Ehlullâh’ın Kur’ân’ı Yaşaması
Hak Dostları Kuran'ı nasıl okur, anlar ve yaşarlardı? Ehlullâh’ın Kuran'ı sahiplenişi, idraki, hayatına tatbik edişine örnek hadislereler...
Bazı insanlar Allah ve Rasûlü’ne itaat husûsunda daha hassas davranarak Allah’a yaklaşmış ve onun sevgili kulu olmuşlardır. Onların en mühim vasfı Allah’ın kitabındaki emir ve yasaklara titiz bir şekilde uymaktır. Bu insanlardan biri olan Fudayl bin Iyâz (r.a) bir defasında:
“Kur’ân kendisiyle amel edilsin diye indirildi. İnsanlar ise onun sadece okunmasını amel edindiler!” demişti. Bunun üzerine kendisine:
“–Kur’ân ile nasıl amel edilir?” diye soruldu. Hazret şu cevâbı verdi:
“–Helâl kıldığı şeyleri helâl, haram kıldığı şeyleri haram kabul edip onları hayata tatbik etmek, emirlerine tâbî olmak, yasaklarından kaçınmak ve hayranlık verici ifâdeleri üzerinde tefekküre dalmakla olur.”[1]
ALLAH DOSTLARININ KUR’ÂN’I YAŞAMALARINA DÂİR BİRKAÇ MİSAL
Allah dostu dediğimiz bu insanların Kur’ân’ı yaşamalarına dâir birkaç misal verelim: Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. O, ibrikten su döküyor, Hazret de leğende ellerini yıkıyordu. Birden su elbisesine sıçradı. Câfer-i Sâdık (r.a) köleye biraz kızarak baktı. Bunun üzerine köle:
“–Efendim, Kur’ân-ı Kerîm’de «Öfkelerini yutanlar»[2] Allah’ın mağfireti ve cennetle müjdeleniyor” dedi. O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Öfkemi yuttum!” dedi. Köle âyetin devâmını okudu:
“– İnsanları affedenler.”
Câfer Hazretleri:
“–Haydi, seni affettim” dedi. Köle yine âyetin devamını okudu:
“–Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!”
Bunun üzerine Câfer-i Sâdık (r.a):
“–Haydi, git, sen Allah Teâlâ’nın rızâsı için artık hürsün! Şu bin dinar para da senin!” buyurdu.[3]
Yine Câfer-i Sâdık (r.a) şöyle buyurmuştur: “Kendisinde hoşlanacağı bir şey gördüğünde «مَا شَٓاءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ» demeyen kişiye şaşarım. Zira Cenâb-ı Hak; «Bağına girdiğinde “Allah’ın dilediği olur, kuvvet yalnızca Allah’a âittir.” deseydin ya!..»[4] buyuruyor.”[5]
“Bir gam ve kedere müptelâ olup da;
«...Yâ Rabbî Sen’den başka ilâh yoktur, seni tenzîh ederim. Şüphe yok ki ben zâlimlerden oldum!»[6] demeyen kişiye şaşarım!”[7]
“Bir topluluktan korkup da; «demeyen kişiye şaşarım! Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
«Bir kısım insanlar, mü’minlere: “Düşmanlarınız, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!” dediklerinde bu, onların îmanlarını bir kat daha artırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!” dediler.» (Âl-i İmrân 3/173)”[8]
Bâyezîd-i Bistâmî (r.a) küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlamıştı. “Ey örtünüp bürünen! Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl!”[9] âyet-i kerîmesine gelince babasına:
“–Babacığım, Cenâb-ı Hak burada kime hitâb ediyor?” diye sordu. O da:
“–Yavrucuğum, Cenâb-ı Hak burada Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i kastediyor. Rabbimiz daha sonra bu hükmü hafifletti.” dedi.
Bâyezîd okumaya devam edince; “(Rasûlüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, yarısını ve üçte birini ayakta ibadetle geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor…”[10] âyet-i kerîmesine geldi:
“–Babacığım, ben gece ibadete kalkan bir grup insandan bahsedildiğini işitiyorum!” dedi. Babası:
“–Evet, yavrum, onlar Rasûlullah (s.a.v)’in ashâbıdır” dedi. Bunun üzerine Bâyezîd (r.a):
“–Babacığım, Rasûlullah (s.a.v) ve ashâbının yaptığı bir şeyi terk etmekte ne hayır olabilir ki?!” dedi.
