdiğini söylerdi. Derdi ki: “İstiğfar makamında şükür günah, şükür mevkiinde istiğfâr ise kusûrdur.”
Semâ ve ilâhi nağmeler karşısında cûş ve hurûşa gelmenin kişinin durumuna göre farklıklar arzettiğini şöyle anlatırdı: “Avâmın semâı tabiatlarına uymaktır. Müridlerin semâmda korku ve ümid vardır. Velilerin semâı Allah’ın lütuf ve nimetlerini görmekten kaynaklanır. Arifler Hakk’ın müşahedesiyle semâ ederler. Ehl-i hakikat ise keşf ve iyan üzre gördükleri hakikatler sonucu semâ ederler. Elhasıl her grubun kendi durumlarına göre vecd ve semâlarına etki eden bir durum vardır.
Kettânî, aşk ve cezbe ehliydi. Bundan şikayetçi değil, mutluydu. Ona göre vecdin başı tatlı, ortası acı, sonu dertlenmekti. Nitekim bir şiirinde şöyle der:
Vecd ve şevk benim içimdedir.
Vecd ve şevk yüzünden içim kararsızdır.
Bu ikisi benimle, benden ayrılmıyor.
Biri şiarım, diğeri örtüm onlarsız olmuyor.
Fakr hâli ile gönül zenginliğinin birbirini bütünleyen şeyler olduğunu söyler; biri olmadan diğerinin kemâle ermeyeceğini söylerdi. Yani Allah’a muhtaç olma duygusu tam olmadan istiğnâ ve gönül zenginliği gerçekleşmez, gönül zenginliği olmadan fakr kemâle ermezdi.
Kettânî’ye göre gafiller Allah’ın hilminde, zâkirler rahmetinde, ârifler lütfunda, sâdıklar da O’nun kurb ve yakınında yaşarlardı.
MUTTAKÎ, SÛFÎ VE TASAVVUF
Sordular:
– Muttakî, nefsin arzularına uyarak yasaklara düşmek suretiyle avamın düştüğü duruma düşmekten sakınan, Hakk’a muvafakat yolunu tutan, yakîn duygusuyla ünse eren ve tevekkül ile O’na dayanan ve Allah’tan gelen yardımlarla her durumda gaflete düşmeyen kimsedir.
“Sûfî kimdir?” sorusuna da şu karşılığı verdi:
– Nefsi dünyadan geçen, himmeti âhirete yücelen, eşyâya karşı gönül zenginliğine erip sadece herşey kendine aid olan Allah’a istek ve aşkla yönelendir. Sûfî tâatını görmez. Hatta onu istiğfar edilmesi gereken bir günah gibi görür.
Tasavvufu şöyle tarif ederdi: “Tasavvuf ahlâktan ibarettir. Ahlâkça senden üstün olan tasavvufça da üstündür. Tasavvuf safvet; yâni saf-derunluk ve müşâhededir.”
Müridin hikmeti ve vasfı üçtür: Uyuması galebe, yemesi ihtiyaç, konuşması zarûret sâikıyladır.
İstiğfâr ve tevbeyi önemser, ancak onlarla birlikte yapılması gereken bir takım şeylerin bulunduğuna dikkat çekerdi. Tevbenin kemali için şu altı şeyin bulunmasını şart koşardı:
- İşlenen günahtan pişmanlık duymak,
- Bir daha günaha dönmemek,
- Allah ile kul arasındaki her farizayı ifâ etmek,
- Kul haklarını sâhiplerine ödemek,
- Haramla beslenen vücûdu eritmek,
- İsyânın zevkini tatmış bulunan bedene itâatın zevkini tattırmak.
- rahmetullahi aleyh -
Kaynaklar: Sülemî, s. 373-377; Ebû Nuaym, X, 357-358; Kuşeyrî, I, 166; İbnul-Cevzî, II, 455-456; Attâr, s. 564-570; İbnü’l-Mulakkın, s. 144-148; Cami, s. 177-179; Şârânî, I, 94; Mürıâvî, I, 597-599; Nebhânî, I, 176.
Kaynak: Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları