En Kârlı Ticaret Nedir?
Doğruluk ve dürüstlük en kârlı ticarettir, çünkü bu ticaretle Hakkın şâhidi olunur. Dürüst davranan, içi dışı bir olan ve muamelesinde Allah kendisini görüyormuş gibi hareket eden Hakkın şâhidi olmuştur. Hak kendi şâhidini kimsenin eline bırakmaz ve onun kaybetmesine müsaade etmez.
Tebük Seferi, Kur’an’ımızın “sâatü’l-usra” (güçlük zamanı) şeklinde ifade ettiği bir can ve mal imtihanıydı. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu sefer için bir seferberlik çağrısı yapmış, herkesi elinden geldiği kadar katkı yapmaya davet etmişti. İnsanlar Mescid-i Nebevî’ye akın ediyordu; kimisi elinde avucunda ne varsa onu vermek, kimisi mazeret beyan etmek, kimisi de sadece olanı biteni seyretmek derdindeydi. Seferin şartları ağırdı; yol uzun, hava sıcak ve düşman zorluydu. Bu şartlar altında insan psikolojisinin girift ve muamma taraflarını gözler önüne seren onlarca sahne yaşandı. Bunlardan Ulbe bin Zeyd ile Kâ’b bin Malik’inkiler özellikle ibretliktir ve insan olarak en büyük sermayemizin dürüstlük olduğunu gösteren muhteşem örneklerdir.
TEBÜK SEFERİ ZORLU ŞARTLAR VE FEDAKARLIK
Tebük Seferi’nin zor şartları yüzünden Peygamber Efendimiz sadece bineği olanları orduya kabul etmişti. Ulbe bin Zeyd binek temin edemeyenlerdendi. Hz. Ulbe, sefere katılamadıkları için ağlayan, bu yüzden de Kur’an’ın kendilerine “bekkâin-ağlayanlar” dediği altı sahabe efendimiz ile birlikte Rasûlullah Efendimize gelerek binek istedi. Peygamberimizin bu aziz sahabelerine yardımcı olamayışı âyette şöyle anlatılmaktadır: “Kendilerine binek temin etmen için sana geldiklerinde, ‘size binek bulamıyorum’ dediğin zaman, Allah yolunda harcayacak bir şeye sahip olamadıkları için üzüntüden gözyaşı dökerek geri dönenlere de sorumluluk yoktur.” (Tevbe, 92)
Kâ’b bin Malik binek hazırlamasına rağmen ordu ile birlikte hareket edememiş, sonra yetişirim düşüncesiyle geri kalmıştı. Ancak Hz. Kâ’b, ha bugün, ha yarın derken bir türlü harekete geçemedi. Sonunda Medine’de sadece münafıklar ve maddî imkânı bulunmayanlarla birlikte kalakaldı. Sefer sonrası Allah Rasûlü’nün huzuruna çıktığında elinde dürüstlüğünden başka sermayesi yoktu. Hissiyatını olduğu gibi söyledi: “Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman da gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım.” Rasûlullah Efendimiz Hilâl b. Ümeyye ile Mürâre b. Rebî‘ adlı iki Bedir gazisi ile birlikte ona, haklarında Allah’ın hükmü gelinceye kadar beklemelerini söyledi. Bir müddet sonra da bu sahâbilerin eşleri ile birlikte yaşamaları ve başkaları ile konuşmaları yasaklandı. Tam bu zor süreçte Gassân Meliki, meşhur bir şair olan Kâ‘b’ı haksızlığa uğradığı gerekçesiyle memleketine davet etti. Kâ‘b nefsi galeyana getirecek bu teklif karşısında sarsılmadı ve Allah’ın hakkındaki hükmün beklemeye devam etti. Nihayet elli üç günlük bir tecridin sonunda nâzil olan âyetler onun ve iki arkadaşının affedildiğini bildirdi. (Tevbe, 117-119)
SAHABİ AĞLIYOR VE DUA EDİYOR
Sefere biniti olmadığı için katılamayan Hz. Ulbe ise gözyaşları ile Rasûlullah’ın huzurundan çıktıktan sonra kendi kendine bir karar verdi. Herkesin bir şeyler yaptığı bu zamanda o da bir şeyler yapmalıydı. Ellerini açtı ve şöyle bir niyazda bulundu: “Ya Rabbi cihadı emrettin ve insanları buna teşvik ettin. Bana ise cihada gitmek için bir imkân vermedin. Ama ben de Senin için bir şeyler vermek istiyorum. Ya Rabbi, benim malıma, canıma, şerefime ve namusuma yapılan her türlü zulmü affediyor, bende kimin hakkı varsa bu haklarımı helal ediyor ve Senin yolunda sadaka olarak bağışlıyorum.” Böyle bir niyaz ile gecesini ihya eden Hz. Ulbe gönlü huzur içinde sabah namazı için mescide gitti. Namazın akabinde Sevgili Peygamberimizin cemaate şöyle seslendiğini işitti: “Bu gece haklarını sadaka olarak veren kimdir?” Başta bu sorunun muhatabı olduğunu düşünemedi. Soru tekrar geldi: “Bu gece haklarını sadaka olarak veren kimdir?” O zaman düşündü, acaba kendisi mi kastediliyordu? Şaşırdı, kalkıp kalkmamakta tereddüt etti. Soru üçüncü kez yinelenince çekinerek ayağa kalktı ve gece yaptığı duayı anlattı. Âlemin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı o En Güzel İnsan nur dolu simasıyla ona şu müjdeyi verdi: “Allah sadakanı kabul etti.”
EN GÜZEL SADAKA
Malından veren malının sağladığı rahatlığı feda etmiştir. Canından veren canının tatlılığından geçmiştir. Zamanından veren nefsinin ve bencilliğinin rahatını geriye itmiştir. Peki, şerefinden geçen ya da insanların üzerindeki haklarını bağışlayan Hz. Ulbe neyi fedâ etmiştir? O aziz sahabenin vazgeçtiği, gördüğü haksızlıklar karşılığında kendisine Hak nezdinde verilecek olan imtiyazdır. Hakkı yenmiş, farklı olaylarda mağdur edilmiş, incitilmiş, belki onuru ve şerefi ile oynanmış Hz. Ulbe’de oluşan kırıklık, gariplik ve mazlumluk Hak katında bir gün muhakkak tahsil edeceği alacakları hükmündeydi. Alacaklarından vazgeçmek hesap gününde belki kendisine çok faydası olacak sermayesinden vazgeçmekti. Yarın tahsil etmesi kesin kul haklarının bugünden takipçisi olmadığını ifade ederek, aslında kendisine gadretmiş bütün insanlara çok büyük bir iyilik yapmış oluyordu. Bundan daha iyi sadaka mı olurdu?
Bir tarafta yeşillik ve gölgelik içinde kalıp seferi ihmal eden Hz. Kâ’b, diğer tarafta sefere katkı olsun diye onurunu ve haklarını bağışlayan Hz. Ulbe… Bu iki farklı tavrı Tebük gibi bir imtihan sahnesinde kıyamete kadar örneklik teşkil edecek şekilde buluşturan payda dürüstlüktür. Dürüstlük İslam şahsiyetinin ana çizgisidir. Müslüman korkak olabilir, cimri olabilir; ama yalancı olamaz. Dürüstlük iyiliğin, yalan günahın kapısıdır, bu yüzden mümin her hâl ve karda dürüst olmalıdır. Bu bir nebevî nasihattir: “Size doğruluğu öğütlerim; çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Doğruluğu şiâr edinen kimse Allah katında sıddîk diye yazılır. Yalan söylemekten sizi menederim; çünkü yalan söylemek günaha, günah da cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında kezzâb diye yazılır” (Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103-105).
DÜRÜSTLÜK İLE YAPILAN TİCARET
Hz. Kâ’b’ın dürüstlüğü, hiçbir mazereti olmadığını bilerek, hükmün her şeyi bilen Allah tarafından verilmesine razı olmasıydı. Hatalı davranmıştı, bunun bir bedel doğuracağını görmüştü ve bedeli ödemeye hazırdı. Elli üç günlük yalnızlık ve tecrit ortamında o bedeli öderken yine tek sermayesi olan dürüstlüğü ile ayakta kaldı. Ailesi ve dostları etrafını boşaltmışken dostu olan bir emirin “haksızlığa uğradın, kapımız sana açık” çağrısı ile dürüstlüğü sınandığında tavrını bozmadı. Her şeyi bilen ve gören Allah, onu da görüyor ve biliyordu. Dürüstlüğü ile yaptığı ticaretten kârlı çıktı.
Hz. Ulbe’nin dürüstlüğü, sadece Allah için vermenin bizzat Allah tarafından kabul göreceğinin ispatıydı. Sadaka, sıdk kökünden gelir ve verenin dürüstlüğünün turnusol kâğıdıdır. Sıdk yoksa sadaka olmaz, çünkü sadaka için dışın bir olması ile yerine ulaşır. Bu noktada kimse kimseyi de kandıramaz, çünkü sadakaları bizzat Allah alır. Sadakayı Allah’ın aldığını ve kabul ettiğini bilen behemehâl dürüst olmak durumundadır. “Kork o mahkemenin hükmünden ki hâkimin kendisi şahittir” diyen tam da bu manayı ifade etmiştir. Dürüstlük aslında alışverişi kiminle yaptığının farkında olmaktır.
Din bir alışveriş üzerine bina edilmiştir. Allah canları ve malları satın almış, karşılığında cenneti ve rızasını vaat etmiştir. Aslında canı da malı da yine O vermiştir, ama bahşettiği hürriyet işte böyle bir nimettir; kendi verdiğini kuluna izafe etmekte ve seçimi onun yapmasını istemektedir. Zorluk nerededir? İstenen peşindir, vaat edilen gayba aittir. Risk gayba imanın içindedir. İnsan ki hemen önündekini (âcil) ister, henüz vakti gelmemiş olana (ecl) sırt çevirir, o yüzden hüsrandadır. Ama Allah ile alışveriş yaparak vaat edilene razı olanlar sevinmelidir, çünkü Allah sözünde duranların en vefalısı ve hayırlısıdır. O’nunla alışveriş yapıp da kaybeden olmamıştır.
Sıdk ya da dürüstlük alışverişin gereğini yerine getirmek ve sözünde durmaktır. Söz, Allah’a verdiğimiz sözdür; O bizim Rabbimizdir, biz O’nun kulu olmak için yaşarız. Söz, insanlara ve yaratılmışlara verdiğimiz sözdür; mümin elinden ve dilinden herkesin emin olduğu insandır. Nihayet söz, kendimize karşı verdiğimiz sözdür; kavlimiz, kalbimiz, halimiz ve kalıbımız arasında fark olmamalıdır. Dürüstlük bu manada hakkın teslimidir. Hakkın varlığı vâkıâ ise dürüstlük bu vâkıâya şahitlik ve bu vâkıâyı tasdiktir. Bu ise mahzâ huzurdur: “Sana kuşku, şüphe vereni bırak, kuşku vermeyene sarıl, zira doğruluk kalp huzuru, yalan ise şüphedir.” (Tirmizî, Kıyâmet 61)
DOĞRULUK VE DÜRÜSTLÜK EN KÂRLI TİCARETTİR
Doğruluk ve dürüstlük en kârlı ticarettir, çünkü bu ticaretle Hakkın şâhidi olunur. Dürüst davranan, içi dışı bir olan ve muamelesinde Allah kendisini görüyormuş gibi hareket eden Hakkın şâhidi olmuştur. Hak kendi şâhidini kimsenin eline bırakmaz ve onun kaybetmesine müsaade etmez. Dürüst kimse, muamelesini Hak nezaretinde yaptığı, doğru söyleyip, doğruyu muhafaza ettiği için hep muvaffak olur: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzab, 70-71).
Dürüstlük dinin özüdür. Rasûlullah Efendimiz, “Bana Müslümanlığı öyle tarif et ki, onu artık bir başkasına sorma ihtiyacını duymayayım” diye soran bir sahabesine: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol” buyurmuştu. Dürüstlük istikametle irtibatlandırılan bir azim ve irade işidir. Dürüst olmak zordur ama esas zor olan dürüst kalmaktır. Dürüst kalmanın en önemli şartı ise dili muhafazadır. Rasûlullah Efendimizin, dürüstlük tavsiye ettiği aynı sahabesinin, “Ey Allah’ın Rasûlü, hakkımda en çok endişe ettiğin şey nedir” şeklindeki ilave sorusuna, dürüst kalmanın formülünü verircesine dilini işaret etmiştir. Dürüstlük ticaretinden elde ettiği kârı korumak isteyen ne söyleyip, ne konuştuğuna dikkat etmelidir.