O günden sonra babası gecelerini ibadetle geçirmeye başladı. Bir gece Bâyezîd (r.a) uyandı ve:
“–Babacığım, bana da namazı tâlim et ki seninle birlikte namaz kılayım!” dedi. Babası:
“–Uyu, sen daha küçüksün!” dedi. Bu anlayışı doğru bulmayan akıllı Bâyezîd (r.a), şu hakikati hatırlatarak babasını iknâ etmeye çalıştı:
“–Babacığım, kıyâmet günü insanlar amellerini görmek için mezarlarından fırlayıp bölük bölük huzûr-i ilâhîye vardıkları zaman,[11] Rabbim bana;
«–Dünya hayatında ne amel işledin ey kulum?» diye sorduğunda ben de:
«–Ey Rabbim! Babama; “Bana namazı öğret, seninle birlikte namaz kılayım!” dedim, o ise bana “Uyu, sen daha küçüksün!” dedi» diyeceğim.”
Bunun üzerine babası:
“–Hayır, vallahi böyle söylemeni istemem!” dedi ve oğluna namazı tâlim etti. Bundan sonra Bâyezîd (r.a) de çocuk yaşında geceleri hep kalkar ve teheccüd namazı kılardı.[12]
Annesi Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerini mektebe göndermişti. Ders işlerken “...Bana ve ana-babana şükret!..”[13] âyet-i kerîmesine geldiklerinde, Bâyezîd (r.a) hocasından bu âyetin îzâhını istedi. Yapılan tefsîr onu derinden sarstı. Kalemi-defteri bıraktı, izin alıp koşa koşa eve geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hem ağlıyor, hem de:
“–Ne olur anneciğim!” diye yalvarıyordu. Annesi bu duruma şaşırdı:
“–Ne oldu yavrum?” diye sordu. Bâyezîd (r.a) şöyle dedi:
“–Bir şey olmadı anneciğim! Bugün bir âyet-i kerîme dinledim. Allah Teâlâ bu âyette hem kendisine hem de sana hizmet etmemi istiyor. Çok müteessir oldum! Ben iki evde nasıl hizmetçilik yapayım? Buna benim gücüm yeter mi? Ya hizmette kusur edersem! Anneciğim, Cenâb-ı Hakk’a duâ et, bütün zamanımı sana hizmete vereyim ya da beni Yüce Rabbime bağışla, hep O’na ibadet edeyim!”
Oğlunun bu hâline çok sevinen annesi:
“–Evlâdım, dâimâ hizmetinde bulunman için seni Allah’a adadım ve kendi hakkımı helâl ettim” dedi.[14]
Bâyezid-i Bistâmî hazretleri tabiî ki hem ibadet edecek hem de anne-babasının hizmetini görecekti. Ancak bu esnâda vâlideynine karşı vâkî olacak kusurlarını peşinen affettirerek kendisini rahatlatıyordu.
Şâh-ı Nakşibend (r.a) Buhâralı âlimlere:
“–Ey ulemâ-yı kirâm topluluğu! Şerîat yolunda biz size bağlıyız ve sizin peşinizden gideriz. Sizler Fahr-i Âlem (s.a.v) Efendimiz’den ne nakleder ve beyan buyurursanız, biz ona tâbî oluruz. Eğer bizim yolumuzda Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine muhâlif bir şey varsa bize gösterin, onu terk edelim. “...Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorunuz!”[15] âyet-i kerîmesi mûcibince bizi îkâz edin, hidâyet yolunda mıyız, yoksa değil miyiz haber verin!” demişti. Âlimlerin tamamı:
“–Biz sizin yolunuzu etraflıca araştırdık. Sünnet-i Seniyye’ye uymayan bir şey yoktur” diye cevap verdiler.[16]
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Hâcegân yolunda halvet der-encümen (halk içinde Hak ile olmak) esastır. Bu yüce tâife, yollarını bu esas üzerine binâ etmişlerdir. Bu kâide; “Öyle erler vardır ki onları ne ticaret ne de alışveriş Allah’ın zikrinden alıkoyabilir…”[17] âyetinin saâdet dolu mânâsından çıkarılmıştır.”[18]
İmâm-ı Rabbânî (r.a):
“Teheccüd namazını çok kıymetli tut! Şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd’dan nasîb almak isteyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar!” buyurur sonra da şu âyet-i kerîmeyi okurdu:
“Gecenin bir kısmında, sadece sana mahsus bir fazlalık olmak üzere teheccüde kalk, (Kur’ân, namaz ve zikirle meşgul ol)! Umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a eriştirir.” (el-İsrâ 17/79)[19]
O büyük insanlar, arzettiğimiz misallerde görüldüğü üzere Kur’ân’ı ve onun tefsiri olan sünneti hassas bir şekilde yaşadıkları için Allah’ın sâlih kulu olmuşlardı.
KUR’ÂN’IN TERKEDİLMESİNDEN MAKSAT NEDİR?
Kur’ân istikâmetinde bir hayat yaşamak, her mü’minin vazifesidir. Aksi hâlde âhirette Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in şefâatini beklerken onun Rabbine ümmetini şikâyet ettiğini görürüz ki bu da ne büyük bir hüsrândır. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Rasûl der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk etti.” (el-Furkân 25/30)
Müfessirlerin beyanına göre Kur’ân’ın terkedilmesinden maksat şunlardır:
- Kur’ân okurken gürültü yapmak, onu dinlememek,
- Kur’ân ilimlerini öğrenmeyi, onu ezberlemeyi ve muhafaza etmeyi terk etmek,
- Kur’ân’a iman etmeyi ve onu tasdik etmeyi terk etmek,
- Kur’ân’ı tedebbür ve tefekkür etmeyi, manalarını anlamayı terk etmek,
- Kur’ân’la amel etmeyi, emirlerine ve nehiylerine uymayı terk etmek,
- Kur’ân’ı bırakıp şiir, şarkı, türkü, eğlence gibi şeylere, başkalarına ait sözlere ve başkalarının yollarına yönelmek.[20]
İşte âhirette bu büyük şikâyetle karşı karşıya kalmamak için Kur’ân-ı Kerîm’i mahrecine, tecvîdine riâyetle bol bol tilâvet etmeye, mânâlarını anlayıp üzerinde tefekkür etmeye ve hükümlerini büyük bir heyecanla yaşamaya gayret etmeliyiz.
Dipnotlar:
[1] Hâtîb el-Bağdâdî, İktizâü’l-ilmi’l-amele, s. 76.
[2] Âl-i İmrân 3/134.
[3] İbnü’l-Cevzî, Bahru’d-Dümû’, Dâru’l-Fecr li’t-Türâs, 1425, s. 142.
[4] el-Kehf 18/39.
[5] Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, Dımeşk, 1417, s. 134.
[6] el-Enbiyâ 21/87.
[7] Hânî, el-Hadâik, s. 135.
[8] Hânî, el-Hadâik, s. 134.
[9] el-Müzzemmil 73/1-2.
[10] el-Müzzemmil 73/20.
[11] Bkz. ez-Zilzâl 99/6.
[12] Şemseddin es-Sefîrî, el-Mecâlisü’l-va‘zıyye, Beyrut, 2004, 2: 293.
[13] Lokmân 31/14.
[14] Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, trc. Süleyman Uludağ (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2007), s. 172.
[15] el-Enbiyâ 21/7.
[16] Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn ve Uddetü’s-Sâlikîn, İstanbul: İz Yayıncılık, 2003, s. 278-279.
[17] en-Nûr 24/37.
[18] Mevlânâ Ali bin Hüseyin es-Safî, Reşahât, sad. Mustafa Özsaray, İstanbul 2010, s. 621-622.
[19] Muhammed Hâşim Kişmî, Berekât (İmam-ı Rabbânî ve Yolundakiler), trc. A. Fârûk Meyân, İstanbul 1980/1400, s. 291.
[20] İbn Kesîr, 6: 108.