Ebû’l Hasan Harakânî Hazretleri’nin Sohbeti
Ebû’l Hasan Harakânî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Ebû’l Hasan Harakânî Hazretleri’nin sohbetini yazımızda okuyabilirsiniz.
Ebû’l Hasan Harakânî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet ederdi:
HALKLA DEĞİL, HAK’LA SOHBET EDİNİZ
Kur’ân, kulun Allâh’ı aradığı her vesîleden daha üstündür. Öyleyse Allâh’ı sadece Kur’ân’la ara. Allah kelâmındaki zevki tatmadan bu dünyadan giden hiçbir şeyden nasibini almamıştır. Allâh’ın bana ihsan ettiği şu makama yeryüzündeki halk için de, göklerdeki melekler için de yol yoktur. Eğer bu makamda Muhammed Mustafa’nın Şerîatı’ndan başka bir şey görecek olsam derhâl geri dönerim. Çünkü ben başı Hz. Muhammed olmayan bir kervanda bulunmam!
Ben size kendi muamelemi tasvir etmiyorum. Size tasvir ettiğim Allâh’ın kudsiyeti, rahmeti ve muhabbetidir ki dalga üzerine dalga gelmekte, gemiler birbirini parçalamaktadır. Bu yol, dille ifade ve ikrar edilen, gözle görülen, mârifetle tanınan, yedi organla varılan bir yol değildir. Bu yolda her şey O’nundur ve ruh da O’nun emrindendir. Burada yalnızca ilâhîlik vardır, işte o kadar!
Her kim beni dost bilirse Hakk’ı sevmiş olur. Her kim Hakk’ı severse sohbetine aralıksız devam eder. Her kim civanmertlerin sohbetine devam ederse Hakk’ın sohbetine devam etmiş olur, zîra bu dergâhta bulunanlar Yüce Allâh’ı tanır, O’nu bütün kalpleriyle sever, tüm dünyaya O’nun adını duyurma bilincine ulaşır ve O’nun rızâsını kazanmak için çalışırlar.
Mü’minlerin organlarından birinin aralıksız Yüce Allah ile meşgul olması gerekir. Ya O’nu kalbiyle anmalı ya da diliyle O’nu zikretmelidir. Ya gözle O’nun görmek istediğini görmeli, ya eliyle cömertlik yapmalı ya da ayağıyla insanları ziyaret etmelidir. Veya başıyla inananlara hizmette bulunmalıdır. Veyahut kesin bir inanç ile Allâh’a duâ etmelidir. Ya da aklından mârifete ulaşmaya çalışmalı veya her işinde ihlâslı olmalıdır. Ya da kıyâmet gününün çetin geçeceği konusunda tüm insanları uyarmalıdır. Böyle bir kimsenin kabirden başını kaldırır kaldırmaz kefenini sürte sürte cennete gireceğine ben kefilim.
Allah kuluna, îmandan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsan etmemiştir. Hangi kapının önünde bir yıl beklersen bekle, sonunda ev sahibi sana şunu der: ‘İçeri gir de söyle, ne bekliyorsun? İşte ey insanoğlu! Sen de O’nun kapısında elli sene bekle. Senin kefilin ben olurum.
İnsanlar: ‘Allah ve ekmek’ diyor, bazısı: ‘ekmek ve Allah’ diyor. Ben ise: ‘Ekmek değil, Allah!’, ‘Su değil, Allah!’, ‘Hiçbir şey değil yalnızca Allah!’ diyorum.
Allah, kulluğu üzerimde zâhir kıldı. Evvelimi ve ahirimi kıyâmet olarak gördüm. Başlangıçta bana ne verdiyse sonunda da aynısını verdi. Beni tepeden tırnağa kadar Sırat köprüsü yaptı. Kendinden geçtin mi Sırat köprüsünü arkada bırakmış olursun. Allah’tan herkese kurtuluş geldi, bize ise dâimâ üzüntü. Bu ağır yükü taşıyabilmem için Allah kuvvet versin.
