Ebû Muhammed Mürtaiş (k.s.) Kimdir?

KİM KİMDİR?

Ebû Muhammed Mürtaiş (k.s.) kimdir? Ebû Muhammed Mürtaiş (k.s.) hayatı, ilmi yönü, görüşleri ve hakkında kısaca bilinmesi gerekenler...

Adı Abdullah b. Muhammed, künyesi Ebû Muhammed, lâkabı Mürtaiş, nisbesi Nişâ­buri. Nişâbur’un Hire mahallesinden. Ebû Hafs Haddâd ile çağdaş ve arkadaş. Cü­neyd’e erişti ve onun sohbetlerine katıldı. Irak’ın ünlü şeyh ve imamları arasına katılıncaya kadar Bağdad’da tasavvuf konusunda ilgi uyandıran üç şey vardı: Şiblî’nin işârî konuşmaları, Mürtaiş’in nükteleri, Cafer Huldî’nin hikâyeleri. Mürtaiş Bağdad’da Şenûziye câmiinde ikamet ederdi. Vefatı da 328/939 yılında Bağdad’dadır. Mürtaiş etkileyici bir hitabete, sağlam bir hâfızaya ve parlak bir zekâya sahipti. Üstâdı Ebû Hafs seyahatle terbiye etmek için ona sefer emretmişti. Her sene bin fersah yolu yalınayak başı kabak yürürdü. Hiçbir şehirde on günden fazla durmazdı. Gezginci dervişlerdendi.

Amel ve işlerin kalite ve kıvamının iki şeyle artacağını; sıhhat bulacağını sِöylerdi:

  • Sabır
  • İhlas

Amelde ihlâs, muamelede sabır kulluk kalitesini artırırdı. İnsan gِönlünü ihlâsla Hakk’a verince tesellî bulur, halka verince efkârla dolardı.

İBÂDETE GÜVENME

Mürtaiş öze, samimiyet ve ihlâsa önem veren bir sûfiydi. Ramazan ayının son on gününü sünnet üzre itikâfta geçirir, kendini tam anlamıyla ibâdete verirdi. İtikâfı sırasında Kur’an okumasıyla ve gece namazıyla övünen ham sofulara rastladı ve itikâfı bırakıp camiden dışarı çıktı ve şunları söyledi: “Bunlar yaptıkları ibadetlere güveniyorlar, yaptıkları ibadetleri çok görüyorlar. Onlar gibi olup başıma bir belâ gelmesinden korktum da o yüzden çıktım.”

Mürtaiş, zamanındaki insanların samimiyetsizlik ve bozulmuşluğundan hoşnud değildi. Şöyle konuşurdu: Hiçbir şey gayesine uygun olarak yapılmıyor. İşin özü ve tadı gitti, geriye sadece isimler kaldı. Herkeste iddiâ çok ama ihlâs yok. Yakında bu riyâkâr davranışlarının cezâsını görecekler. Böyle giderse nerdeyse dâvâsında samimi insan kalmayacak.

VARLIKTAN GEÇMEK

Kendisinde varlık görmezdi. Mütevâziydi. Nasihat taleb eden birisine:

– “Sen beni bırak, benden daha hayırlı olanlara git!” derdi.

Sordular:

– En faziletli amel hangisidir? Şu karşılığı verdi:

– Allah’ın rahmetini fazl u keremini görebilmektir.

Bakınız şâir ne diyor:

Kader yardım edince
Muzaffer olur âcizler bile

Tevhid konusunda söz söyleyenlerdendi. Şöyle tarif ederdi tevhidi: “Tevhidin prensipleri üçtür: Allah’ı Rabb olarak tanımak, O’nun birliğine kesin inanmak, O’ndan başka varlıklardan hiçbirini O’na ortak koşmamak.”

KEVNÎ KERAMET VE NEFS ENGELİ

Su üzerinde yürümek, gök yüzünde uçmak gibi kevnî kerametlere aldırış etmezdi. Hatta bir gün ona: “Falanca adam su üzerinde yürüyor, ne dersin?” dediklerinde şu karşılığı verdi:

– Allah’ın inayetiyle nefs engelini aşan ve hevâsını kontrol edebilenin hâli, su üstünde yürüyenden de üstündür, gökyüzünde uçandan da.

