Efendimiz (s.a.v.)ʼin Servet Beyannâmesi
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi Rasûlâllah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in servet beyannamesinde bulunduğu ânı ve tebliğin ehemmiyetini anlatıyor.
EFENDİMİZ (S.A.V.)ʼİN SERVET BEYANNÂMESİ
Her şeyde bize bir misal oldu. Sayısız misallerinden en çok ihtiyaçlı olduğumuz bugün:
Vefatına yakın günlerdi. Cennetüʼl-Bakîʼyi ziyaret etti. Döndü, ashâb-ı kirâmı Ravzaʼda topladı. Bir servet beyannâmesinde bulundu.
“–Ashâbım! (dedi.) Kimin malını aldımsa, işte malım, gelsin alsın.” dedi. Bir servet beyannâmesinde bulundu. “Kimin malını aldımsa, işte malım, gelsin alsın.” buyurdu.
Bir hak ve hukuk tevziinde bulundu:
“–Kimin sırtına vurdumsa işte sırtım!” dedi. Attı üzerinden şeyini, sırtını açtı. “–Kimin sırtına vurdumsa işte sırtım, gelsin vursun!” dedi. (Bkz. Ahmed, III, 400)
Efendimiz her şeyiyle bir örnekti. En güzel bir örnek.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyuruyor ki:
“Hazret-i Peygamber ömrü boyunca iki gün üst üste arpa ekmeğiyle doymadan âhirete intikal etti.” (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ıme, 48)
Âişe Vâlidemiz diyor ki:
“Efendimiz dileseydi kendisini ve âile efradını rahatlıkla doyururdu. Fakat O, bir nîmete kavuştuğunda önce ashâbının müşkül durumda olanlarını düşünür, onların açlarını doyurmadan kendisini doyurmazdı.”
Bunun en güzel tipik misalini de Hendekʼte görüyoruz. Efendimiz, o şeyi kazıyordu, hendeği kazıyordu. Midesi iki büklüm olmuştu. Câbir geldi, Efendimizʼi evine dâvet etti.
Efendimiz, kendisi bütün o ashâbıyla beraber gitti. Onlara dağıtmadan, paylaştırmadan kendisi elini sürmedi, kendisi ağzına almadı lokmayı.
Tâifʼte taşlandı. Bir köle müslüman olunca sevindi. O çektiği çileler karşısında hiçbir zaman “of” demedi. Yalnız şunu dedi, Cenâb-ı Hakkʼa ellerini açtı. O taşlandı, taşlanmanın derdinde değildi, Allah rızâsının derdindeydi. Ellerini açtı:
“–Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmıyorum yâ Rabbi!” dedi. Bu şekilde bir niyazda bulundu. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-halk, 7)
Öyle bir karakter ve şahsiyet tevzî etti ki, ashâb-ı kirâm, o karakter, o şahsiyete hayran oldu;
“Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi.
Oʼnun gibi olmaya çalıştı. Hizmeti bir, kendisine bir şiâr edindi ashâb-ı kirâm.
Efendimiz o Bedrʼe giderken 150 km gidiyorlar, zaten yeni Medîneʼye hicret edilmişti, bir deveyi üç kişi (nöbetleşe) kullanıyordu. Hazret-i Ali, Ebû Lübâbe ve Efendimizʼe bir deve düştü.
Ebû Lübâbe ile Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! (dediler.) Biz yürürüz.”
“–Yok! (dedi.) Sırayla bineceğiz.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422)
Her hâliyle bir numûneydi. Bir sefer dönüşü en arkadan gelirdi. Ne var ne yok arkada, tesellî edecek kim ne varsa toplardı, onları tesellî ederdi.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- en cesaretli;
“–Bedirʼde (diyor) en zor zamanlarda Oʼnun arkasına saklanırdık.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed, I, 86)
Velhâsıl, Efendimiz her şeyde örnek.
Tebliğde örnek:
“–Bu mektubu kim götürecek şu krala?” derdi. Bizans kralına, Pers kralına, Mısır Mukavkısıʼna, hepsi ayağa kalkardı:
“–Yâ Rasûlâllah! Bu hizmeti bize ver!” diye.
Düşünmezdi o yolları nasıl gidecek, o çölleri nasıl geçecek? Kralın huzuruna nasıl çıkacak? Cellâtların arasında o mektubu nasıl okuyacak? Yeter ki Rasûlullahʼın gönlünde bir yeri olsun. Zerre kadar bir yeri olsun.
Rasûlullah Efendimizʼi yakından tanımak… Biz hepimiz buna muhtacız. En muhtaç olduğumuz; Allah Rasûlüʼnü yakından tanımak. Hizmetimizle, emr biʼl-mâruf, yaşamamızla ve yaşatmamızla -inşâallah-, -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi yakından tanımayı Cenâb-ı Hak lûtfeder, ihsân eder, ikram eder -inşâallah-.
Tebük, bir Haçlı seferiydi. Tebükʼte çok zor zamanlar oldu. İmtihanı kaybedenler bahane buldular kendilerine, Tebükʼe gitmediler o zorluk karşısında. Hava sıcak dediler. Cenâb-ı Hak “Cehennem daha sıcak!” buyurdu. (Bkz. et-Tevbe, 81)
Bahaneler uydurdular. Onlar bahanelerle gitmedi, kalplerinde nifak alâmeti bulunanlar.
İmtihanı kazananlar da bahaneleri unuttular. Bugün de bahaneleri unutmak lâzım. Bugün de bir Tebük seferinin içinde olduğumuzun idrâki içinde bulunabilmek. Rahat zamanlarda nasıl olacağız, zor zamanlarda nasıl olunacak?
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
(“…Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.” [et-Tekâsür, 8])
Yine ashâb-ı kirâm, dünyanın derdiyle dertlendi. Hidâyeti kaybedenlerle dertlendi. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼın oğlu, İbn-i Abbasʼın kardeşi, tâ Semerkandʼa gittiler. Vehb bin Kebşe, tâ Çinʼe kadar gitti. İstanbulʼdan evvel Çinʼde Müslümanlık başladı.
Câfer bin Ebî Tâlib, 13 sene, Habeşistan müslüman olmadan dönmedi. Dönünce de Efendimiz büyük bir takdirle karşıladı:
“–Câfer! (dedi.) Bana ne kadar çok benziyorsun (dedi). Bugün (dedi) Hayberʼin zaferiyle mi sevineyim, seni görmemle mi sevineyim?” (İbn-i Hişâm, III, 414)
Yani bir Hayber zaferini, bir müslümanın, bir müʼminin, denk tuttu onun mânevî heyecanıyla, îman heyecanıyla.
Hâlid bin Zeyd (Ebû) Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, Cenâb-ı Hak bize onu komşu olarak gönderdi. Belki şefaatçi olarak geldi buraya İstanbulʼa. O da 80 küsur yaşında iki sefer İstanbulʼa geldi. Hattâ bir seferde bir Medîneli müslüman, tâ atını Bizanslıların ortasına kadar götürdü. Öbür Medîneli arkadaşı dedi ki müslüman arkadaşı:
“–Çok yanlış iş yaptı.” dedi. “Âyette Cenâb-ı Hak -Bakara 195- «Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.» dedi. O kendi eliyle kendini tehlikeye attı.” dedi.
(Ebû) Eyyûb el-Ensârî:
“–Yok! (dedi.) Yanlış söylüyorsun! Bu âyet bize indi (dedi). Biz (dedi) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼe misafirperverlik ettik, Oʼnunla gazvelere katıldık. Canımızı, malımızı, her şeyi Oʼnun uğrunda, Allah uğrunda bezlettik, cömertçe harcadık. An geldi; «Artık biz vazifemizi yaptık, biz Medîne hurmalıklarına dönelim, bizden sonra gelenler devam etsin.» dedik. Onun üzerine bu âyet-i kerîme indi:
«İnfak edin. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” اَحْسِنُوا (Amellerimizin en güzel olması. Her amelimizin, mesleğimizin, ibadetimizin, muâmelâtımızın en güzel olması “اَحْسِنُوا”) ve Allah muhsinleri sever.» (el-Bakara, 195) buyurdu.
Kendisi öyle bir hedef gösterdi ki;
“–Beni (dedi) ayağınızı attığınız son noktaya gömün ki, benden sonra gelenler hedef alsınlar, daha öteye gitsinler.”
Yâ Allah!..
Tarihimize bakarsak; ikinci pâdişah Orhan Gâzi, oğlu Sultan Muradʼa dedi ki:
“–Oğlum! (dedi.) Kelime-i Tevhîd iki kıtaya sığmaz, onu sen dünyaya taşıracaksın.” dedi.
O gün Bursa yemyeşildi. Bülbüller, sular, akarsular, termaller… Hepsini bıraktı, tâ at üzerinde 1000 km Kosovaʼya kadar gitti. Öyle bir heyecanla gitti ki:
“–Yâ Rabbi! (dedi.) Burada, her bayramın bir kurbanı olur. Bu bayramın kurbanı ben olayım yâ Rabbi!” dedi.
O ihlâs ile bugünkü Kosova müslüman olarak devam ediyor. Avrupaʼnın ortasında İslâmʼın karakolu.
Demek ki Cenâb-ı Hak niyetlere göre büyük inkişaf veriyor. Bugün orada bir secde eden varsa, Sultan Murad Hanʼın hesâb-ı cârîsine geçiyor.
Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbulʼu fethetti. Fethederken de kendisi ve askeri o heyecan içindeydi. O surlara tırmanırlarken Fâtihʼin askerleri;
“–Bugün şehîd olma sırası bize geldi.” diyorlardı.
Fâtihʼin derdi, ümmet-i Muhammedʼin derdiydi. Oradan tâ kalktı Bosnaʼya gitti on sene sonra. Oranın halkı, prenslerin zulmü içindeydi. Bütün Boşnaklar kâmilen müslüman oldu. Yine oraya Anadoluʼnun temiz halkını yerleştirdi.
Yaşlılık zamanı İşkodraʼya gitti, Arnavutlukʼa. Oraya üç sefer etti. Dert neydi? İnsanları hidâyete kavuşturabilmek. İnsanları yanlışlıktan kurtarabilmek. İnsanları zulümden kurtarabilmek. Emr biʼl-mâruf ve nehy aniʼl-münkerʼde bulunabilmek.
Cenâb-ı Hak cümlemizden râzı olur -inşâallah-. Cenâb-ı Hak -inşâallah- mübârek bir Ramazân-ı Şerîf ihyâ etmeyi nasîb eylesin. -İnşâallah- son nefesimizin de bir bayram sabahı olmasını lûtfuyla, keremiyle ikrâm eylesin -inşâallah-.
Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!..
YORUMLAR