Kalbimde Hak’tan gelen bir ses duydum. ‘Ey Ebû Hasan! Fermanım için kalk ayakta dur ki, Ben ölümsüz bir diri olduğumdan sana ölümsüz bir hayat verebilirim. Ben her neyi yasaklarsam ondan uzak dur ki, Ben mülküne son olmayan bir padişah olduğumdan sana sonu olmayan bir mülk verebilirim!’
Menkîbede anlatıldığına göre bir gün Lokman Hekim çocuğuna şöyle dedi: ‘Bugün neyi konuşursan not et, oruç tut ve konuştuklarını akşam bana arz ettikten sonra iftarını aç!’ Akşam olunca, birbirlerine hesap verinceye kadar vakit geç oldu. Lokman oğluna ertesi gün de aynı şeyi söyledi; yine hesap verinceye kadar iftar geçti. Üçüncü gün de aynı şeyi söyleyince çocuk bu sefer kendi kendine şöyle dedi: ‘Yaptıklarımı ve söylediklerimi akşam arz edip hesap verinceye kadar yemeğim gecikir, öyleyse bugün hiç konuşmayayım.’ O gün hesap verme korkusundan hiçbir şey konuşmadı. Akşam babası hesap isteyince çocuk dedi: ‘Hesap verme korkusuyla hiç konuşmadım.’ Lokman: ‘Gel o zaman hemen yemek ye!’ dedi. Kıyâmet günü az konuşanların durumu, Lokman’ın oğlunun durumu gibi iyi olacaktır.
Gözün şehveti (râzı olunmayanı) görmek, kulağınki işitmek, burnunki koklamak, dilinki konuşmak, boğazınki tatmak, bedeninki dokunmak ve ellemek, aklınki de düşünmektir. Şâyet bütün dünyayı altın yapıp mü’mine verseler, mü’min bunu O’nun rızâsı için harcar. Elinde harcanmadık bir dinar kalsa bir kuyu kazıp bir daha çıkarmamak üzere onu buraya kor, ölümünden sonra mîrasına konanlar onu buradan çıkarıp, un ve birkaç kerpiç yaparak birbirinin başına ve yüzüne vururlar.
Allah Teâlâ’yı akılla tanırsan sende bir ilim, îmanla tanırsan bir rahat ve mârifetle tanırsan bir dert bulunur. Allah Teâlâ, kendine giden yolu gösterince kulun seferi ve ikameti O’nun vahdetinde olur; zîra bu sefer ve ikamet sırda yapılır.
Mustafa sallâllâhu aleyhi ve sellem istisna edilirse, er odur ki, onu burada kimse bulamaz. Oysa mahlûk olduğun sürece seni herkes bulur. Yani halk âleminden değil, emir âleminden ol!
“Yarın Allâh’ı görecek miyiz, görmeyecek miyiz?’ konusunda insanlar ihtilaf ediyorlar. Ebû Hasan ise peşin alışveriş yapmaktadır. Çünkü akşam yiyeceği olmayan, başından çıkardığı sarığı ve eteği altına sürüp üstüne oturan bir dilencinin veresiye alışveriş etmesi zaten imkânsızdır.
Habere göre Allah, hikmeti gönderir ve yetmiş bin melek onunla kol kola dolaşır; içinde dünya sevgisi bulunmayan bir kalbe girerek onda yerleşmek ister. Nihâyet dünyayı kalben terk etmiş bir kimseyi bulduktan sonra o meleklere: ‘Ben yerimi buldum, artık siz de yerinize gidin’ der. O kul ertesi gün Allâh’ın kendisine verdiği hikmetle konuşur.
Allâh’a giden yollar sayılamayacak kadar çok! Ne kadar kul varsa Allâh’a giden yol o kadardır. Yürüdüğüm her yolda bir kavim gördüm. “Allâh’ım! Beni öyle bir yola yönelt ki o yolda yalnızca ben olayım, bir de Sen…” deyince önüme hüzün yolunu çıkardı ve: ‘Hüzün ağır bir yüktür, halk onu çekmeye takat getiremez’ dedi.
