En Güzel Nasihat
Tefekkür-i mevt ne demek? İnsana verilecek en güzel nasihat nedir? Yerin insana 10 öğüdü ve insanın kıyameti: Ölüm.
İnsan, hayatın akışı içinde yaşama sevinci ile ölümden ürperiş gibi iki müthiş zıtlığın içinde çalkalanır durur. Dâimî bir akış hâlinde olan hayât ve ölümün hakîkî manâları idrâk edilmeden, yaratılış sır ve hikmeti ile insanın gerçek mâhiyeti de kavranamaz.
İstisnâsız her hayat seyyâhının başına gelecek olan ölüm, idrâk sahibi olan bütün varlıkların çözmeye mecbur bulunduğu bir muammâdır.
Mülk sûresinin 2. âyetinde:
“O ki, hanginizin (ihsan duygusu içinde) daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölüm ve hayâtı yaratmıştır.” buyrulur.
Enbiyâ sûresinin 35. âyetinde de:
“Her canlı ölümü tadar. Bir imtihân olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak Biz’e döndürüleceksiniz...” buyrulmaktadır.
Dünyâ, ilâhî bir îman dershânesi, ölüm ise, zarûrî bir intikal kanunudur. Hazret-i Mevlânâ:
“Dirilmek için ölünüz!” buyurur.
Kalbin dirilişi, ancak nefsâniyetten vazgeçebilmekle mümkündür. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyurur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
TEFEKKÜR-İ MEVT NEDİR?
Tefekkür-i mevt, ölüm gelmeden önce ölümü hatırlamaktır. Böylece nefsâniyetten uzaklaşarak, irâdî bir şekilde Rabbin huzûruna hazırlanmaktır. Bu, îmâna dayanan bir tefekkür ve şuurdur.
İnsanın, bitmek-tükenmek bilmeyen dünyevî emelleri, fânî ümit ve tesellîleri, kabir toprağına düşen ne müthiş bir yaprak dökümüdür.
Kabristanlar, fânî hayatlarını tüketen ana-baba, çoluk-çocuk, sevgili, hısım, akraba, dost ve arkadaş adresleri ile doludur. Dünyâ hayâtı ister sarayda isterse samanlıkta yaşansın, bütün yolların ve kıvrımların mecbûrî çıkış noktası kabirdir. Ondan kaçıp kurtulacak ne bir zaman, ne de bir mekân vardır.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“De ki, doğrusu kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm, sizi mutlaka yakalayacaktır. Sonra gizliyi de âşikârı da bilen (Allâh’a) döndürüleceksiniz. O size neler yaptığınızı tek tek haber verecektir.” (el-Cum’a, 8)
Ölüm sessizliğine bürünmüş her mezar taşı, lisân-ı hâl ile konuşan ateşli bir nasihatçidir. Kabristanların şehir içlerinde, yol kenarlarında ve câmî avlularında tesis edilmiş olması, bir nevî fiilî tefekkür-i mevt yâni ölümü düşünüp dünyâyı ona göre tanzim etmek içindir. Ölümün ürkütücü ağırlığını kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz! Ölüm karşısında bütün iktidarlar sona erer ve erir.
Dünyâ, aldatıcı bir serap, âhiret ise ölümsüz bir hayattır. Umûmiyetle insan, hayatın binbir cilve ve tezâhürleri içinde aynadaki yalanların esîridir. Her an bu yalanlar ile vefâsızlığını devam ettiren şu dünyâ, bir aldanış mekânı değil de nedir?
İnsan ibret almaz mı ki, her fânî varlığın tâzelik ve zindeliği zaman değirmeninde dâimî bir sûrette öğütülmektedir! Âhiret gerçeğinden habersiz yaşanan bir hayat ile nefsânî arzuları tahrik eden dünyevî iltifatlara ve fânî oyuncaklara dalıp gitmek, büyük ve sonsuz istikbal karşısında ne korkunç bir aldanıştır!.. Gâfilâne bir hayat; çocuklukta oyun, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret ve binbir türlü çırpınış ve nedâmetten ibârettir.
İNSANIN KIYAMETİ
Ölüm, kişinin husûsî kıyâmetidir. Kıyâmetimizden evvel uyanalım ki, nedâmete uğrayanlardan olmayalım. Zîrâ her fânînin meçhûl bir zaman ve mekânda Azrâil’le karşılaşacağı muhakkaktır. Ölümden kaçılacak hiçbir mekân yoktur. O hâlde insan, vakit kaybetmeden “Allâh’a koşun...” (ez-Zâriyât, 50) hitâbından nasîb alarak, rahmet-i ilâhiyyeyi yegâne sığınak ve barınak kabul etmelidir.
Ölümün en net tefekkürü, ölenlerin mor dudaklarında düğümlenen çözülmez sükûtun sırrında gizlidir.
Ölümün öğüt vermekteki belâgati karşısında dünyâdan gelen cevaplar, ancak gözyaşları ve kuru hıçkırıklardır.
Ne tuhaftır ki insan, birkaç gün misafir olarak bulunduğu bu dünyada kendini aldatır. Hergün cenâze sahnelerini seyrettiği hâlde, ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybedilmesi her an muhtemel olan fânî emânetlerin dâimî sâhibi sanır. Hâlbuki insan, rûhuna cesed giydirilerek bir kapıdan dünyaya dâhil edildiğinde, artık bir ölüm yolcusu demektir. O yolun bir hazırlık mekânına girmiş olduğu hâlde bu hakîkatten ekseriyâ gâfil yaşar. Bir gün gelir, ruh cesedden soyundurulur. Âhiret kapısı olan kabirde, diğer bir büyük yolculuğa uğurlanır.
EN GÜZEL NASİHAT
Zaman şeridinden düşen her ânın, bizi hakîkat sabahına yaklaştırmasını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:
“Kime uzun bir ömür verirsek, Biz onun yaratılışını (güç ve kuvvetini alarak) tersine çeviririz. Hiç (bu manzarayı) düşünmüyorlar mı? (Bu ibretli yolculuğu idrâk etmiyorlar mı?)” (Yâsîn, 68)
Âyet-i kerîmede, insana en güzel şekilde nasîhat edilmektedir. Dünyanın fârik vasfı, vefâsızlıktır. Verdiğini geriye çabuk alır. Bir gün yükseltir, ertesi gün kuyunun dibine indirir. Gölge gibidir. Onu yakalamak istersen dâimâ kaçar. Sen kaçarsan da peşini bırakmaz. Arkasında koşulan şeylere bugün-yarın nâil olayım derken, bir de bakarsın ki ömür bitivermiş. Dünyaya gönül verilirse o, huysuz bir acûze olur. Zaman zaman insanı yere çarpar. Vesvese ve dırdırının ardı arkası kesilmez. Tavır ve hareketleri vefâsızdır. Kendisine bağlananları çok çabuk fedâ eder.
Düşünmelidir ki, ne dünyâda ölümden kaçacak bir zaman ve mekân, ne kabirde tekrar geriye dönecek bir imkân, ne de kıyâmetin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır...
Bir sahâbî Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“Hangi mü’min daha akıllıdır yâ Resûlallâh?” diye sordu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdular:
“Ölümü sıkça hatırlayıp, ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir. İşte gerçek akıllı insanlar onlardır...” (İbn-i Mâce, Zühd, 31)
Yine Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24)
Fudayl bin Iyaz der ki:
“İnsanlara nasîhat için ölüm kâfîdir.”
Ashâb-ı kirâmdan biri vefât etmişti. Arkadaşları, ondan övgüyle bahsettiler ve ibâdetinin çok olduğunu söylediler.
Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sessizce onları dinliyordu. Onlar sözlerini bitirince, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bahsettiğiniz kimse, ölümü çokça anar mıydı?” diye sordu.
Onlar da “hayır” dediler.
“–Peki, nefsinin lüzumsuz ve aşırı isteklerinden çoğu zaman vazgeçebiliyor muydu?”
Ashâb-ı kirâm:
“–Hayır, yâ Resûlallâh!” diye karşılık verdiler.
Bunun üzerine Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Arkadaşınız, bahsettiğiniz kadar değilmiş.” buyurdu. (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, X, 308-9)
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- anlatır:
“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni tuttu ve:
«Dünyada tıpkı bir garip hatta bir yolcu gibi davran! Kendini ölülerden ve kabir ehlinden say.» buyurdu.”
Tâbiînin büyüklerinden Mücâhid bin Cebr -rahmetullâhi aleyh- diyor ki:
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- bu hadîsi naklettikten sonra bana şu nasihatte bulundu:
“Ey Mücâhid! Sabaha çıkınca nefsine akşamdan söz etme! Akşam olunca da nefsine sabahtan bahsetme! Hastalıktan önce sıhhatinden, ölmeden evvel de hayatından istifâde et! Çünkü ey Allâh’ın kulu, sen yarın ne hâlde olacağını (ölü mü, diri mi olacağını) bilmiyorsun!” (Tirmizî, Zühd, 25)
YERİN İNSANA 10 ÖĞÜDÜ
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- der ki:
“Yer, her gün şu on öğüt ile insana seslenir:
Ey Âdemoğlu!
1. Üzerimde gezinip durursun; hâlbuki dönüşün banadır.
2. Üzerimde türlü günah işlersin; hâlbuki içimde azap göreceksin.
3. Üzerimde gülüp eğlenirsin; hâlbuki içimde ağlayacaksın.
4. Üzerimde sevinirsin; hâlbuki içimde üzüleceksin.
5. Üzerimde mal toplayıp durursun; hâlbuki içimde pişman olacaksın.
6. Üzerimde haram yersin; hâlbuki içimde kurtlar seni yiyecek.
7. Üzerimde böbürlenirsin; hâlbuki içimde hor ve hakir olacaksın.
8. Üzerimde neşe ile yürüyorsun; hâlbuki içimde hüzne boğulacaksın.
9. Üzerimde aydınlıkta gezinirsin; hâlbuki içimde karanlıkta kalacaksın.
10. Üzerimde topluluklar içinde dolaşırsın; hâlbuki içime tek başına gireceksin.” (İbn-i Hacer el-Askalânî, Münebbihât, 37)
KUSS BİN SAİDE’NİN HUTBESİ
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, hikmet ve fesâhat ehli Kuss bin Sâide’den bahsederek şöyle buyurmuştur:
“Kuss bin Sâide’yi Ukaz panayırında bir devenin üzerinde insanlara şöyle seslenirken görmüştüm:
«Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, iyice belleyiniz ve ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak da olur. Yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, analarının babalarının yerini tutar. Sonra da hepsi mahvolup gider. Hâdiselerin ardı arkası kesilmez, birbirini tâkib eder. Gökte haber var, yerde ibretli şeyler var. Yeryüzü serilmiş bir döşek, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür; denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnud oldukları için mi orada kalıyorlar; yoksa alıkonulup da uykuya mı dalıyorlar...
Ey İyâd kabilesi! Hani babalarınız ve dedeleriniz? Hani müzeyyen kâşâneler ve taştan hâneler yapan Âd ve Semûd? Hani dünya varlığına mağrur olup da kavmine hitâben “Ben sizin en büyük Rabbinizim” diyen Firavun ve Nemrud?
Bu yer onları değirmeninde öğüttü, toz etti. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri de yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin. Onların yoluna gitmeyin. Herşey fânî, ancak Cenâb-ı Hak bâkîdir.
Ölüm ırmağının girecek yerleri çoktur ama çıkacak yeri yoktur...” [1]
HAYATIN SON PERDESİ
Hayat sahnesinin son perdesi olan ölüm, herkesin kendi âkıbetini haber vereceği bir ayna gibidir. Bir kul, nefs sultasında ve dünyayı gâye edinerek yaşarsa, kabir ona karanlık bir dehliz olarak görülür. Ölümün hatırlanması bile hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek derecede onu muzdarip kılar.
İnsan nefs engelini aşar ve tefekkür-i mevt netîcesinde rûhunda meknûz olan melekiyet istikâmetinde merhaleler kat ederse, ölüm, hayâl ötesi muazzam ve müteâl olan Rabb’e vuslatın mecbûrî bir şartı olarak görülür. Böylece ekseriyetle insanlarda soğuk ürpertilere sebeb olan ölüm, onda bir sevgiliye kavuşma heyecanına dönüşür. Böyle ölümler, tasavvuf yolunun büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin tâbiriyle “Şeb-i Arûs”, yâni düğün gecesidir. Bu öyle bir yoldur ki beşer için en dehşet verici vâkıâ olan ölümü güzelleştirir. “Ölümü güzelleştirmek” içinse nefs engelini aşıp tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, zikir, teveccüh, sabır, murâkabe ve rızâ gibi kalbî hâllerle kemâle ermek zarûrîdir.
Kalbin bu sâfiyete ermesinde tefekkür-i mevtin başka hiçbir şeyle mukâyese edilemeyecek mühim bir tesiri vardır. Bu hususta Rebî bin Hüseyin şöyle der:
“Kalbim, ölümü hatırlama işinden uzaklaşırsa, onun fesâda uğramasından korkarım. Şâyet kendimden öncekilere muhâlefet edecek olmasaydım, ölünceye kadar kabristanda otururdum.” (Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, s. 212)
Kalp, nefsâniyet ve rûhâniyet ihtilâçları arasında ölene dek çalkalanır durur. Ölüm, âhiret yolculuğunun zarûrî bir başlangıcıdır. Bu yolculuğa çıkmadan önce, kalbi mârifetullâh ile ölüme hazırlamak, ölümün endişe ve kaygılarından kurtularak kalbî sıhhat ve selâmeti temin edebilmek, aslâ ihmâl edilmemesi gereken bir keyfiyettir. Böylece, “Ölmeden önce ölünüz.” sırrı tahakkuk eder ve insan -âdetâ- yok edilmiş nefs hâkimiyeti yerine Allâh’a muhabbet ve itaati, kâmil mânâsıyla gerçekleştirmiş olur.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, II, 264; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 234-241; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 418.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları