Ebû Said Harraz (ks) Kimdir?
İlk dönemin zâhid sûfîlerinden olan Ebû Said Harraz kuddise sırruh Hazretleri Bağdat’da doğup büyümüş, ilmiyle, haliyle tanınmış büyük bir Allah dostudur.
Ebû Said Harraz Hazretleri'nin adı Ahmed bin İsa, künyesi Ebu Said, nisbesi el-Bağdâdî, lakabı Harrâz’dır. Ayakkabı tamir ederek hayatını kazandığı için “Harrâz” lakabı ile anılmıştır. 277/890 yılında dâr-ı bekaya göç etmiştir.
O, ihsan ve ikramın sevgi doğurduğunu söyler, çevresine bu konuda örnek olurdu. Bu âlemde Allah’ın sayısız ihsan ve ikramlarına mazhar olan insanoğlunun gafletine ve dünyaya meyline ise çok üzülürdü. Sayılamayacak kadar çok nimetler içerisinde yaşayan insanın Allah’a yönelme, Allah’a güzel kul olma konusundaki müstağni haline taaccüb eder, şaşardı.
Allah’dan gafil olarak hayat süren, ömür tüketenlere hayret eder, duygularını şöyle dile getirirdi:
“Bu âlemde Allah’tan başka gerçek ihsan sahibi olmadığını bildiği halde bütün kalbiyle O’na yönelmeyene şaşarım.”
O’na göre, tasavvuf, zamana hâkim olmaktı. Bu yüzden etrafında kendisi ile beraber bulunan sevdiklerine devamlı şu önemli hatırlatmalarda bulunurdu:
“Hayatta en kıymetli şey sağlık ve zamandır. Sen değerli zamanını en kıymetli şeylerden başkasına harcama! En kıymetli şey de geçmiş ile gelecek arasında bulunan, içinde bulunduğun şu andır” derdi.
İNSANIN EN ÇOK ALDANDIĞI İKİ ŞEY
İnsanoğlunun hayatta en çok aldandığı iki şey vardır.
Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in diliyle bunlar: “Sıhhat ve boş vakittir.”
Ebû Said Harraz kuddise sırruh Hazretleri sevdiklerine bu iki konuyu sık sık hatırlatarak onların aldananlardan olmamalarını isterdi. O, müminin lügatinde “Lâ” (yok, hayır, olmaz) lafzı bulunmamalı derdi. Çünkü inanan insan Allah ile kendisi arasında bulunan sayısız ihsan ve ikrama bir bakmalıydı.
Eğer kerem gözüyle bakarsa, kendisine vâkî olabilecek hiç bir isteğe “Lâ” (hayır, olmaz) cevabı veremezdi.
Zira hiç bir şey onun değildi. Mülk Allah’ındı. O sadece bir emanetçi idi. Eline verilen bir takım malzemeler dünyanın süsü olup bütün varlık geçiçi idi. İnsan kendini böyle görmeliydi. Hayatı bu ölçülerde geçirenler ancak kâmil mü’minlerdi.
O, gerçek sûfînin, kâmil bir mü’minin, zaman zaman yalnızlığı (halveti) seçmesi gerektiği konusu üzerinde ısrarla dururdu. Kendi iç dünyasını, gönül âlemini kontrol altına almasının zarûretini bildirirdi.
Şüpheli şeylerden kaçınmasını (vera), darda kaldığı zamanlar hariç hiç kimseden bir şey istememesini, kimseye dünyalık birşey için yüzsuyu dökmemesini öğütlerdi. Bunları yapmayanın sûfî değil, belki yalancı olduğunu söylerdi.
Birgün kendisine, zaman zaman birbirleriyle çatışan dervişlerden sorulmuştu. Cevap olarak dedi ki:
“Onların bu hali seyr ü sülûk sırasında görülür. Kemâle erenlerde böyle bir sıfat bulunmaz. Çünkü kemâl ehli kimseler, halk arasında kızacak ve darılacak bir şey görmez. Onlar her şeyi Hakk’tan bilir.”
Ona göre, Allah’a dost olmak, insanlar arasında huzur bulmak için kusur defterini yakmak gerekti. İnsanın en büyük düşmanı nefsiydi. Kişi nefsini iyi tanımalıydı. Zira nefsini bilen ancak Rabbini bilebilirdi.
NEFSİN ÖZELLİKLERİ
Ebû Said Harraz kuddise sırruh Hazretleri nefsin özelliklerini şöyle anlatırdı:
“-Nefis, durgun ve temiz bir suya benzer.
Bu durgun ve temiz su, karıştırılınca dibinde tortu halinde bulunan mikrobu meydana çıkarır.
“Nefsinin mertebesini anlamak isteyen, onu mihnet, meşakkat ve sıkıntı ile denemeli, hoş fakat boş arzularına karşı çıkarak imtihan etmeli” derdi.
Nefsin bu özelliklerini bilmeyen Rabbini nasıl tanıyabilir? Ve nasıl ma’rifet-i ilâhiyye iddiasında bulunabilirdi? Nefis meşgul edilmezse onun insanı meşgul edeceğinden korkardı. Bu yüzden mesleğini icrâ ederken diktiği ayakkabıyı bazan söker, yeniden dikerdi.
“Niye böyle yapıyorsun?” diye soranlara:
“Nefsimi meşgul etmek için. Çünkü ben onu meşgul etmezsem o beni meşgul edecek”diye cevap verirdi.
Kaynak: Mustafa Eriş, Altınoluk Dergisi, Sayı: 286, Aralık 2009
YORUMLAR