Ebûbekir Şiblî Hazretleri’nin Sohbeti
Şeyh Ebûbekir Şiblî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Ebûbekir Şiblî Hazretleri’nin sohbetini yazımızda okuyabilirsiniz.
Şeyh Ebûbekir Şiblî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet ederdi:
SEVGİ; LEZZETTEKİ DEHŞET, NİMETTEKİ HAYRETTİR
Tevhidi; indî bir tasavvur, mânâları müşâhede, esma-i ilâhiyeyi ispat, Hâlik’a vasıf ve sıfatlar izafe etmek şeklinde anlayan kimse, gerçek tevhidin kokusunu alamaz. Bu saydıklarımızın hepsini ispat ve nefyeden kişi, hüküm ve şekil itibarıyla muvahhiddir, ama gerçek anlamda ve vecd ehli bir muvahhid değildir. Nefyi, ispat anlamı taşımayan kimsenin tevhidi sahih değildir. İspat ise Arapça’da benlik ve mülkiyet ifade eden “yâ” harflerini ortadan kaldırmak, “Ben, bana, beni, benimle, benim hakkımda, benden” vs. gibi lâfları bırakmaktır.
Tevhidin beşerî olanı ve ilâhî olanı vardır. Beşerîsi ceza korkusuyla olanıdır. İlâhî olanı ise tazim duygusuyla yapılanıdır. Tevhid ilminden zerre miktarı bir şeye muttalî olan, taşıdığı bu ilmin manevi ağırlığı sebebiyle karınca kadar bile olsa bir maddî ağırlık taşıyamaz.
Sendeki tevhidin sıhhatli olmadığının alameti şudur ki O’nu kendinle arıyorsun. Üç çeşit mârifet vardır; Allâh’ı tanımak, nefsi tanımak, vatanı tanımak. Allâh’ı tanımak için O’nun kazâsına ve ahkâmına rızâ göstermeye ihtiyaç vardır. Hakîkatte hiç kimse Allah hakkında mârifet sahibi değildir, çünkü O tanınmış olsaydı, O’ndan başkası ile meşgul olunmazdı
Lafızlarla tevhidi anlatan mülhid olur. O’nu işaretle anlatmaya kalkışan iki tanrıcı olur. Bu konuda söz söylemekten kaçınıp susan câhildir. O’na erdiğini sanan hiçbir şeye ermemiştir. O’nu ima eden putperest olur. O’nun hakkında konuşan gâfildir. O’na yakın olduğunu sanan uzaktadır. O’nu bulmaya çalışan kaybeder. O’nu düşüncelerinizde kavrayıp, akıllarınızda tam bir şekilde anladığınızı sandığınızda bu düşünceler size iâde edilir. Çünkü bu tür düşünceler, sizin uydurduğunuz ve sizin gibi sonradan olma şeylerdir.
Ne zaman Hakk’ın şâhidi zâhir olur ve diğer şâhitler, hisler gider ve idrâk kaybolursa o zaman ârif Hakk’ın tecellîgâhı ve meşhedi mertebesine erişir. Bu hâlin başı mârifet, nihâyeti tevhittir. Kulun üzerinde Hakk’ın kudretinin cereyan ettiğini görmesi, kendini izzet kabzasında hissetmesi mârifet alâmeti sayılır. Muhabbet de mârifet alâmetidir. Çünkü kişi tanıdığını sever.
Ârifin vakti bahar mevsimi gibidir: Gök gürler, yağmur yağar, şimşek çakar ve rüzgâr eser, ama yine de çiçekler açar ve kuşlar ötüşür. İşte ârifin hâli böyledir! Gözüyle ağlar, dudağıyla gülümser, gönlüyle yanar, başıyla oynayıp dostunun adını söyler ve onun kapısında dolaşır durur.
Gönül bin tane dünya ve âhiretten daha iyidir. Zîra dünya mihnet, ahiret nimet, gönül ise mârifet mahallidir. İstikamet, daha dünyada iken kıyâmeti görmek ve O ne buyurmuşsa onu ifa etmektir.
Verâ, göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, kalbinin Allah ile olan ilgisini dağıtan şeyden uzaklaşman, zühd kalbi mal yerine, onu yaratanına döndürmektir. Aslında zühd ile meşgul olmak gaflettir. Çünkü dünya hiçtir. Hiçten zühd etmeye çalışmak ise gaflettir.
Tevekkül, var olmadan önceki gibi, senin varlığının Allâh’a âit olmasıdır. Bu takdirde Allah Teâlâ da dâimâ senin için olur. Havf, Allâh’ın seni sana teslim etmesinden korkman; recâ ise Allâh’ın seninle arana başka bir şey koyup seni kendisinden uzaklaştırmamasını ummandır.
Hayret iki türlü olur: Biri günah işleme korkusunun şiddetinden meydana gelen hayret, diğeri ise kalplere açılan tazim duygusundan meydana gelen hayret. Gayret de iki türlü olur. Biri beşerî, diğeri ilâhî gayrettir. Beşerî gayret kişilere karşı, ilâhî gayret ise Allah’tan başkasına zayi edilecek vakte karşıdır.
Heybet kalplerin erimesi, muhabbet ruhların erimesi, şevk ise nefislerin erimesidir. Sevgi lezzetteki dehşet, nimetteki hayrettir. Muhabbet davasında bulunup da sevdiğinden başka bir şeyle olan meşgul olan bir kimse, hakîkatte Yüce Allah ile istihza etmektedir.
Cehennemlik olmanın alâmeti; Allah rızâsı için bir fakire bir parça ekmek vermemek, fakat nefsin isteklerini tatmin etmek için, bir ziyafette yüz altın harcamaktır. Cennetlik olmanın alâmeti ise bunun tam tersidir.
***
Vaktiyle bir fırıncı vardı. Hiç görmediği hâlde, Hak dostu Şiblî Hazretleri’ni hem çok seviyor hem de onu görmeyi çok arzuluyordu. Bu iştiyakla bir hayli ömür süren, lâkin hâl ve hareketlerinde Şiblî Hazretleri’nin güzel ahlâkından pek nasibi olmayan bu fırıncı, henüz onu görme nîmetine kavuşamamıştı. Günün birinde Şiblî Hazretleri, bir seher vakti uzak bir yoldan fırıncının şehrine geldi. Dükkânının önünden geçerken de kendisinden bir dilim ekmek istedi. Gâfil fırıncı ise, kendisinden ekmek talep eden kimsenin Şiblî Hazretleri olduğundan habersiz, bu arzusunu reddettiği gibi kendisine de kızgın bir üslûp ile şöyle söyledi:
“–A yoksul! Ben sana bedava ekmek vermem! Geç git yoluna!”
Bu sözleri sanki hiç duymamış gibi hareket eden Şiblî Hazretleri, sükût ile yoluna devam etti. Az ileride bu hâdiseye şahit olan ve fırıncının Şiblî Hazretleri’ne duyduğu sevgiyi de bilen bir kimse hemen onun yanına koştu ve kendisine:
“–Yâhu sen ne yaptın! Az evvel kapından kovduğun o zâtın kim olduğunu biliyor musun? O zât, senin senelerdir görmeyi cân u gönülden arzuladığın Hak dostu Şiblî Hazretleri idi. Hani sen onu Allah için çok seviyordun. Niçin bir dilim ekmeği bile ondan esirgedin! Bu kadar gaflete de pes doğrusu! İnsan sevdiğinin hâlinden hisse alır. Güyâ bir Hak dostunu seviyorsun, fakat onun hâlinden habersizsin! Bu ne büyük bir gaflet! Bu durum, herhâlde senin için ağır bir ders ve imtihandır!” dedi.
Bu sözleri duyan fırıncı, yaptığı edepsizlik ve hatâdan dolayı çok üzüldü. O gönül acısıyla kendini kaybedip çöle kadar Şiblî Hazretleri’nin peşinden koştu ve ona yetişti. Yüzlerce özür beyân ederek ayaklarına kapandı. Öyle ki, her an bir elini bırakıp öbürüne sarılıyor ve Şiblî Hazretleri’nden affını talep ediyordu.
Bu hâl karşısında Şiblî Hazretleri bir müddet durdu, sonra da hatâsını anlaması için hafif sert bir üslûp ile fırıncıya şöyle dedi:
“–Yaptığın şeyin affedilmesini istiyorsan şimdi git! Yarın bizi ve bizimle beraber bir topluluğu yemeğe dâvet et!”
Bunun üzerine fırıncı, kendini affettirebilmek ümidiyle gidip hemen büyük bir köşkü dâvet için hazırlattı. Ziyâfet için haddinden fazla masrafta bulundu. Her hususta o derece külfete girdi ki, hiç kimse onun yaptığını yapamazdı. Bir hayra vesîle olmak isterken, diğer taraftan da gurur ve kibrini ortaya dökercesine gördüğü herkese:
“–Şiblî Hazretleri yarın bize gelecek, benim misâfirim olacak, siz de buyurun!” deyip dâvette bulunan gâfil fırıncı, göremediği komşularına da haber gönderdi. Velhâsıl verdiği ziyâfete bir hayli insan çağırdı.
Dâvet günü hepsi sofra başına oturdu. Şeyh Şiblî de gelmişti. Dâvetliler arasında bir de vecd hâli ağır basan bir velî vardı. Şeyh Şiblî’ye sordu:
“–Efendim! Bu gösterişli, tantanalı sofrada bana güzeli de çirkini de bir misalle anlatır mısın, yani kim Cennete vâsıl edecek sâlih bir amel işlemekte ve kim de Cehenneme dûçâr edecek yanlış bir davranış sergilemekte?”
Şiblî Hazretleri, o velîye şu cevâbı verdi:
“–Azizim! Soruna, şu bize ziyâfet çeken adamın durumunu anlatarak cevap vereyim. Ben, dün kendisinden Allah rızâsı için bir dilim ekmek istemiştim. Lâkin, Allâh’ın rızâsını hiçe sayarak bana bir dilim ekmek vermeyen, üstelik nâhoş bir üslup kullanan bu kimse, bugün bizim şöhretimize kapılarak nice kimseye ikramlarda bulunmakta. Hâlbuki Hak rızâsından uzak, şöhret için yapılan bütün emeklerin neticesi beyhûde olup, kişiyi götüreceği yer ise mâlumdur. Zîra Cenâb-ı Hak, yapılan amellerde ortaklık kabul etmez.
Buna mukàbil, hiçbir dünyevî menfaat gözetmeksizin, sırf Allah rızâsı için yapılan her türlü hayır ve hasenat, az da olsa makbûldür. Bu sebeple dün vereceği bir dilim ekmek, bugün verdiği şu gösterişli ziyâfetten daha kıymetli olacak, belki de kendisi için kıyâmet günü büyük bir muştu olarak karşısına çıkacaktı. Velhâsıl ey dost! Sen de bu fırıncının durumuna düşmek istemiyorsan onun gibi hareket etme! Halkın, zevâhire bakıp senin hakkında; “Ne cömert adammış!” demelerini bir kenara bırak! Eğer ihlâslı bir kişiysen her gördüğünü Hızır bil, ona göre muâmelede bulun!
***
Fakihlerden biri, imtihan etmek maksadıyla malın ne kadarının infâk edilmesi gerektiğini sorunca, şu cevabı verdi: “Bunun cevabını fakihlerin meşrebine göre mi yoksa Hak âşıklarınınkine göre mi istiyorsun?” Fakih:
- Her ikisine göre de olsun.
- Fakihlerin meşrebine göre iki yüz dirhemin, üzerinden bir yıl geçtikten sonra onun kırkta birine tekâbül eden beş dirhemini vermek gerekir. Âşıkların meşrebine göre ise, derhal iki yüz dirhemin iki yüzünü de verip “yakayı kurtardım” diye bir de şükretmek gerekir.
Fakih dedi ki:
- Biz bu mezhebi (malın kırkta birinin zekât olarak verileceğini) âlimlerimizden öğrendik.” Buna şöyle mukâbele etti:
- Biz de bu mezhebi Ebû Bekir Sıddîk Efendimizden öğrendik. O, nesi var nesi yoksa hepsini Âlemlerin Efendisi Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem’in önüne koydu.
***
Bir ramazan gecesinde mescitteydi. İmam şu âyeti okudu: “Biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız, sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın.” (İsrâ, 86) Öyle dehşetli bir nara attı ki ruhu uçtu gitti, sandılar. Morarmış, titriyor ve “Sen dostlarına böyle söylüyorsun, ya bizim hâlimiz nice olur?” diyor, bunu durmadan tekrarlıyordu.
Zikrin hakîkati soruldu. “Zikri unutmak, yani senin Allâh’ı zikrettiğini unutmandır, daha doğrusu Allah’tan başka her şeyi unutmandır” cevâbını verdi.
Güneş batarken güneşin sararmasına, şöyle bir benzetme yapardı: “Mü’min de tıpkı böyledir. Dünyadan göçeceği zaman, varacağı makam sâhibinden çekindiği için, nasıl karşılanacağını bilmeyip, böyle sararır. Gün doğarken de, çok aydın olarak doğar. Bu da, bir mü’minin öldükten sonra kabrinden kalkışına benzer. Bir mü’min kabrinden kalktığında, yüzü güneşin doğduğu gibi parlar.”
Bir adama: “mesleğin nedir?” diye sordu, adam: “eskici” cevâbını verince: “İğnenle deldiğin bir delikten öbürüne dek Allâh’ı unutma!” dedi.
