Ebu Osman Hiri (k.s.) Kimdir?
Adı Saîd b. İsmail, Künyesi Ebû Osman, nisbesi Hırı ve Nisabûrî. Nisabur’un Hire köyüne Rey’den gelip yerleşen bir ailenin çocuğu.
Tasavvufta üstadları Yahya b. Muaz Razî, Şah Şucâ Kirmanı ve Ebu Hafs Haddâd. Ebu Hafs Haddâd’dan icazet aldı ve kızıyla evlendi. Nisabur’da tasavvuf yolunu halka açan etkili şahsiyetlerden biri Ebu Osman Hîrî. Çağdaşı ilk mutasavvıflar gibi hadis rivayetiyle de meşgul oldu. 298/910’da öldü.
ŞAH ŞUCÂ VE EBÛ HAFS HADDÂD’IN EŞİĞİNDE
Ebû Osman, küçük yaşlardan itibaren hakîkat sevdâlısı bir mânâ eriydi. Bülûğ çağına geldiğinde bu sevdâsı arayışa dönüştü. Nihayet Yahya b. Muâz’ın sohbetine kavuştu. Orada aradığını bulmuştu. Uzunca bir süre sohbetlere devam etti. Bir gün Yahya b. Muâz’ın yanına Şah Şucâ’ın müridlerinden bir gurup geldi. Bu gelenler Şah Şucâ’ın menkıbelerini anlattıkça Ebû Osman’ın gönlünde onun meclisine varmak arzusu uyandı. Kalkıp Kirman’a gitti. Şah Şucâ’ı ziyaret etti. Şah onu önce meclisine kabul etmek istemedi. Ebû Osman ısrarla talep edince kabul etti. Ebû Osman bir süre Şah’ın hizmetinde bulundu. Şah Şucâ mahâbetli bir zattı. Bir gün birlikte Ebû Hafs Haddâd’ın ziyaretine vardılar. Ebu Hafs’ın sohbeti Ebû Osman’ı cezbetmişti. Fakat şeyhi Şah Şucâ’dan da çekiniyordu. Ebû Hafs’ın gönlü de ona ısınmıştı. Bu yüzden ayrılacakları sırada Ebû Hafs, Şah Şucâ’a:
– Bu delikanlıyı bizim yanımızda bıraksanız, ben ondan çok hoşlandım, dedi. Şah Şucâ, Ebû Osman’a dönerek:
– Şeyhin teklifini kabul et, dedi. Ebû Osman’ın da arzusu buydu zaten. Uzun yıllar onun sohbetinde bulundu ve bu sohbet sayesinde gönül erleri kervanına katıldı.
Şöyle anlatıyor:
Ebû Hafs’ın sohbetine devam ederken o, bir kerre beni meclisinden kovdu. Ben de yerimden kalktım, hiç arkamı dönmeden kemâl-i edeble şeyhin huzûrundan ayrıldım. Yüzüne bakarak beni göremeyeceği bir yere kadar uzaklaştım. Kendi kendime: “Şu kapının önüne bir çukur kazsam da şeyhim emretmedikçe oradan çıkmasam” diye düşündüm. Nitekim bu düşüncemi gerçekleştirmek üzere iken şeyhim beni çağırdı ve yakın dostları ve has ihvânı arasına kattı.
RIZÂ HÂLİ
Onun tasavvuf yolundaki bu arayış ve ısrârı, adının yücelmesine, şöhretinin artmasına sebep olmuş, Bağdat’ta Cüneyd, Şam da İbn Cellâ gibi devrin muteber bir mürşidi olmuştu.
“Rızâ” halini muhâfazaya itina ederek kırk yıl süreyle Allah Teâlâ’nın kendisini içinde bulundurduğu halden asla şikayetçi olmadı. “Kabul ile red” , “izzet ile zillet” onun nazarında müsâviydi. Nitekim defalarca ikramda bulunmak üzere kendisini çağırıp hiçbir şey ikram etmeyen adama karşı hiç tepki göstermemişti. Onun olgunluğu karşısında hayran olan bu zat, iltifat ve takdirle onun bu halini anlatınca şöyle konuşmuştu. “Köpeğin sahip olduğu sıfatlarla mı beni takdir ediyorsun? Benim bu davranışım onların tabîî olarak yaptıkları bir harekettir.
SOHBETİN ÇEŞİTLERİ
Onun anlayışına göre sohbetin bazı çeşitleri vardı ve bunların herbirinin bir takım şartları olduğunu söylerdi. Allah ile sohbet güzel edep, korku ve murakabeye, Rasûlullah ile sohbet sünnete tâbi olmaya, evliyâ ile sohbet hürmet ve hizmete, ev halkı ile sohbet güzel ahlâka, dostlarla sohbet güleryüz ile muâmeleye, câhillerle sohbet onlara karşı merhametle davranmaya bağlıydı.
Söz ve davranışlarında sünneti kendine kumandan yapan kimsenin ağzından hikmet incileri döküleceğini söylerdi.
Bir gün birisi ona sordu:
– Dilim zikrediyor, fakat kalbim ona iştirak etmiyor, ne yapayım? Şu karşılığı verdi:
– Hâline şükret, hiç olmazsa bir organın sana itâat ediyor. Belki zamanla kalbin de ona uyar.