Cennetin rahmet-i ilâhiyye sonucu elde edileceğine inanır, ameline güvenip cennet bekleyenleri hoş görmezdi. Derdi ki:

– Amelleri sayesinde cehennemden kurtulup cennete gideceğini zanneden, kendisinin büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu bilsin. Amellerine rağmen sadece Allah’ın rahmetine güvenen ise cennette yüksek mevkilere hak kazanacaktır. Nitekim: “De ki Allah’ın lütfü ve rahmeti ile ferahlansınlar!” (Yûnus, 10/58) buyurulur.

Kulluk işinin de maksûm bir rızık olduğunu düşünür ve bu konuda şunları söylerdi: “En güzel rızık, kulluğu müşâhade hâli ve sünnet çizgisi üzre yaşamak ve dine hizmet etmektir. Allah’ın sevgisine erişmenin yolu, O’nun sevdiklerini sevmek, değer vermediklerinden uzaklaşmaktır. Allah’ın değer vermediği şeyler dünyanın boş işleriyle nefsin tutkularıdır. Allah’ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman belleyin. Davranışlarınızın sağlam temele dayanmasını istiyorsanız ihlâs üzre sebatkâr olun.”

Kalbin Allah’ın zâtından başkasına meyletmesini kula bir ceza olarak görürdü. Gerçek müslümanın halkın sevgilisi olduğunu söylerdi. Mümin, halka karşı istiğnâ içinde olur, onlara yük olmaz, derdi.

RİYÂSIZ AMEL

Amellerin riyâsız, ihlâs üzre olmasını önemserdi. Ken­disi anlatıyor: On üç kerre tevekkül ile hac yaptım. Bir de kendimi yokladım ki, bunların hepsi nefsin hevâsından ibâretmiş. “Bunu nereden anladın?” diye sorarsanız; şuradan, derdi: Bir kerre annem benden: “Su testisini getir,” diye talepte bulundu. Bu benim nefsime çok ağır geldi. 0 zaman anladım ki ben hac ibâdetlerimi nefsin hevâsı ile yapmışım ve onlara riyâ kokusu katmışım.

Müsebbibü’l-esbâb’ı unutup sebeplere takılıp kalmayı hoş gِörmezdi. Çünkü sebeplere takılıp onlarla sükûn bulmak gِönlün Hakk’a olan itimâdına engel olurdu.

Amel ve işlerin kalite ve kıvamının iki şeyle artacağını; sıhhat bulacağını sِöylerdi: Sabır ve ihlas, Amelde ihlâs, muamelede sabır kulluk kalitesini artırırdı. İnsan gِönlünü ihlâsla Hakk’a verince tesellî bulur, halka verince efkârla dolardı.

TASAVVUF CİDDİYETİ

Tasavvufu güzel ahlak olarak görürdü. Bu yolu, sahibini dedikodudan, tartışmadan uzaklaştıran, lütfü bol olan Allah’a götüren bir hal, diye nitelendirirdi. Kul O’na varınca onu da dışarı çıkarırlar ki Allah bakî kalsın, kendisi fenâ bulsun.

Tasavvufu ciddiye alır ve bu ciddî bir meslektir, şakaya gelmez, derdi.

En aziz sohbeti dervişlerin dervişlerle sohbeti olarak görürdü. Bir dervişi diğerinden ayrı görünce bu işte bir illet bulunduğunu söylerdi.

Kalbin Allah’ın dışında biriyle sükûn bulmasını bu dünyada peşin verilmiş bir ceza gibi yorumlardı. İslam’da kemâle erenin halkın sevgilisi olacağını; imanda kemâle erenin ise halktan müstağnî kalacağını söylerdi.

Derdi ki:

Vesvese insanı hayret ve şaşkınlığa, ilhâm ise anlayış ve anlatımın ziyâdeliğine götürür.

Sordular:

– Kul muhabbete ne ile erişir? Cevap verdi:

– Allah’ın dostlarını sevmek, düşmanlarına düşmanlık etmekle...

– Müridlik, nefsi muradından alıkoyup Allah’ın emirlerine yöneltmekle ve O’nun kazasına rızâ ile, derdi.

Allah’ın has kullarından olmak husûsunda şöyle nasihatta bulunurdu: “Allah’ın teminatı altında bulunan rızık konusunda O’na güven. O’nun sana emrettiklerini yerine getir, O’nun hâs kullarından olursun.”

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, s. 349-353; Ebû Nuaym, X, 355-356 Kuşeyrî, I, 161; İbnü’l-Cevzî, II, 464-463; Attâr, s. 515-517; İbnul-Mulakkın, s. 141-144; Câmi, s. 206-208; Şârânî, I, 90; Münâvî, I, 571-572.

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları