Efendimizin Zühd Hayatı

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dünyanın geçici, âhiretin ise esas hayat olduğunu en zirve seviyede idrâk etmiş hâldeydi. O, gerek Mescid-i Nebevî’nin inşâsı, hendek kazılması ve harp gibi meşakkatli ve sıkıntılı zamanlarda, gerekse Mekke’nin fethi ve hacc-ı ekber gibi mes’ut zamanlarda, hep aynı cümleyle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiştir: “Allâh’ım! Gerçek hayat ancak âhiret hayatıdır.”[1]

Yani O, her zaman ve her durumda dünyanın zevk u safâsından uzak durmuş, dâimâ âhiret hayatını îmâr etme gayreti içinde olmuştur.

Ebû Zer -radıyallâhu anh- şunları nakleder:

“Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunuyordum. Elimden tuttu ve:

«–Ey Ebû Zer! Uhud Dağı benim için altın ve gümüş olsa hepsini Allah yolunda infâk ederim, öldüğüm gün ondan bir kırat[2] bile kalmasını istemem.» buyurdu. Ben:

«–Yâ Rasûlâllah! Bir kırat mı yoksa bir kantar mı bırakmazdın?» diye sordum.

«–Ey Ebû Zer! Ben aza indiriyorum, sen çoğa kaçıyorsun. Ben âhireti istiyorum, sen dünyayı soruyorsun! Bir kırat bırakmazdım, bir kırat, bir kırat!» diyerek üç defa tekrarladı.” (Heysemî, X, 239)

MEVTALAR İÇİN İSTİĞFAR ETMEKLE EMROLUNDUM

Ebû Muveyhibe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bana:

«Bakî Kabristanı’ndaki mevtâlar için istiğfâr etmekle emrolundum. Haydi benimle gel!» buyurdu.

Ben de gecenin ortasında O’nunla gittim. Kabristanda yatanların başında durdu ve şöyle buyurdu:

«es-Selâmu aleyküm ey kabir ehli! İnsanların içinde bulunduğu durumdansa kendi içinde bulunduğunuz durum sizi daha çok sevindirsin! Karanlık gece parçaları gibi fitneler geliyor. Bunların sonra geleni öncekini takip eder (biri bitince diğeri başlar). Sonraki fitneler, ilk fitnelerden daha ağır ve sert olur.»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha sonra bana yönelip:

«Ebû Muveyhibe! Şüphe yok ki bana dünya hazinelerinin anahtarları ile dünyada ebedî kalma, sonra da cennete girme imkânı verildi. Ben, bunlar ile Rabbime kavuşma arasında muhayyer bırakıldım.» buyurdular.

Ben hemen:

«−Babam-anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Dünya hazinelerinin anahtarları ile orada ebedî kalmayı, sonra da cennete girmeyi tercih etseydiniz!» dedim.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

«Hayır vallâhi ey Ebû Muveyhibe! Ben, Rabbime kavuşmayı tercih ettim.» buyurdular.

Ardından Bakî Kabristanı’ndaki mü’minler için istiğfâr edip geri döndüler. Bundan sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtına sebep olan hastalığı ve ağrıları başladı.” (Dârimî, Mukaddime, 14; Ahmed, III, 489, 488; Hâkim, III, 57/4383)

EFENDİMİZ HEP AHİRETİ TERCİH ETTİ

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hep âhireti tercih ettiği için, gönlünde dünya malının hiç değeri yoktu. O, malı ve mülkü sadece, Allah yolunda infâk edilecek bir âhiret sermâyesi olarak görürdü.

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Peygamber Efendimiz’e Bahreyn’den mal getirilmişti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Onları mescide getirip yığın!» buyurdu. Bu mal, (o zamana kadar) Allah Rasûlü’ne getirilenlerin en çok olanı idi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza geçti ve o mala hiç dönüp bakmadı. Namaz bitince gelip başına oturdu. Her gördüğüne ondan veriyordu… Tek dirhem bile kalmayıncaya kadar hepsini dağıtmadan oradan ayrılmadı.” (Buhârî, Salât 42, Cizye 4, Cihâd 172)

Âhirete kıyasla dünyayı, bir yolcunun konakladığı basit bir gölgelik olarak telâkkî ettikleri için, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hâne-i saâdetleri de, son derece mütevâzı idi. Odasında hemen hiç eşyâ yoktu. Bir hasır üzerinde istirahat ederdi.

Nitekim bir defasında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vücudunda, yattığı hasırın izlerini görünce ağlamış, Efendimiz’in;

“–Niçin ağlıyorsun?” suâline de:

“–Yâ Rasûlâllah! Kisrâ ile Kayser’in ne şekilde yaşadığı mâlûm! Hâlbuki siz Allâh’ın Rasûlü’sünüz!” demiş, bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Dünyanın onların, âhiretin de senin olmasına râzı değil misin?” buyurmuşlardır. (Müslim, Talâk, 31)

Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ, cenneti tasvir eden şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurmuştur:

“Nereye baksan orada her türlü nîmet, (servet, ihtişam) ve büyük bir saltanat görürsün.” (el-İnsân, 20) (Süyûtî, Lübâbu’n-Nuk¯ul, Beyrut 1426, s. 252)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hânelerinin hacmi de çok küçüktü. Nitekim Ümmü Seleme vâlidemizin câriyesinin oğlu olduğu için, çocukluğunu Allah Rasûlü’nün hâne-i saâdetlerinde geçiren Hasan-ı Basrî Hazretleri, çocukken Peygamber Efendimiz’in odalarının tavanına elini dokundurabildiğini ifâde etmektedir.[3]

ALLAH RASULÜ HAYATTA NE İLE İKTİFA ETTİ?

Tâbiînin büyük imamlarından Saîd bin Müseyyeb (r.a.) de şöyle demiştir:

“Vallâhi bu odaların yıkılmayıp aynen bırakılmasını ne kadar arzu ederdim! Böylece yeni yetişen nesil ve buraları ziyarete gelen insanlar, Allah Rasûlü’nün hayatta ne ile iktifâ ettiğini görürler de, mal çoğaltmaya ve onunla övünmeye rağbet etmezlerdi.” (İbn-i Sa‘d, I, 499-500)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kullandığı eşyâlar ve giydiği elbiseler de kifâyet miktârıncaydı. Zira O, ihtiyacından fazla bir şeyi yanında bulundurmaz, hemen tasadduk ederdi.

Kayle bint-i Mahreme -radıyallâhu anhâ- şöyle der:

“Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördüğümde O, zâferan ile boyanmış ve rengini atıp solmaya yüz tutmuş, çarşafa benzeyen iki parçadan müteşekkil bir kıyafet giymekteydi.” (Tirmizî, Edeb, 50)

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemizin ifâdesine göre, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtı esnâsında üzerinde, biri yamalı, diğeri de oldukça sert iki parçadan meydana gelen bir elbise bulunmaktaydı. (Müslim, Libâs, 35; Tirmizî, Libâs, 10)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yeme-içme hususunda da gâyet zâhidâne bir hayat yaşardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, kız kardeşinin oğlu Urve’ye:

“–Biz bir hilâli, sonra diğerini, sonra bir başkasını, yani iki ayda üç hilâli görürdük de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in evlerinde (yemek pişirmek için) hiç ateş yakılmazdı.” demişti. O da:

“–Teyzeciğim! O hâlde geçiminiz ne idi?” diye sordu. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–İki siyah, yani hurma ve su. Ancak şu var ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Ensâr’dan sağmal hayvanları bulunan komşuları vardı. Onlar zaman zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bu hayvanların sütlerinden gönderirlerdi; O da bize içirirdi.” dedi. (Buhârî, Hibe 1, Rikāk 17; Müslim, Zühd 28)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ehl-i Beyt’ine de zühd hayatı yaşatmıştır. Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolculuğa çıkacağında, âilesinden en son, kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’ya vedâ ederdi. Döndüğünde ise yanına ilk uğradığı kimse yine Fâtıma olurdu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yine bir yolculuktan dönmüştü. Fâtıma -radıyallâhu anhâ- da kapısının üzerine bir perde asmış, ayrıca evlâtları Hasan ile Hüseyin’e gümüşten iki bilezik takmıştı. Peygamber Efendimiz kızı Fâtıma’nın evine gelmiş, ancak eve girmemişti. Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eve girmeyişine, gördüğü şeylerin sebep olduğunu anladı. Derhâl (süslü) perdeyi kaldırdı, çocukların kolundaki gümüş bilezikleri çıkardı… Hazret-i Hasan ile Hüseyin -radıyallâhu anhumâ- ağlayarak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gittiler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onların bileziklerini bana verdi ve:

“–Ey Sevbân! Bu bilezikleri falan âileye götür. Şüphesiz bunlar benim Ehl-i Beyt’imdendir. Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşedeceği güzellikleri dünya hayatında yiyip tüketmelerini istemiyorum. Ey Sevbân! Fâtıma’ya kemikten yapılmış bir gerdanlık, (torunlarıma da) yine kemikten yapılmış iki bilezik satın al!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tereccül, 21/4213)

İşte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, evlâdını böylesine mütevâzı bir yaşantı içinde yetiştirmişti. Zira o Fâtıma vâlidemiz ki, Ehl-i Beyt’e, Altın Silsilelere, yani Abdülkâdir Geylânîlere, Şâh-ı Nakşibendlere, Ahmed er-Rufâîlere ve daha nice evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne “ana” olacak ve ümmetin hanımlarına da nezih hayatıyla örnek teşkil edecekti.


[1] Bkz. Buhârî, Cihâd 33, 110, Menâkıbu’l-Ensâr 9, Megâzî 29, Rikāk 1; Müslim, Cihâd 126, 129; Tirmizî, Menâkıb 55; İbn-i Mâce, Mesâcid 3; Vâkıdî, II, 824.

[2] Kırat: Beş adet orta arpa ağırlığında bir ağırlık ölçüsü. Yaklaşık 0.2125 grama tekâbül eder.

[3] İbn-i Sa‘d, VII, 161; Süheylî, I, 248.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.