MÂNEVÎ SIRLAR
Bütün mârifet ehli gönül erleri gibi, mânevî sırların herkese söylenmemesi gerektiği inanandaydı. On yıl süreyle kendisine hizmet eden bir mürîdi vardı. Birlikte hacca gitmişler; yolun çilesine katlanmışlardı. Bu müridi bir gün Ebû Osman’dan şöyle bir talepte bulundu:
– Bana manevi sırlardan haber verseniz? Şeyh dedi ki:
– Helâya girdiğin zaman eteklerini iyi topla, tahârete dikkat et! Böyle işlere kafanı takma. Bu uzun hikayedir, bunu ancak anlayan anlar.
Sordular:
– Bir kimse ki bir topluluğun yanına girdiğinde ordakilerin ayağa kalkmasından hoşlanır, kalkmamasından rahatsız olur. Böyle bir kimse hakkında ne dersiniz?
Şeyh bu soruyu şöyle cevapladı:
– Böyle birinin hristiyan ya da yahudi olarak ölmesinde bir fark yok. Çünkü onda Fir’avn ve Nemrud sıfatı var.
Kişiyi Allah’a ulaştıran sıfatın Allah korkusu olduğunu söyler, kibir ve ucüb Allah’dan uzaklaştırır, derdi.
Zenginlerin yanında izzetli ve vakarlı olmayı, fakirlerin yanında ise boynu bükük durmayı tavsiye ederdi. Çünkü ona göre zenginin yanında izzet tavrı takınmak tevazu, fakirlerin yanında zillet hali ise şeref sayılırdı. İnsanları hakir görmek ise tedavisi imkansız bir hastalıktı.
Aklına her eseni yapan kimsenin zindan hayatı yaşadığını, işlerini Hakk’a havale edenin huzur ve rahata kavuşacağını söylerdi.
Sordular:
– Akıllı biri, kendine zulmeden birisini mazur görebilir mi?
Şu karşılığı verdi:
– Tabîî görebilir, ancak zulmedeni Allah’ın gönderdiği bir musîbet saymak şartıyla.
ALLAH’A YAKINLIK
Evliya ile sohbete devam edenlerin Allah’a vuslata muvaffak olacağını anlatır, nefsinden gördüklerini iyi sananların ayıplarını göremeyeceğini söylerdi. Nefsin ayıbını arayan ondan gelen herşeyi incelemeye tabi tutarak kusurlarını anlar, hatalarını bulurdu.
Tevazu halini korumak veya ona sahip olabilmek için şunları tavsiye ederdi: “Cehaleti hatırda tutmak, günahı unutmamak, Allah Teala’ya olan ihtiyacını hiç hatırdan çıkarmamak.”
Muhabbet konusunda şöyle konuşurdu:
– Muhabbete muhabbet denmesinin sebebi Mahbûb’dan yani Sevgili’den başka kalpte bulunan herşeyi yok etmesiydi. Muhabbet Allah korkusuyla sıhhat bulur, edebe sımsıkı sarılmakla sağlamlaşırdı.
Dünya ile neşelenmeyi Allah ile neşelenmeye mani hal sayardı. Allah’tan başkasından korkmayı Allah korkusunu izâle edici kabul ederdi. Allah’tan başkasından ümidvâr olmayı Allah’tan ümidi silici olarak değerlendirirdi.
Derdi ki:
İnsanlar arzularına muhalefet edilmediği sürece ahlâkları üzeredirler. İsteklerine karşı çıkılınca iyi görünümlü kimseler hemen kötü ahlaklı kesiliverirler. Gerçek iyiler isteklerine karşı çıkılsa da değişmezler.
Üç şeyi düşmanlık sebebi sayardı: Mala tamahkârlık, insanların ikramlarına düşkünlük, halkın göstereceği itibara önem vermek.
Kalbin salahı dört şeyledir, derdi: Allah’a karşı muhtaç, O’ndan başkasından müstağni olmak, tevazu ve murakabe. Bir kimsenin her hususta düşüncesi Allah olmazsa O’nun her hususta Allah’tan nasîbi eksik olurdu.
Ebû Osman saâdet ve şakâvet alâmetlerini de şöyle sıralardı: “Kapısından kovulmamak için Allah’a itâate devam saadetin; tevbesinin kabul olacağını umarak Allah’a isyana devam, şakâvetin alâmetiydi.
Vefâtı ânında bir ara bayıldı. Baş ucunda bekleyen oğlu onun bu hâlini görünce ağlayıp gömleğini yırttı. Ebû Osman kendine gelince oğlunun bu hâlini gördü ve şöyle konuştu:
– Oğlum bu senin yaptığın zâhirî açıdan sünnete aykırı, mânevî açıdan da riya kokusu taşıyor. Çünkü “her kap içinde ne varsa onu sızdırır.”
- rahmetullahi aleyh -
Kaynaklar: Sülemî, s. 170-175; Ebû Nuaym, X, 244-246; Kuşeyri, I, 120-122; Hücum, s. 166-169; İbnul-Cevzî, IV, 103-107; Attâr, s. 475-483; İbnü’l-Mulakkırı, s. 239-243; Câmî, s. 86-87; Şûranı, I, 74; Münâvî, I, 421-422; A’lâmun-nübelâ, XIV, 62-66; Nebhânî, II, 96.
Kaynak: Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları
YORUMLAR