Ebu Cehiller Ölmedi

Güncel Meseleler

Kul, ne kadar iyi biri olsa da muhakkak onu çekemeyenler, kınayanlar, beğenmeyenler ve dedikodusunu yapanlar çıkacaktır.

Câfer-i Sâdık Hazretleri buyurur:

“(Din) kardeşinden senin hakkında hoşuna gitmeyen bir söz ulaştığında üzülme! İşin aslı onun dediği gibiyse, bu üzücü söz, âhirette göreceğin bir cezâya kefâret olur. Yani o cezâ, daha bu dünyada iken sana verilmiş olur. Öyle değilse, hiçbir şey yapmadan, bu söz sebebiyle bir hasene kazanmış olursun.”[1]

Câfer-i Sâdık Hazretlerinin bu nasihati, bilhassa haksız ithamlara mâruz kalan müʼminler için, ne güzel bir tesellîdir. Gönlün huzur ve muvâzenesini korumak için, bu nasihati hatırdan çıkarmamak îcâb eder.

Şu bir hakîkattir ki, bir müʼmin, ne kadar iyi bir insan olursa olsun, mutlakâ onun da aleyhinde konuşan kimseler olacaktır. Bunun önüne geçmek, hiç kimsenin elinde değildir.

Nitekim ilâhî kudretin insanlıkta tecellî eden sanat hârikası olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi ideal ve örnek bir insanı dahî, çirkin sözlerle anan Ebû Cehil tıynetli gâfil ve câhil insanların her asırdaki mevcûdiyeti, bu tür itham ve dedikodulardan hiç kimsenin sâlim kalamayacağının apaçık bir ifâdesidir.

HAYIRLA ANILMAK MÜMKÜN MÜ?

Yine Câfer-i Sâdık Hazretlerinin naklettiğine göre, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bir gün münâcâtı sırasında Allah Teâlâʼya şöyle yalvarır:

“‒Yâ Rabbi! Herkesin beni hayırla anmasını istiyorum.”

Hak Teâlâ ise:

“‒Nasıl olur, bunu kendim için dahî yapmadım.” buyurur.[2]

Yani kul, ne kadar iyi biri olsa da muhakkak onu çekemeyenler, kınayanlar, beğenmeyenler ve dedikodusunu yapanlar çıkacaktır.

GIYBET VE İFTİRA NEDİR?

İşte ârif müʼminlerin yüksek vasıflarından biri de, kendileri hakkında, insanların bu nevî menfî konuşmalarından incinmemektir. Zira, yapılan bu ithamlar, eğer haklılık payı taşıyorsa gıybettir; şâyet tamamen haksız ise bu defâ da iftirâdır. Her iki durum da, bunlara mâruz kalan bir müʼmin için, ya günahlarının affına, ya da derecesinin yükselmesine vesîledir.

İnsanlar, kıyâmetin o dehşet dolu gününde, kendilerinin de çok ihtiyacı olmasına rağmen, sevaplarını, dünyada gıybet ve dedikodusunu yaptıkları kimselere devretmek zorunda kalacaklardır. Şâyet borçlarını karşılayacak kadar sevapları kalmamışsa, dedikodusunu yaptıkları kimselerin günahlarını yükleneceklerdir.[3]

GIYBETE BAĞIMLI OLMUŞ KİŞİ

Şu ibretli hâdise, bu hakîkatleri ne güzel îzah etmektedir:

Gıybet günahına müptelâ olmuş biri, muhitinde bulunan bir Hak dostunun da gıybetini yapmaktan geri kalmıyordu. Bu sebeple de, o gıybetçiyi hiç kimse sevmiyordu. Fakat o gönül tabîbi Hak dostu, gıybetini yapan kişi ne zaman huzûruna gelse, onu hep tebessümle karşılıyor; “Gel bakalım benim sevgili ortağım!” diyerek iltifatlara gark ediyordu. Bu güzel hâl, sonunda gıybetçiyi insafa getirdi:

“Ben bu zâtın orada-burada aleyhinde konuşuyorum, o ise bana hep iltifatta bulunuyor. Bundan sonra aleyhinde konuşmayacağım.” diye karar verdi.

Artık Hak dostunun gıybetini yapmıyordu. Lâkin huzûruna vardığında, önceden gördüğü iltifatı da göremiyordu. Bunun sebebini merak ederek bir gün sordu:

“–Efendi Hazretleri! Eskiden bana gösterdiğiniz iltifatı artık göstermiyorsunuz, önceki muhabbetiniz kalmadı. Acaba sebebi nedir?” dedi.

Onu ve onun gibi gıybet hastalığına müptelâ olanları îkâz için güzel bir fırsat yakalayan o Hak dostu tebessüm ederek:

“–Eskiden seninle bir ticârî ortaklığımız vardı. Şimdilerde o ortaklık bitti; bu sebeple iltifat da gitti.” dedi. Adam şaşkınlıkla:

“–Ne ortaklığı? Benim öyle bir ortaklıktan haberim yok.” deyince, büyük velî açıklamasına şöyle devam etti:

“–Sen orada-burada benim aleyhimde konuşuyordun; ben de gıybetine gıybetle karşılık vermeyip sabretmeyi tercih ediyordum. Bu sabrımın karşılığı olarak benim günahlarım senin defterine, senin sevapların da benim defterime yazılıyordu. Seninle böyle bir ticârî ortaklığımız vardı. Şimdilerde ise artık sen benim gıybetimi yapmıyorsun. Böylece ortaklığımız da bitmiş bulunuyor...”

Duydukları karşısında son derece şaşıran adam:

“–Hakîkaten gıybetçinin durumu böyle midir?” diye sorunca da o mübârek zât açıklamasına şu misâl ile devam etti:

“–İmâm Şârânî diyor ki: «Ben ille de birinin gıybetini yapacak olsam, önce anamın-babamın gıybetini yapardım. Çünkü gıybet eden insan, evvelâ kendi sevaplarını, gıybetini yaptığı kişiye bağışlamış, verecek sevâbı kalmamışsa da onun günahlarını kendi üzerine yüklenmiş olur.»”

Bu sözler üzerine derin düşüncelere dalan gıybetçinin aklı başına geldi ve bundan sonra hiç kimsenin gıybetini yapmamaya söz verdi.

GIYBET ETMEKTEN SAKININ

Gıybetin ne kadar ağır ve çirkin bir cürüm olduğu, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:

“Ey îmân edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allâh’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (el-Hucurât, 12)

Ölmüş bir insan, nasıl ki şeref ve haysiyetini zedeleyecek çirkin sözleri duymayıp kendisini savunamayacak durumdaysa, gıybeti yapılan kimse de kendisinin gıyâbında cereyân eden suçlamalara cevap veremeyecek durumdadır. Bu sebeple gıybet günahı, âyet-i kerîmede, ölü kardeşinin etini yemek gibi son derece iğrenç bir fiil olarak tavsif edilmektedir.

Dipnotlar:

[1] Ebû Nuaym, Hilye, III, 198.

[2] Abdülmecid Hânî, el-Hadâikuʼl-Verdiyye, sf, 161-162, Rehber Yayıncılık, İstanbul 1986.

[3] Bkz. Buhârî, Mezâlim 10, Rikāk 48; Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Cafer-i Sadık (rahmetullâhi aleyh), Erkam Yayınları