Afiyeti aradım, yalnızlıkta buldum; selâmeti de susmada! Rızkımın O’na âit olduğunu yakînen bilmedikçe, işten el çekmedim. Halkın âcizliğini görmedikçe onlara sırt çevirmedim. Halkla değil, Hak’la sohbet ediniz. Çünkü görülmeye de, sevilmeye de, naz edilmeye de, hitap edilmeye de, dinlemeye de değer olan Allah’tır.
Ölümsüz bir hayata kavuşmanız için günde bin kere ölüp dirilmelisiniz. Öyle yaşamalısınız ki, sanki canınız çıkmış da dişleriniz ile dudaklarınız arasında duruyor olsun; kırk yıl var ki canım, dudak ile diş arasında böyle durmakta! Uyanık olmak için ömrünüzü bitmiş sayınız! Ve son nefesinizin gelip iki dudağınızın arasında çıkmak üzere durduğunu düşününüz!
Amele devam et ki, ihlâs ortaya çıksın. Ve ihlâsa devam et ki, nur ortaya çıksın. Nur ortaya çıkınca, Allâh’ı görüyormuşçasına ibâdet edersin. Allah görüyor diye yaptıklarının hepsi ihlâs, halk görüyor diye yaptıklarının hepsi riyâdır. Halkın arada işi ne? İhlâs Allâh’ın makamıdır.
Kendimi yalnız başıma bir mahlûk olarak görmedikçe kendi amelimi ihlâslı görmedim. O’nun dışında bir kimsenin var olduğunu gördükçe amelimi ihlâslı görmedim; her şeyi O olarak görünce ihlâs zuhur etti. O’nun ihtiyaçsızlığına bakınca bütün amelimi bir sinek kanadı kadar görmedim. O’nun rahmetine baktım, bütün halkı bir darı tanesi kadar bile görmedim. Böylesi bir yerde bu ikisinin varlığından söz edilir mi hiç?
“Amel yapman gerekmiyor’ demiyorum. ‘Ama yaptığın ameli acaba sen mi yapıyorsun, yoksa sana yaptırılıyor mu?’; bunu bilmen gerekir. Aslında kul, Allâh’ın sermayesiyle ticaret yapmaktadır. Sermayeyi Allâh’a verip gittiğinde evvel de Allah, âhir de Allah, ortası da Allah’tır; ticaretin O’nun sayesinde kâr eder, senin sayende değil. Pazarda kendine pay görene oraya yol yoktur.
Allah karşısında üç şeyi korumak zordur: Hak ileyken sırrı, halk ileyken dili, amel yaparken temizliği. Eğer senin tandırından senin elbisene bir ateş sıçrarsa, onu hemen söndürmeye çalışırsın. Senin dinini yakacak bir ateşi, yani senin kalbinde bulunan kibir, haset ve riyâ ateşini, nasıl uygun bulursun?
Beş çeşit sefer var: İlki ayakla, ikincisi kalple, üçüncüsü himmetle, dördüncüsü temaşayla, beşincisi nefiste fânî olmakla. Bazı kimseler ibâdetle, bazıları günahla geliyor. Yol bu değildir. Zîra bu hiçbir şeye sığmaz, sen ikisini de unut. Geriye ne kalır? Allah! Her kim konuşurken ve düşünürken Allâh’ı kendisiyle beraber görmezse bu iki konuda da âfete düşer.
İlimden sana ne kadar lazımsa o kadarını al. İbâdetten de Şerîat senden ne kadarını istiyorsa o kadarını yap. Ama sana asıl lazım olan şudur: Sabahtan akşama kadar insanların râzı olduğu, akşamdan sabaha kadar da Hakk’ın memnun olacağı bir işte ol.
Kalplerin en aydını, içinde halkın yer almadığı kalptir. Amellerin en iyisi, içinde mahlûk düşüncesinin olmadığı ameldir. Nimetlerin en helâli, kendi emeğinle kazandığındır. Arkadaşların en iyisi ise, Hak ile birlikte olandır.