Bir adama: “Devamlı (ebed) oruç tutmaktan hoşlanır mısın?” diye sordu. O da: “Ebed orucu nasıl oluyor?” deyince: “Ömrünün geri kalanını bir gün sayar, onu da oruçlu geçirirsin.” diye cevap verdi.
“Bir şahıs ne zaman mürid olabilir?” sorusuna şu cevâbı verdi: “Seferde ve hazarda hâli hep aynı olan kimsedir. Yalnız olduğu zaman da, başkalarının yanında olduğu zaman da aynı davranışlar içinde olandır.”
Ağlayan birisini gördü ve niye ağladığını sordu. “Dostum vardı, öldü” cevabını alınca şu mukabelede bulundu: “Behey adam, niye ölen birini dost ediniyorsun? Ölümsüz birini dost edinsene…”
Birisi gelip, geçim derdinden bahsetti ve şöyle söyledi: “Efendim, nafakası üzerime düşen evlâdım çoktur. Onların ihtiyaçlarını göremiyorum. Ne olur bana bir çâre gösterin.” Bunun üzerine şöyle söyledi: “Hemen evine git, kimin rızkını sana bağlı görürsen kapı dışarı at. Kimin rızkını Cenâb-ı Hakk’a bağlı görürsen, o da evde kalsın” dedi. Bunun üzerine o zât; “Ben kitaplarda okudum, Allah Teâlâ her kulun rızkına kefildir” deyince: “Öyleyse üzülmeye gerek yok. Allah Teâlâ her mahlûkun rızkına tek tek kefildir” buyurdu.
Bir adam gelip yanında durdu ve şu soruyu sordu: “Sabr ehline en zor gelen sabır hangisidir ?” “Allah hakkında sabretmek.” dedi. Adam: “Hayır” dedi. “Allah için sabır” deyince o zât yine: “Hayır” karşılığını verdi. Bu sefer: “Allah ile beraberliğe sabır” dedi. Adam yine: “Hayır” karşılığını verince öfkelendi ve “Yazıklar olsun sana, sen söyle bakalım, nedir?” Adam şu karşılığı verdi: “Allah’tan (uzak kalmaya) sabretmek.” Bu söz üzerine öyle bir sayha attı ki, neredeyse ruhunu teslim edecekti.
Cüneyd bir gün kendisine: “İşini Allâh’a havale edersen, rahat edersin” dedi. “Hayır. Tersine Allah işimi Kendisine havale edecek olursa ancak o zaman rahat ederim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Cüneyd, “Şiblî’nin kılıcından kan damlıyor” dedi.
Ebû Muhammed Herevî vefat ettiği gece boyunca şu iki beyti söyleyip durduğunu anlatır: “Senin içinde bulunduğun ev kandile muhtaç değildir/Biz hüccetimizi Zâtından umuyoruz, halkın delillerle geldiği günde…”
Ölüm anından yanında bulunan Bundar anlatıyor: “Dili tutuldu, alnı terledi ve: ‘Bana abdest aldır!’ diye emretti. Ben de ona abdest aldırdım. Abdest sırasında sakalını hilâllemeyi unutmuşum. Elimi tuttu ve parmaklarımı sakalına götürerek hilâllettirdi.” Bunu duyanlar: “Dili tutulmuş, alnı terlemiş ve ruhunu teslim etmek üzere bulunan bir adamın abdest sırasında sakalını hilâllemeyi bile unutmaması hakkında ne söylenebilir?” diye hüzünlendiler.
***
Şu da münacâtıdır: Ey göklerin ve yerin ışığı, hamd sanadır. Ey yerlerin göklerin sâhibi, esmâ-i ilâhiyene, daha yücesi bulunmayan zât-ı ilâhiyene, hak olarak indirdiğine, indirdiğine anlayış bahşettiğine and olsun ki, Sen başkası bulunmayan Allah’sın. Ey Allah, Zât-ı ecell u a’lâ, Muhammed’e (sallâllâhu aleyhi ve sellem) ve ehl-i beytine salât eyle. Muhammed’in ehlinin ve ümmetinin dağınıklarını cem et, onları dağıtma. Zâhirlerine acı, bâtınlarını mamur eyle! Onları koru ve onlara yetecek ihsanda bulun. Onların her şeylerine bedel ol! Onlara acı ve göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha kısa bir süre onları kendilerine bırakma! Hak ancak seninle haktır. Onları temiz, takvâ sâhibi, senin leddünnî ilimlerinde yücelmişlerden kıl. Onları konuştuklarında hakîkat üzere konuşanlardan eyle. Sustuklarında da Hak için susanlardan kıl!
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları