En Kıymetli Hazinemiz

Bugün, “Sünnet-i Seniyye”yi devreden çıkarmak, Siyer-i Nebî’yi ve hadîs-i şerîfleri küçümsemek ve dışlamak şeklinde bir anlayış var. Kur’ân’ın her şeye yettiğini/yeteceğini, Kur’ân’dan başka hiçbir şeyin bize sağlam ulaşmadığını, Kur’ân’ı da “kendimize iniyormuş gibi” ancak sadece kendi aklımız, bilgimiz ve tecrübelerimizle anlamamız ve yaşamamız gerektiğini söyleyen sapık bir anlayış…

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdullah ibni Ömer’e şöyle vasiyette bulunmuştur:

“-Ey Ömer’in oğlu! Dinine iyi sarıl, dinine iyi sarıl! Zira o senin hem etindir, hem kanındır! Dinini kimden öğrendiğine çok dikkat et! Dinî ilimleri ve hükümleri, istikamet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden alma!..”[1]

Bu vasiyet, o günden bugüne, bugünden kıyamete kadar bütün ümmete uyulacak, baş tâcı yapılacak, uyulduğunda saadet yollarını bahşedecek bir nasihat... Bu nasihati ilk okuduğumda, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu günleri görürcesine Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın şahsında, bugünün insanlarına seslendiğini hissettim.

Bugün maalesef “İslâm adına” bilen-bilmeyen herkesin konuştuğu, “din adına” bolca ahkâm kesildiği, çamlar devrildiği dönemdeyiz. İçi boş davulun sesinin gür çıktığı gibi, ellerine mikrofon alanların, medya gücü bulanların bangır bangır konuştuğu ve cehâletlerini, art niyet ve kirli emellerini pervasızca açık ettikleri bir kıyamet hengâmından geçiyoruz. Tıpkı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in asırlar öncesinden tasvirini yapmış olduğu tablo gibi:

“Allah Teâlâ, ilmi insanların hâfızalarından silip unutturmak sûretiyle değil, fakat âlimleri öldürüp ortadan kaldırmak sûretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar bir kısım câhilleri kendilerine lider edinirler. Onlara birtakım meseleler sorulur; onlar da bilmedikleri hâlde fetvâ verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer, hem de insanları saptırırlar.”[2]

HAK YOLDAN SAPMIŞ KİMSELER

İlim kayboldu, kayboluyor. Gerçek âlimler; ilmiyle, ahlâkıyla, edeb ve ibadetiyle dîni istikamet üzere yaşayan insanlar bir bir aramızdan gidiyor. “Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür.” Her büyük âlimle birlikte bir büyük çınar devriliyor. Ancak ve maalesef onun ardından gelenler, onun yerini dolduramıyor. Hem ilmen daha cılız, hem edeb, ahlâk ve ibâdet açısından daha zayıf ve hem de istikamet olarak Hak yoldan sapmış kimseler; o makamı işgal etmeye başlıyor.

19. yüzyılın başından itibaren, İslâm ümmeti olarak hep benzer bir süreçten geçtik. İslâm’ın hakikatini öğretecek mektep ve medreselerimiz kapandı. Halkı, sanatkâr ve âlimleri, ilmek ilmek dokuyan tekkelerimiz, zâviyelerimiz; maksad ve fonksiyonlarını kaybettiler. Dinimizi, içinden mahvetmek için gayret gösteren “şarkiyatçılık” (oryantalizm) aldı başını gitti.

Mısır, Hindistan ve daha sonra da Türkiye’de İslâm’ı yanlış ve çarpıtılmış şekliyle okuyup öğretecek kurumlar açıldı, açılmasına öncülük edildi. Bu sûretle Müslümanlarla cephe harbinde yenilen emperyalist güçler, kafaları karışmış, gönülleri bulanmış; tasavvufu, mezhepleri yere çalan, hadisleri ve sünnet-i seniyyeyi her fırsatta tenkid eden, üstüne üstlük Kur’ân-ı Kerim’in zaman içinde bazı âyetlerinin hükümlerinin kalktığını iddia eden ve Kur’ân’a yeni şekiller vermek isteyen din âlimleri (!) yetiştirdiler.

Bir tarafta gelenek-görenek şeklinde kalmış dînî müesseselere dört elle sarılan dindar halk kitleleri, bir tarafta onlara tepeden bakan ve dînin doğru şeklini (!) öğretmeye çalışan modernist din bilginleri (!)…

Elbette cehâlet sebebiyle zaman zaman halkın bağlandığı düşünce ve davranışlarda, hurâfe ve bid’atler yok değildi. Ancak neredeyse dinin en önemli kaynaklarını bile “tarihselci”, “batıcı”, “diyalogçu” ve “modernist” yaklaşımlarla tırpanlayan gürûh yanında, halkın mutaassıbâne bağlandığı prensipler, daha islâmî kaldı.

DİNİMİZİ DAHA İYİ NASIL ÖĞRENECEĞİZ?

Türkiye’de bundan 60-70 yıl önce, devlet eliyle açılan ilk imam hatip okullarının maksadı belliydi: Dînî müesseselerin budanması yüzünden patlama noktasına gelmiş halkın “gazını almak” ve laik sistemle uyumlu “modern din adamları yetiştirmek”!... Ancak onların bir hesabı vardı, Allâh’ın da bir hesabı… Allah, onların hilesini alt üst etti ve onlarca yıl boyunca, art niyetli fâsıkların eliyle de olsa dinini kuvvetlendirdi. Bu okulların muvaffakiyet ve istikametinde, Osmanlı bakiyesi ilim ehlinin ona dört elle sarılmasının ve temiz niyet sahibi ehl-i gayret ve hamiyetlerin unutulmaz emekleri de vardı. Neticede İmam Hatip Okulları, İslâm’ın en alt seviyede de olsa, eğitim ve öğretiminin verildiği dînî müesseseler oldu.

Ancak belki bundan daha acısı; bir üst müessese olan Yüksek İslâm Enstitüsü ve İlahiyat Fakülteleri’nde yaşandı. Yine bazı art niyetli insanların teşebbüsü ile, bazı bölümlerde İslâm’ın özüne uygun olmayan düşünce, ahlâk ve yapıda insanlar bu bölümlerde yerleştiler, yerleştirildiler. İlâhiyat fakültelerinin mevcut programı, İslâmî kaynaklara hâkim, ibadet ve ahlâkıyla dini benimsemiş ve uygulayan “müttakî”, “müstakîm” fertler yetiştirmek üzere kurulmamıştır. Aksine “biraz ondan, biraz bundan” tattırılan dînî ilimler ile işin “bolca” felsefe ve kritiğinin yapılacağı “tartışma zeminleri” oluşturulmuştur.

Bu okullara, “dînimi daha iyi öğreneceğim!” duygu ve düşüncesiyle giren pek çok öğrenci, 3-5 yıllık bir eğitimin ardından inançlarını sorgular, ibadetlerini ihmal eder, ahlâkî güzellikleri çok da önemsemez bir hâlde mezun olup gitmiştir. Bu acı tablo, üzerinde çokça durulması, düşünülmesi gereken bir tablo…

KİTAP VE SÜNNETİ REHBER EDİNEN GENÇLERE İHTİYACIMIZ VAR

Bugün bizim, dîni özünden öğrenen, Kitap ve sünneti gerçek rehber kabul eden gençlere ihtiyacımız var. Ancak bu gençler, sadece işin “öğretimini” yapmış olmamalı… Namazın ehemmiyetini bilen, beş vakit namazını hiçbir zaman ihmal etmeyen, güzel ahlâkı dinin en önemli emirlerinden gören bir gençlik… Helâl-haram şuuru gelişmiş, takvâyla ziynetlenmiş, istikamet üzere bir gençlik… Dini bilen ve samimi bir şekilde yaşayan bir gençlik…

Şimdi böyle gençliği yetiştirecek müesseselere muhtacız. İnsanların sadece zihinlerini değil, gönüllerini dokuyan; onlara Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ashâbının sevgisini nakşeden, Allâh’ı sevmeyi, Allah’tan layıkıyla korkmayı öğreten müesseseler…

Elbette 21. yüzyılda yaşıyoruz. Elbette bu çağın imkânlarını da kullanacağız, öğreneceğiz ve öğreteceğiz. Yaşadığımız çağı, bu çağın imkân ve sınırlarını ıskalama lüksümüz yok!.. Ancak bu hastalıklı çağın, kirinden-pasından arınmış bir “eğitim-öğretim müessesesine” âcilen ihtiyacımız var. Bu müesseselerin yetiştirdiği gençler, hava gibi, su gibi ihtiyacımız…

NEREDEN BAŞLAMALI?

Peki, böyle bir müesseseye nereden başlamalı? İlk dikkat edeceğimiz, öne alacağımız hususlar neler?

Nebevî bir usûl takip etmeli… Kur’ân ile sünnet-i seniyyenin harman olduğu bir hayat tarzı… Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ashâbının iyice tanındığı, “yaşayan bir Kur’ân” modeli olarak sünnet-i seniyyenin tatbik ve icrâ edildiği…

Bugün, “Sünnet-i Seniyye”yi devreden çıkarmak, Siyer-i Nebî’yi ve hadîs-i şerîfleri küçümsemek ve dışlamak şeklinde bir anlayış var. Kur’ân’ın her şeye yettiğini/yeteceğini, Kur’ân’dan başka hiçbir şeyin bize sağlam ulaşmadığını, Kur’ân’ı da “kendimize iniyormuş gibi” ancak sadece kendi aklımız, bilgimiz ve tecrübelerimizle anlamamız ve yaşamamız gerektiğini söyleyen sapık bir anlayış…

Bu anlayışta Peygamber, sadece Kur’ân-ı Kerîm’i insanlara getirmiş, postacılık yapmış ve artık aradan çekilmiş. O’nun söylediklerinin, yaptıklarının daha sonraki dönemler için, bilhassa bizim için anlamı yok. Çünkü daha önceki asırlardaki insanlar, bu hadisleri değiştirmişler, bozmuşlar, eklemişler, çıkartmışlar!.. Asırlar boyu dîne hizmet etmiş kimselere ne kadar büyük bühtanlar, iftiralar…

Peki, bu insanlara sormak lâzım? Namaz kılıyor musun? Neye göre kılıyorsun? Kur’ân’da namazın vakitleri, kılınış şekli, namazı bozan şeyler vs. ayrıntılı olarak anlatılmamış ki…

Bu insanlara sormak lâzım; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnet-i seniyyesi, sadece ashâb-ı kiram için mi örnektir, önemlidir? O hâlde Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan onlarca âyet-i kerîmede niçin Peygamber Efendimize itaat emredilmiş?

Eğer sünnet-i seniyye bir “örnek teşkil ediyor” ve Kur’ân-ı Kerim’i doğru bir şekilde yaşamak için “insanların buna ihtiyacı varsa”, Rabbimiz niye asr-ı saadet devrinden sonra İslâm’ın kaynaklarından birinin “tamamen” yok olmasına müsaade etmiş. On dört asır boyunca, bu kadar insan, bu kadar âlim ve müslüman; “din/hadis elden giderken” nasıl göz yummuşlar? Günümüze kadar doğru bir şekilde İslâm’ın kaynaklarının ulaşmaması, bizim için Allâh’a karşı bir mazeret teşkil etmez mi?

Gelin, kulaklarına din düşmanlarının sahne arkasından üflediği sufleleri tekrar eden din bezirgân ve şaklabanlarını bir kenara bırakalım ve Allah Teâlâ’nın şu dâvetine kulak verelim:

“Ey îmân edenler! Allâh’a itâat edin ve Peygamber’e itâat edin de amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itâat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dostlardır.” (en-Nisâ, 69)

“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, Seni onların başına bekçi olarak göndermedik.” (en-Nisâ, 80)

“De ki: Allâh’a itâat edin ve Peygamber’e itâat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ vazifesini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (vazifeleri yerine getirmeniz)dir. Eğer o Peygambere itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz…” (en-Nûr, 54)

“…Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan da kaçının…” (el-Haşr, 7)

“De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmran, 31)

“Andolsun ki, sizden Allâh’a ve âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh’ı çok zikredenler için Rasûlullâh’ta «üsve-i hasene» (en mükemmel örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Evet, eğer size “Kur’ân yeter!”se, buyurun, Kur’ân size Rasul’e itaat etmeyi, O’nu sevmeyi, O’nu örnek almayı emrediyor. O zaman bu âyetlerle de amel edin! Tabiî, gaye bu değil!..

“-Kur’ân herkesin anlayacağı seviyede inmiştir. Bu yüzden bizim gibi beşer olan Peygamberin onu tefsir etmesine gerek yok!” diyorsunuz ya…

Kur’ân, herkesin anlayacağı seviyede ise, sünnetin tefsirine ve örnekliğine ihtiyaç yoksa, peki o zaman neden bu iddiacıların hepsinin ciltler dolusu tefsir kitabı var? Neden sadece bu tefsirlerin okunmasını tavsiye ediyorsunuz? Neden salonlar dolusu insanı toplayıp Kur’ân âyetlerini kendi kafanıza ve nefsinize göre saatlerce süren tefsir dersleri yapıyorsunuz? İnsanları rahat bırakın, otursunlar evlerinde Kur’ân’ı okuyup amel etsinler!!

Tabiî, siz de biliyorsunuz,  bu mümkün değil! Siz terk ettiğiniz sünnetin yerini kendiniz doldurmak istiyorsunuz. Kendi sapık fikirlerinizi aşılamak, kendi kitap ve tefsirlerinizi satıp ceplerinizi doldurma gayretindesiniz. Allah fırsat vermesin, hedefinize ulaşmanıza…

EHL-İ SÜNNET VE'L CEMAATTEN AYRILMAMAK

Peygamber Efendimizin hadîsleri ile başladık yazımıza, yine onunla bitirelim. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çağların ötesinden, bugünkü insanları şöyle tasvir ediyor:

 “Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, «Biz onu-bunu bilmeyiz, Allâh’ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar!» derken bulmayayım!” (Ebû Dâvud, Sünnet, 5 ; Tirmizî, İlim, 10; İbn-i Mâce, Mukaddime, 2)

“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer bire terkiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)

“Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5)

Rabbimiz, cümlemizi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi sellem- ve ashâb-ı kirâmın yolunu kendine model seçen “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”in yolundan ayırmasın. En kıymetli hazinemiz olan îman nimetimizi, kendini bilmezlere yem etmekten bizleri ve neslimizi muhafaza buyursun. Rabiulevvel ayımız, bizim Sünnet-i Seniyye’yi yaşamamıza ve hakiki ümmet olmamıza vesîle olsun. Âmin.

[1] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121.

[2] Buhârî, İlim, 34; Müslim, İlim, 13; Ayrıca bkz: Buhârî, İ’tisâm, 7; Tirmizî, İlim, 5; İbn-i Mâce, Mukaddime, 8.

Kaynak: Halime Demireşik, Şebnem Dergisi, 153. Sayı

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.