Emri Bil Maruf Nehyi Anil Münker'i Terk Etmenin Sonucu
Emr-i bi’l-mâruf istikametindeki hizmetlerin yegâne hedefi, uhrevî kazançtır. Dünyevî ve nefsânî arzulara kapılıp bu hizmetleri ihmal etmek yahut bu vazifeleri terk etmek, iki cihanda ağır neticeleri mûcip bir vebaldir.
Uhud Harbi’nde, Fahr-i Kâinât Efendimiz; «Ayneyn Tepesi» denilen stratejik bir mevkiye 50 okçu yerleştirmiş ve onlara, asla yerlerini terk etmemelerini tembihlemişti.
Ancak harp başlayıp da müslümanların galip geldiğini ve düşmanları kovaladığını gören okçulardan bazıları;
“–Ganîmet! Ganîmet!” demeye başladılar. Kumandanları Abdullah bin Cübeyr -radıyallâhu anh-’ın îkāzını dinlemeyerek ganîmet toplamaya koştular. Tepede sadece 7 okçu kalmıştı. Bu esnada müşrik ordusunun süvari birliğini idare eden Hâlid bin Velid; bu zaafı fark ederek, atlılarıyla geçide saldırdı ve müslümanları arkadan kuşattı. Kaçan müşrikler de durumun değiştiğinin farkına vararak, savaşa döndüler ve müslümanlar iki ateş arasında kalarak ağır kayıplar verdiler.
Peygamberimiz’in emrine itaat etmemek ve dünya malına meyletmek sebebiyle; mutlak bir zafer, birçok hâneye ateş düşüren büyük bir hezîmete dönüştü.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Siz Allâh’ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan va‘dini yerine getirmiştir. Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamber’in verdiği) emir husûsunda tartışmaya kalktınız ve âsî oldunuz.
- Dünyayı isteyeniniz de vardı,
- Âhireti isteyeniniz de vardı.
Sonra Allah, denemek için sizi onlardan (onları mağlûb etmekten) alıkoydu. Ve and olsun sizi bağışladı. Zaten Allah, mü’minlere karşı çok lütufkârdır.” (Âl-i İmrân, 152)
Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede, okçulardan yerlerini terk edenleri; «Kiminiz dünyayı arzu ediyordu.» diye îkāz ederken, orayı terk etmeyip şehid düşenleri de; «Kiminiz de âhireti arzu ediyordu.» buyurarak medh ü senâ etmiştir.
ÇALIŞMIŞTIR, BOŞUNA!
Uhrevî vazifeleri terk edip, dünyalık peşine düşenleri, yani ihtirâsın ve hasedin kölesi olanları, şu âyet-i kerîme ne kadar ağır bir şekilde îkāz etmektedir:
عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ
“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kimin endişesi (Hakk’a kul olarak) âhiret olursa; Allah, zenginliği onun kalbine koyar, işlerini dağınıklıktan kurtarır ve dünya ona âmâde olarak hizmetkâr olur.
Her kimin endişesi de dünya (ve fânî ihtiraslar) olursa, Allah fakirliği onun gözü önüne koyar, (bu yüzden onun gözü bir türlü doymaz), kendisini derbeder eder ve dünyadan da kendisine ancak takdir edildiği kadar gelir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)
Âyette ve hadiste buyurulan hakikatler, kıyâmete kadar geçerlidir.
Unutmamalı ki;
İslâm’a hizmeti bırakıp da dünyaya meyledenlere, Uhud Harbi müthiş bir derstir.
Sahâbe-i kiram, bu dersi çok iyi aldı. Uhud’dan hemen sonra Peygamberimiz; ashâbını, düşmanı takibe çağırdı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, müşriklerin müslümanları zaaf içinde zannetmemeleri ve tekrar saldırmaya cüret etmemeleri için bu hücumu gerçekleştirmek istiyordu.
Bu esnada;
Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhumâ-, Uhud’da Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medine’ye dönmüşlerdi;
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!.” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Âlemlerin Efendisi’nin yanından ayrılmadılar. (İbn-i Hişâm, III, 53) Birisi ağır, bu iki yaralı sahâbî, Peygamber Efendimiz’in davetinden geride kalmamak için; Hamrâü’l-Esed’e kadar birbirlerine tutuna tutuna gittiler, O’nun davetine icâbet ettiler. Zira buyurulmuştur:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Bu vazife mü’minlerin de en mühim ve en başta gelen vasıflarıdır. Şu âyet-i kerîmeler bunun en güzel şahitleridir:
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۢ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَيُط۪يعُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
“Mü’minlerin erkekleri (kendi aralarında) birbirlerinin velîleridir, mü’mine kadınlar da (yine kendi aralarında birbirlerinin velîleridir); iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Şüphesiz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (et-Tevbe, 71)
اَلتَّٓائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّٓائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْاٰمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ
“O tevbekârlar, ibâdet edenler, hamd edenler, dünyada yolcu gibi yaşayanlar, rükûya varanlar, secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten alıkoyanlar, Allâh’ın sınırlarını gözetenler; müjdele o mü’minleri!” (et-Tevbe, 112)
Tebliğ ve emr-i bi’l-mâruf vazifeleri, ecdâdımızın şiârı olan, i‘lâ-yı kelimetullah ve nizâm-ı âlem düsturlarının da özüdür. Şu âyet-i kerîme, mü’minlere hâdisâtın akışından mes’ûliyet duymayı ne güzel telkin etmektedir:
“Onlar öyle kimselerdir ki; kendilerine bir yerde hâkimiyet versek, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoymaya çalışırlar. İşlerin sonu Allâh’a varır.” (el-Hac, 41)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hidayetlere Vesile Olmak, Yüzakı Yayıncılık