Kırk yıl var ki canım bir içim soğuk su veya bir yudum ekşi ayran istiyor da hâlâ bunu ona vermiş değilim. Kırk yıl var ki, misâfir için olanı dışında ne yemek pişirmişizdir ne de herhangi bir şey yapmışızdır; misâfir için pişen yemekten asalak olarak faydalanırdık. Eğer bütün âlemi bir lokma yapıp bir misâfirin ağzına koysalar yine de onun hakkını yerine getirmiş olmazlar. Allah için birini ziyaret amacıyla ta doğudan batıya kadar gitseler fazla bir şey yapmış olmazlar.
Su dışında her şeye yazı yazılır. Eğer deryanın üzerinden geçersen kendi kanınla su üzerine yazı yaz ki, senden sonra gelenler: ‘Buradan âşıklar, mestler ve bağrı yanıklar geçmiştir’ diyebilsinler.
Sabahleyin kalkan âlim ilminin, zâhid de zühdünün artmasını ister. Ebû’l-Hasan ise bir kardeşinin kalbine sevinç ve neşe verebilme derdindedir.
Bir din kardeşini incitmeden sabahtan akşama çıkan bir mü’min, o gün akşama kadar Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz ile beraber yaşamış gibidir. Eğer bir mü’mini incitirse Allah Teâlâ onun o günkü ibâdetini kabul etmez.
Allâhım, eğer bütün dünyada Sen’in mahlûkatına karşı benden daha şefkatli biri bulunursa, o vakit ben kendimden hayâ ederim! Türkistan’dan Şam’a kadar birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş benim ayağımı acıtmıştır, bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.
Hıyanetsiz Nasihat Nasıl Olur?
Âlimin biri sordu: “Hıyanetsiz nasihat nasıl olur?” Şöyle cevap verdi: “Nasihat ettiğinde, onlardan daha üstün olduğunu ima etmek maksadıyla başını dik tutmadığın ve dünyaya karşı tamahkâr olmadığın hâlde yaptığın nasihattir. Bir kimsenin sohbete ve hürmete layık olabilmesi için gözünün kör, dilinin dilsiz, kulağının sağır olması gerekir.”
‘Vesvese neden doğar?’ diye soruldu. Dedi ki: ‘Üç şey kalbi meşgul eder. Göz, kulak ve lokma. Oysaki gözle gördüğün şey kalbi meşgul etmemelidir. Kulakla duyduğun şey kalbi meşgul etmemelidir. Haram lokma kalbi kirletir ve vesvese doğar.”
“O’nun adını neyle anmalı?” sorusuna şu cevâbı vermiştir: “Bazısı emirle, bazısı nefesle, bazısı sevgiyle ve bazıları da padişah olan korkuyla…”
İlâhî!
İlâhî! Halkı incittiğim zaman beni görür görmez yollarını değiştiriyorlar. Seni bu kadar çok (günah işleyerek) incittiğimiz hâlde Sen yine de bizimlesin. Sen işte bizi böyle çok seviyorsun ve bu yüzden de bizim Sana olan sevgimiz çok daha fazla olmalı!
İlâhî! Eğer beden ve gönül nurdan olsaydı yine Sana layık olmazdı. Şunun gibi perişan bir gönül ve beden nasıl Sana layık olabilir ki?
İlâhî! Sen beni Kendin için yarattın. Anadan Senin için doğdum, şu hâlde beni hiçbir mahlûkun avı kılma!
İlâhî! Öyle bir fırka vardır ki, kıyâmet günü şehit olarak diriltileceklerdir. Çünkü Senin yolunda öldürülmüşlerdir. Ben ise Senin şevk kılıcınla öldürülmüş bir şehit olarak diriltileceğim. Rabbim var oldukça var olacak bir derdim var. Dert aradım bulamadım, derman aradım bulamadım, ama âcizliğimi buldum.
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları