Emr-i Bi'l Ma'rûf ve Nehy-i Anil Münkerin Fazileti
Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münkerin fazileti nedir? Sahabe efendilerimiz ömürlerinin sonuna kadar hiç bir bırakmadığı amel olan emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker yerine getirenlerin mükafatı nedir? İşte cevabı...
Hayatta olan bizlere her gün kaç misafir geliyor, bir de Hazret-i Hâlid bin Zeyd -radıyallâhu anh- Hazretleri’ne her gün kaç misafir geliyor? Her gün binlerce insan, huzur arayışı içinde Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyarete gider, orada mâneviyâtını tazeler. Bu güzel hâl de; emr-i bi’l-mârûfa koşarak Cenâb-ı Hak ile beraber olanların, hiç kesilmeyen mükâfatlarından biridir.
Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e misafirperverlik şerefine erdi. O’nunla gazvelerde bulundu. Ensar kardeşleri gibi o da; canını ve malını Allah Rasûlü için bezletti, cömertçe infâk etti. Bütün bu hizmetlerini kâfî görmeyerek iki kez de İstanbul’u fethetmek için düzenlenen seferlere katıldı. Bunlardan birinde, canını fedâ hâlinde düşman saflarına dalan bir Medineli mücâhid hakkında;
“–Şu gencin yaptığı doğru mu? Allah Teâlâ, kendi kendinizi tehlikeye atmayın buyurmuyor mu?” diye konuştuklarını işitti. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri derhâl müdahale etti:
“–Âyete yanlış mânâ vermeyin. O âyet-i kerîme bizim hakkımızda nâzil oldu. Ensardan bazı kimseler Mekke’nin fethinden sonra;
«Hicretten beri bizim yaptıklarımız kâfî... Artık bağ ve bahçelerimize dönebiliriz. Bundan sonra gereken fedâkârlıkları başkaları yapsın...» diye düşünmeye başladılar. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
«Allah yolunda (mallarınızı ve canlarınızı) infâk edin. (Dünyaya ve nefsânî arzularınıza dalmayın. Mal ve can endişesine kapılıp da sakın) kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsanda bulunun! Çünkü Allah ihsan sahiplerini sever.»” (el-Bakara, 195)
Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin hâli bize ne güzel bir misaldir. Zira o, nâil olduğu onca hizmeti kâfî görmemiş ve Peygamberimiz’in;
لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ
“İstanbul elbette fetholunacaktır...” (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300) müjdesine nâil olabilmek için; seksen küsur yaşında, İstanbul seferine katılmıştır. Bu seferde vefât edeceği sırada;
“‒Beni, ayaklarınızın ulaşabildiği son noktaya gömün! Tâ ki bizden sonra gelecek olan İslâm askerleri daha öteye geçsin!” diye vasiyette bulunarak, vefâtıyla ve kabriyle dahî tebliğde bulunmayı arzu etmiştir.
Bu arzusunda muvaffak olmuş, 8 asır sonra İstanbul fethedilirken, Akşemseddin Hazretleri tarafından Ebû Eyyûb Hazretleri’nin kabri keşfen bulunmuş ve fethin başarılmasında büyük bir moral ve mâneviyat kaynağı olmuştur. O günden beri, Eyüp Sultan makamı, İstanbul’un mâneviyat merkezidir.
Cenâb-ı Hak; sevdiği kulları, herkese sevdirir. (Bkz. Meryem, 96)
Bir tefekkür edelim;
Hayatta olan bizlere her gün kaç misafir geliyor, bir de Hazret-i Hâlid bin Zeyd -radıyallâhu anh- Hazretleri’ne her gün kaç misafir geliyor?
Her gün binlerce insan, huzur arayışı içinde Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyarete gider, orada mâneviyâtını tazeler.
Bu güzel hâl de; emr-i bi’l-mârûfa koşarak Cenâb-ı Hak ile beraber olanların, hiç kesilmeyen mükâfatlarından biridir.
Tebliğ heyecanında bize müstesnâ bir örnek de, Abdullah İbn-i Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh-’tır. Âmâ olan bu sahâbîyi Peygamber Efendimiz, seferlere götürmez, geride kalan yaşlı, çocuk ve kadınlara namaz kıldırması için Medine’de bırakırdı.
Abdullah İbn-i Ümmü Mektûm -radıyallâhu anh-; âmâ olmasına rağmen, tebliğ ve cihad fazîletinden mahrum kalmamak için, Kādisiye harplerine katılmak için müracaat etti ve sancağın kendisine verilmesini istedi. Gözleri görmez hâliyle nasıl hizmet edeceğini soranlara ise, şu güzel cevabı verdi:
“–Benim bu hâlimle de size büyük bir faydam dokunabilir. Çünkü ben âmâ olduğum için, düşman kılıçlarını göremem; bu yüzden de cesaretim kırılmadan en önde sancağı taşırım. Benim korkusuzca düşman üstüne yürüdüğümü gören müslümanların da cesaret, kahramanlık ve heyecanı artar.”
Bir rivâyete göre; Hazret-i Abdullah, iştirâk ettiği bu harpte şehîd olmuştur.
Tebliğ ve cihâd aşkına bir başka misal Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’tır.
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-; İslâm orduları kumandanı idi, büyük fetihler gerçekleştirdiği hâlde son nefeslerini hasta yatağında vermekteydi. Şehîd olamamanın hüznüyle yanındaki dostlarına mahzun bir şekilde şöyle diyordu:
“–Beni en çok üzen, hayatı hep at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları arasında geçmiş bu cengâverin âcizler gibi yatakta can vermesidir.
Âh Hâlid! Şehîd olamayan Hâlid! Vücudumda bir karış yer yoktur ki ya kılıç yarası veya bir mızrak yarası olmasın. Ömrü boyunca dîn-i İslâm’ı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak?”
Sonra;
“–Vasiyetimi bildiriyorum: Beni ayağa kaldırın!” deyince, ayağa kaldırdılar;
“–Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım, artık beni taşısın.” diyerek kılıcına dayandı.
“–Ölümü savaşta imişim gibi ayakta karşılayacağım.
Öldüğüm zaman atımı, muharebelerde tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim. Mezarımı bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır.” buyurdu.
Ve yatağına düşüp kelime-i şahâdet getirerek rûhunu teslim etti. (Sâdık Dânâ, İslâm Kahramanları, 1, s. 89-90)
Bu misallerini verdiğimiz üç muhterem sahâbînin, son nefeste bile tebliğ çırpınışları ne kadar mânidardır.
Onlar şu âyet-i kerîmenin ifade buyurduğu âkıbetten Allâh’a sığınmakta ve mâneviyatta dâimâ bir adım öteye terakkî edebilmenin heyecanı içindeydiler:
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de SADAKA VERSEM ve SÂLİHLERDEN OLSAM!» demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)
Cenâb-ı Hak hisse alabilmeyi nasîb eylesin.
Cenâb-ı Hak, bizleri hidâyetlere vesile eylesin. Hidâyet mahrumlarına İslâm’ın güler yüzünü temâşâ ettirebilen, takvâya muhtaç nesillere irşâda koşan gönüller olabilmeyi cümlemize nasip buyursun.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hidayetlere Vesile Olmak, Yüzakı Yayıncılık